Devrimlerden buyana o devrimlerin içerisinde yeralmış, desteklemiş yahut çağdaş Türkiye´nin başarılı olmuş isimlerinin önde gelenleri kökenlerinin gayrımüslim, özellikle de "Yahudi" olduğu iddiasına maruz kaldılar... Onların istediği gibi konuşup yazmıyor, yani saçmalamıyor musun? "Bu herif dönmedir, Türkiye´yi ele geçirmeye çalışanlardan biridir" dediler... İş hayatında başarılı mı oldun? Kıskandılar ve aslında Yahudi olduğunu söylediler... MURAT BARDAKÇI
Bizde kibarlık olsun diye "Yahudi" lafını kullanmaz bazıları... "Çingene" diyemedikleri gibi... Musevi ve Roman derler... Oysa Musevi ile Yahudi ve Roman'la Çingene farklı kavramlardır... Bunu anlatamadım yıllardır...
Mario Levi "Yahudilik, bir kimlik ve kültürdür" diyor. "Musevilik ise bir din…"
Dediği doğru... Herkes Musevi olabilir. Ama Yahudi olmanız için, bir Yahudi anadan doğmanız şarttır... Onu dememiş Usta...
Ana dil konusunda bana sorarsanız, çelişkiye düşmüş. İzzet de atlamış…
"Bir toplumu silmek isterseniz, önce dilini yok etmelisiniz" diyor…
Edebilmişler mi, Yahudileri peki…
İsrail devletinin resmi dili İbranice. Yahudilerin dili İbranice.
Peki Mario Levi'nin ana dili ne?
Ladino.
Ladino ne? 1500'lü yılların İspanyolcası…
Niye 1500'lü yılların? Çünkü o tarihte İspanya'dan kovulmuşlar, ora Yahudileri. Dilleri İspanyolca ile buraya gelmişler. Ama İspanya İspanyolcası gelişirken, onlar Türkiye'de yaşadıkları için gelişmelerden haberdar olmamışlar… İspanyolcaları kalmış, 1500'lerde…
(...) Ladino da öyle İspanyolca işte... Yani Avrupa'da İbranice konuşan Yahudi kalmamış... Peki, Yahudi toplumu yok olmuş mu? Hitler'in yaktığı Yahudiler, nece konuşuyordu?
Hemen hepsi gittikleri ülkenin dilini konuşan Yahudiler, kimliklerini ve kültürlerini nasıl olmuş da böyle sımsıkı korumuşlar o zaman?
Hıncal Uluç
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/uluc/2013/10/01/ana-dili-abartiyor-muyuz
İlk defa 1980’lerde Amerika’da, sonra da Avrupa’da bazı fiiller nefret suçu kabul edilmiştir. Söz konusu suç fiilleri ırkçı nefreti, yabancı düşmanlığı, göçmenlere yönelik saldırılar, ayrımcılık, dini hoşgörüsüzlüğü içerir. Yahudi soykırımını reddetmek veya kabul edilmiş verileri tartışmak suç kapsamına girer. Zamanla suçun kapsamı eşcinsellere karşı geliştirilen söylem ve eylemleri de içine alacak şekilde genişletilmiştir. Suç, kişi veya gruba karşı önyargı kaynaklı eylemin veya önyargı oluşturucu nitelikli fiilin işlenmesiyle teşekkül eder. Her ne kadar başlangıçta tanımda ırk, din, dil, cinsiyet ve cinsel yönelimle ilgili şiddet içeren eylemler şeklinde yer almışsa da buna yol açan söylemler de suç fiiline dâhil edilmiştir. Söylemi de suça dâhil etmenin gerekçesi şudur: Her saldırı öncesinde söylem var, söylemden sonra eylem gelir.
Ali Bulaç
http://zaman-online.de/68031/ali-bulac-nefret-sucu-nedir
Senelerden buyana işlenen bu suç milleti sadece "Türk-Kürt" yahut "Alevi-Sünni" diye kamplara ayırma merakından ibaret değildir; birilerinin gayrımüslim dinî azınlıkları toplumun asalakları gibi göstermesi, o grupların inancını suç olarak niteleyip hoşlanmadıkları kişileri lânetli imişcesine damgalamalarıdır...
"Sabetayist", "Dönme", "Selânikli", "Yahudi", "Ermeni", "Rum" gibisinden soy-sop ve nesep yakıştırmalarından bahsediyorum...
