Üç yıldır İstanbul’da yaşayan İtalyan Heykeltıraş Francesco Albano’nun Galerist tarafından Tophane-i Amire’de düzenlenen sergisine davetlisiniz bu hafta. Kimine göre ürpertici, bana göre düşündürücü. Bir akşam yemeği kıvamında. Mönüde neler mi var? Buyurun sizlere anlatayım
Artık gitme zamanı gelmişse, daha henüz oturduğun koltukta, seni sen yapan ne varsa alır yanına, sen zannedileni bırakırsın geride. Kâh hapsolmuş bir kafeste, kâh David’in meşhur bir tablosu ile ölümsüzleştirdiği Fransız İhtilali’nin liderlerinden Marat gibi bir küvetin içinde. Ne varsa bu dünyaya ait, tüm sınırsızlığını sınırlayan, bırakırsın geride. Güzel ya da çirkin fark etmez artık. Biraz kemik ve bir de hacmini kaybetmiş deri. Gündüz ile gecenin, yaşam ile ölümün birbirine karıştığı, birbirini tamamladığı andır. Görüntünün ötesinde geriye kalan ise yüreklerde taşınandır. Seni artık, sadece sevgi ile bakan yürek görür: “Bir sanatçı olarak görsellik üzerinde çalışıyorum, ama güzelliğin görsellikten çok, duygularda yaşandığını düşünüyorum” şeklinde açıklıyor Francesco bu hali: “Bir cenazeye gittiğinizde, Katoliklerde de, İslam’da olduğu gibi, tabutu tüm sevenleri, tüm kasaba halkı omuzları üzerinde taşırlar. Orada bir birlik duygusu vardır. Bence, güzeli tanımlayan bu birlik duygusudur.”
Bir beden olduğumuzu sanırız bu dünyada bulunduğumuz tüm yaşam boyunca. Bir ruha sahip bir beden değil de bir bedene sahip bir ruh olduğumuzu -zaman zaman anlasak bile- kolaylıkla unuturuz. Maddeyi mana üzerinden tanıyacağımıza, manayı madde üzerinden tanımlarız.
Oysa beden, sergideki kimi eserlerde kendi üzerinde taşıdığı tabaklar gibi ya da bir Degas tablosundan koşup gelen balerinin ayağındaki dans ayakkabıları gibi, üzerinde dinlendiği yastık, miskin miskin oturduğu tabure gibi bir amaç uğruna verilmiştir insana; sonsuzluğunda sınırları deneyimlemek ve sınırlılığında sonsuzluğunu fark etmektir amaç. Tüm sınırsızlığında kalıplara gömülüp, gömüldüğü bu kalıplarda özgürlüğü keşfetmektir.
Francesco Albano’nun, Galerist’in salt bu sergi için kiraladığı Tophane-i Amire’de gerçekleştirdiği ‘On The Eve’ başlıklı sergisi ürpertici diye tanımlanmakta kimi ziyaretçi tarafından. Bana sorarsanız ürpertici hiç değil, ama düşündürücü. İnsan üzerine, var oluş üzerine, varlık ve yokluk üzerine.