Devrimlerden buyana o devrimlerin içerisinde yeralmış, desteklemiş yahut çağdaş Türkiye'nin başarılı olmuş isimlerinin önde gelenleri kökenlerinin gayrımüslim, özellikle de "Yahudi" olduğu iddiasına maruz kaldılar...
Onların istediği gibi konuşup yazmıyor, yani saçmalamıyor musun? "Bu herif dönmedir, Türkiye'yi ele geçirmeye çalışanlardan biridir" dediler... İş hayatında başarılı mı oldun? Kıskandılar ve aslında Yahudi olduğunu söylediler... Böyle iddiaların ortaya atılmasına karşı mı çıktın? "Türk değildir, anası Rumdur" yaveleri başladı... Bilgisini, görgüsünü ve başarısını kıskandıkları kim varsa, onlar için mutlaka Yahudi, yahut dönme, Rum yahut Ermeni idi...
Ve bütün bu çamur atmalar zamanla birkaç çatlak ile bir-iki menfaat düşkününün mesleği haline geldi... Öyle ki, isimlerde bile şifrelerin gizli olduğu gibisinden garabetler ortaya atıldı, neticede başarı kazanmış kim varsa "dönme" yapıldı, bu işi başlatanlar ise hem "üstâd" payesi ile köşelerine kuruldular, hem de para kazandılar...
Murat Bardakçı
http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/882407-paket-ve-nefret-sucu
50 bin Ermeni, 2 bin Rum, 28 bin Yahudi.
Yüzyıllardır bu toprakların aslî unsurlarından olmalarına rağmen sığıntı muamelesi görüp dışlanan, ‘tehlikeli’ sayılan ve yok olma noktasına getirilen gayrimüslim nüfustan geriye kalanların bugünkü tahmini sayıları.
Oysa 1913 yılında bugünkü Türkiye sınırları içerisinde yaşayan her 5 kişiden 1 tanesi gayrimüslimdi. Önce 1915’teki Büyük Felaket, sonra cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan nüfus mübadelesi derken bu oran 1923 yılında 40’ta 1’e düştü.
Yetmedi. 1934 Trakya Olayları, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül pogromu, “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları, Kıbrıs meselesiyle 1964 yılından itibaren yoğunlaşan azınlıkları yıldırma politikaları derken bugüne gelindi.
Yuvarlayarak söylersek koca 80 milyonun içerisinde 80 bin. Oranı hesapladığınızda yüzde 0,001 ediyor. Yani her 1000 kişiden sadece biri Rum, Ermeni veya Yahudi.
(...) Ermeni, Rum ve Yahudi okullarının bugünkü toplam sayısı sadece 23. Raporda belirlenen sorunları ise 15 ana maddeden oluşuyor. Her bir maddenin alt başlıkları da eklendiğinde, azınlık okulları boylarından büyük dertlerle karşı karşıya.
Sorunların başında azınlık okullarına atanan Türk müdür başyardımcıları geliyor. “E ne var ki bunda” demeyin. Çünkü çok şey var.
Mesela, Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) Robert Kolej’e Amerikalı bir müdürün yanına bir tane de Türk müdür atar. Hadi, MEB’in kendisine bağlı bir özel okulda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayan bir müdüre eşlik edecek bir Türk müdürü idareci olarak atamasını ulus-devlet mantığı çerçevesinde normal karşılayalım.
Ama aynı MEB, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bir Ermeni müdürün yanına Türkoğlu Türk saydığı bir müdür yardımcısının atanmasını zorunlu kılıyorsa, bu uygulama kabul edilemez bir hâl almakta.
Baran Alp Uncu
http://t24.com.tr/yazi/azinliklastirma-okullari/7550
ABD’nin en önemli müttefiki İsrail açısından ne Suriye ne İran konvansiyonel açıdan büyük tehdit değiller. Bu ülkeyi korkutan kitle imha silahları, kimyasal ve nükleer silahlar. Birleşmiş Milletler aracılığıyla kimyasal silah tehdidinin ortadan kalkması, İran’ın müzakere masasına oturma olasılığı bu açılımları destekliyor. Birleşmiş Milletler’deki –Türkiye’de çok eleştirilen yapı- hala işliyor ve büyük güçler aralarında çatışmadan, güç kullanmadan sonuç alabiliyor.
(...)Tüm bu gelişmeler Türkiye açısından çok sayıda risk ve fırsatı beraberinde getiriyor. En büyük risk Türkiye’nin oyun dışında kalması, geçmişte çok eleştirdiği “Ortadoğu’dan uzaklaşmış bir Türkiye” noktasına dönme olasılığıdır. Devam eden bir Baas rejimi kadar parçalanmış, egemenlik alanlarına bölünmüş bir Suriye de Türkiye için risktir. Hele ki bugün olduğu gibi sınırlarında El Kaide’nin cirit attığı bir Suriye Türkiye için ağır bir güvenlik sorunudur. Buna şu an için suskun olan PKK’nın aktif hale gelmesi riski de eklenebilir. Irak ile süregelen sorunlar, istikrarsız ilişkiler Türkiye’nin Ortadoğu ticaretini, Körfez ülkeleriyle bağını kesebilir. Mısır ve İsrail ile tansiyonun yükselmesi, hâlihazırda ticaretini Hayfa ve Port Said üzerinden yürüten Ankara’nın operasyonunu durma noktasına getirebilir. Şu an ki bu bağımlılık bile başlı başına bir risk olarak ortaya çıkıyor. ABD ile yakınlaşmış bir İran Türkiye’nin Batı için jeopolitik ağırlığını azaltan bir unsur olma ihtimali içeriyor.
İşte bu tabloda Türkiye’nin bugünkü tavrını sürdürmesi güç. İsrail, Suriye ve Mısır ile alt düzeyde yürüyen ya da tamamen kopuk ilişkiler Türkiye’nin elini kolunu bağlıyor. İsrail’in özür dilemiş olması bir fırsat. Mısır’ın gerilime rağmen ilişkileri tamamen kesmemesi, Port Said’i Türk gemilerine kapamaması ilişkilerin sürdürülmesi iradesini ortaya koyuyor. Suriye de muhalefet, Kürtler ve Türkmenler üzerinden masada kalma şansı hala var. Belki ilk yapılması gereken ABD ve İran’ın yapabildiği gibi düşmanlarla, sorunlu ülkelerle iletişim kanallarını açmak, açık tutmak. Sonrası gelecektir.
Bora Bayraktar
http://tr.euronews.com/2013/10/02/analiz-ortadogu-da-dengeler-degisirken-turkiye-ne-yapmali/
Azınlık okullarında okuyan çocuklar her gün “Türküm” diye bağırtıldılar, ancak bu çocuklara her fırsatta Türk olmadıkları, Türklerle eşit de olamayacakları hatırlatıldı. Bu okullar kuşku ile bakılan, ayrılıkçı fikirlerin aşılandığı yerler olarak görüldüklerinde, milli bir kültürün, yani herkesin Türk olduğu bir toplumun oluşturulması önünde engel olarak görüldüklerinde, yer yer yabancı okullar ile aynı kategoriye konulduklarında, başlarına ‘Türk’ müdür başyardımcısı dikildiğinde hep onlara Türk olmadıkları hatırlatıldı. Okul yöneticileri sitem ederler mesela, “Anayasa hepimize Türk diyor, ki bu eleştirilen bir şeydir, ama madem hepimiz Türküz, neden öz Türk olduğunu düşündüğün müdür başyardımcısı gönderiyorsun okula” diyerek. Hakikaten de öyledir. Sonra bu okullara mütekabiliyet ilkesi uyguluyor devlet yabancılarmış gibi. Yetmiyor dış politikaya göre muameleler yapıyor okulllara. “E hani Türktük” demez mi o zaman insanlar. Aslında bu devletin içinde bulunduğu genel bir çelişkidir. Hem herkesi Türk yapmaya çalışır, hem de yeri gelince Türk olmayanlara her çeşit ayrımcılığı yapar.