Geceyi ve derin anlamlandırmayı ifade eden yin enerjisi neredeyse silinip gitmiş, geride güneşi ve eylemi ifade eden yang enerjisinin son izlerini bırakmış gibi. Ama bu yokluk bile bir kere daha düşündürüyor insanı: nedir önemli olan yaşamda? Bir Degas tablosundan kopup da gelen, bale pabuçları ve tütüsü hâlâ üzerinde kalmış bir balerinin dokunulmaya ölesiye özlemi mi? Başka bir heykelde yürek patlamış açığa çıkmış, bağırıyor neredeyse yerleştiği yastığın üzerinden: dokun bana! Monte Kristo Kont’u yüreğini yiyerek arzularını ve bu yolla varlığını besliyor. Üzerimizde taşıdığımız bir kıyafet olsa da bedenler, nasıl da önemli dokunmak onun yaşaması için. Dokunulmayan beden yaşlanıyor, tatmin doyumu olmayan insanların yüzü de bedenleri gibi kuruyor. Oysa sevgi dolu olanların cildi su tutuyor. Işıl ışıl parlıyor. Anlıyoruz o zaman, ne kadar bedene atfetsek de yüreğine, ruhuna dokunulmasıdır aslında özündeki sevgi halini insana yansıtıp yaşamı gerçekleştiren. Gece ile gündüzün birbirine karıştığı, göze görünenin yok olup derin hislerin açığa çıktığı günün alacakaranlık anları olduğu gibi bedenlerin de alacakaranlık anları vardır. Francesco’nun eserlerinde beden, çoğu zaman onu olduğu yere hapseden bir desteğe muhtaçsa da onu hâlâ ayakta tutan kemiklere rağmen canlılığını yitirmiş, pörsümüş, yer çekimine direnemeyip yokluğa doğru akan bir deri gibi algılanmakta. Ama görünmeyeni görmeye niyet ettiğinizde görüyorsunuz her şeyden vaz geçmiş, terk edilmiş gibi görünen derinin arzuların esiri olarak yaşamda kalmak için direnen bir deri olduğunu. Hâlâ tam olarak bırakmamış kendini. Hâlâ yatıyor kısmen de olsa küvetin içinde, hâlâ oturuyor tembel tembel taburesinde. Demek ruh da henüz tam olarak terk etmemiş bedeni: dikkatli baktığında görüyor insan yin enerjisi de hâlâ orada! “Kafese baktıkça, boşluğun da boş olmadığını görüyor izleyici bir şekilde. Zira kendi algısıyla dolduruyor çerçevesi belirli boş alanları. Acı çeken insan hayvanlaşıyor bir anlamda. İçindeki hayvan yanı (anima) açığa çıkıyor. Bu eserleri ruhların terk ettiği bedenler olarak görmek, tamamen yanış bence. Arzu ihtiyacını karşılama çabası ile içine yerleştiği kafesten çıkmaya çalışmaları mesela, ya da oturdukları, dayandıkları yerde kalmak için çaba sarf etmeleri, savaşmaları, ruhun hala orada olduğunun da bir göstergesi.”
Maddesel işlevini bitirmiş ve artık sanatsal etkinliklere mekân olan, geçmiş savaş makinelerinin yerini gürültülü bir sessizliğe bırakarak kişide sınırlı sonsuzluk hissini uyandıran Tophane-i Amire, uygun bir mekân olmuş, toparlayıp tamamlamış sanki bu sergiyi. Salonun sessizliğinin ardından bahçenin denize nazır görüntüsünü yaşamak, sanatı izlemek ve düşünmek için en keyifli anlar belki de gündüzün geceye aktığı akşam saatleri.
Francesco Albano’nun bakma, görme, tatma, duyma duyuları üzerinde çalışarak gerçekleştirdiği balmumu heykelleri, yaşamda her türden arzuda, varlıkta ya da yoklukta aşırılığın, tamahın, miskinliğin, beş duyunun, aşırı elde etmek ya da aşırı münzevilik ihtiyacının özünde aynı şefkat yoksunluğundan kaynaklandığını ifade ediyor. Güzelin, klasik sanatta betimlendiği gibi ideal görüntüde değil, ama görünenin ötesinde, elimizle dokunup, gözlerimizle görebileceğimiz, burnumuzla koklayıp, kulaklarımızla duyabileceğimiz gerçek dediğimiz maddeye rağmen hâlâ yaşam coşkusuyla direnen bir mananın, özü yarattığını bir kere daha fark edebilmeniz için bekliyorlar ziyaretinizi. Öyle ya bu sergi, tıpkı Francesco Albano’nun da dediği gibi 20 Eylül’e kadar icabet edebileceğiniz “Bir akşam yemeği daveti. Heykeller ise, bu davette misafirlerime sunduğum masalar. Masaların üzerinde ne olduğu, biraz da ziyaretçiye bağlı.”