Nurcan Kaya
http://t24.com.tr/haber/nurcan-kaya/241312
Suudilerin hassasiyetleri aynı zamanda ABD, İsrail ve Mısır’ın da reflekslerini yansıtıyor. İsrailli yazar Ben Caspit’in Al Monitor’daki yazısında “Ruhani’nin ‘çekici saldırgan’ politikası İsrail’in Sünni ekseniyle bağlarını güçlendiriyor” tespiti kayda değer. İsrail televizyonu Kanal 2’ye bakılırsa, İsrailli yetkililer BM Genel Kurulu sırasında Başbakan Benyamin Netanyahu’nun gözetiminde Suudi Arabistan dahil Körfez ülkelerinden diplomatlarla görüşmeler yaptı. Netanyahu bu toplantılardan aldığı gazla BM kürsüsünden döktürdü: “Nükleer silahlı İran tehlikesi pek çok Arap komşumuzun İsrail’in düşman olmadığını kabul etmesine yol açtı.” Perde arkasındaki Sünni Arap-İsrail ittifakı gösteriyor ki İran’la diplomatik uvertürün başarısı ABD’nin orkestraya bölgesel ortaklarını da dahil etmesine bağlı. Beri tarafta hayalci olmaya da gerek yok. Diyalogdan net beklenti İran’ın ‘direniş ekseni’ dediği hattan çekilmesi. Bunun olması 1979’dan beri İran’ın dış politikasının pivotunda hayati bir kayma anlamına gelir ki rejimin sivil ve askeri unsurlarını bu noktaya çekmek hiç de kolay değil. İranlılar devrimden bu günlere cuma namazlarında ‘Merg ber Amrika’ (Amerika’ya ölüm) sloganı atarak geldi. Bu slogan Ruhani, New York’tan döndükten sonra da değişmedi. Elbette nükleer programla ilgili bir uzlaşma gerilimleri azaltır, zihinsel değişimi kolaylaştırır. Taraflar nükleer konuda hiç olmadığı kadar umutlu. Obama’nın ilk kez İran’ın barışçıl nükleer enerji hakkını teslim etmesi nedeniyle 2005 ve 2009’deki hatalar tekrarlanmayabilir. Eski Britanya Dışişleri Bakanı Jack Straw’un dediği gibi “2003-2005’te Tahran’ın attığı adımlara rağmen ABD İran’ın barışçıl nükleer enerji hakkını reddederek Muhammed Hatemi’nin altından halıyı çekmişti.” 2009’da ise Türkiye ile Brezilya’nın Tahran’a kabul ettirdiği takas anlaşması, ABD’nin reddiyle çöpe gitmişti. Bu kez durum farklı. ABD esniyor çünkü ‘Suriye’den sonra İran’ diye istikamet verenlerin neye yol açtığını gördü. İran esniyor çünkü yaptırımlar fena can yakıyor.
Fehim Taştekin
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/fehim_tastekin/iranla_baris_sansi-1154358
Başbakan Erdoğan’ın yapacağı bir çıkışla Kıbrıs sorununun çözüleceğini zannetmek diğer aktörlerin gücünü ve etkisini hafife almak olur. Bu durum Erdoğan’ın, dolayısıyla da Türkiye’nin Kıbrıs ya da başka bir sorun alanında inisiyatif almaması gerektiği anlamına gelmez.
Vurgulamak istediğim Erdoğan’ın alacağı bir inisiyatifle mucize yaratamayacağı, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorunları bir çırpıda çözemeyeceğidir. Bu kural ne yazık pek çok sorun için geçerlidir. Yine mesela İsrail ile olan ilişkilerde de tıkanıklığın nedeni Erdoğan değildir.
İsrail Mavi Marmara olayı için özür dilemiş ancak tazminat sorununun çözümü konusundaki sorumluluğunu yerine getirmekte çekimser davranmıştır. İsrail’in tazminat ödememekte direnmesinin kendince haklı nedenleri olabilir. Fakat haklı nedenleri olması ilişkilerin normalleşmesini tıkadığı gerçeğini değiştirmez.
İki ülke ilişkilerindeki sorunları Türkiye üstünden okuyan bazı “analistlerin” varsaydığı gibi tıkanıklığın sebebini Erdoğan’ın kişiliği olarak görürsek ve gösterirsek ne sorunun çözümüne, ne de tespitine katkıda bulunuruz. 2008 Gazze müdahalesi öncesinde ilişkilerin neden Erdoğan’a rağmen mükemmel olduğunu açıklayamayız. Üstelik de İsrailli muhataplarımızı yanlış beklentilere yönlendiririz.
Mensur Akgün
http://haber.stargazete.com/yazar/dunyayi-erdogan-ustunden-okumak/yazi-795971
http://www.academia.edu/3164394/Canakkale_Yahudi_Cemaati_Ile_Gayrimuslim_Politikalarinin_Izinde
http://www.odatv.com/n.php?n=vahabiligi-ve-suudi-hanedanini-yahudiler-mi-kurdu-0510131200
http://taraf.com.tr/korhan-gumus/makale-azinliklar-in-yalnizca-mulkleri-degil-sosyal.htm
http://smegilmezer.blogspot.com/2013/09/huzunlu-bir-istanbul-semti-haskoy.html
JOE BİDEN
http://www.dailymotion.com/video/x12go9r_izmir-deniz-cocuklari_shortfilms?start=3
http://tr.euronews.com/2013/10/06/1973-arap-israil-savasi-nin-40-yillik-muhasebesi/
http://www.iamistanbul.tv/mekan/neve-salom-sinagogu.html