Bir İronman hikayesi

Yaklaşık iki ay önce Triatlon sporunun detaylarını, zorluklarını, inanması güç çalışma temposunu dinlemiştik Berry Nae ve Jeff İllel’den. Bu sırada kendileri ilk defa katılacakları Norveç Ironman heyecanı içerisindeydiler... Şimdi ise olağanüstü bir çaba, kuvvet ve performans isteyen bu yarıştan oldukça başarılı sonuçlar elde ederek dönmeyi başardılar. Berry Nae ile bu heyecan ve mücadele dolu anıları bizlerle paylaşması, bizi bu spora biraz daha alıştırması için tekrar bir araya geldik

İdil HAZAN KOHEN Spor
23 Ekim 2013 Çarşamba

Seninle en son karşılaştığımızda bu yarışın sende yarattığı heyecanı ve biraz da stresini görmemek mümkün değildi. Şimdi ise farklı bir güven ve haklı bir gurur var bu gözlerde. Elbette bu geçiş pek öyle kolay olmasa gerek.  Bu sürecin detayına girmeden önce, biraz hikâyenin nasıl başladığından bahsedebilir misin?

Anlatılacak o kadar çok şey var ki nereden başlasam bilemiyorum. Bu hikâyenin temeli 2012 yazında Kıbrıs’ta düzenlenen Triatlon yarışın atmosferini almak için Jeff ve Tolga ile (Je-To-be) bayrak takımını kurmamızla başladı aslında. Bu zorlu yarışı tek başına koşanlarla gurur duymuştum ve onların sayesinde bu işi benim de yapabileceğim konusunda kendime biraz da olsa güvenim geldi.

Berry Nae


Bu sırada Hillside’dan birkaç kişinin Norveç 70.3 Ironman yarışına kayıt yaptırdığını duyunca “ben de ekibin içinde olmalıyım” diye düşündüm. Birlikte hazırlanmak çok keyişi olacaktı. Jeff ile hızlı bir telefon traŞğinin ardından hemen kayıt yapmak üzere bilgisayar başına geçtim. Ama o da nesi! Kayıtlar kapanmış. Jeff ile acaba katılsak mı diye düşündüğümüz bu yarışa kayıt yaptırmak da geç kaldığımız görünce ne yapıp ne edip katılma kararı aldık. Acil bir seferberlik ilan edip, organizasyona telefon ve mail yağdırdıktan bir süre sonra ekstra kayıt kontenjanı açılmıştı. Bu zaten açılan bir kontenjan mıydı yoksa bizim ısrarımızın etkisi mi olmuştu bilmiyorum ancak yaklaşık birkaç hafta açık kalacak bu kontenjana ilk bir saat içerisinde Hillside ekibi olarak kaydımızı yaptırıp huzurlu bir nefes aldık. Kayıt telaşının ardından asıl telaş şimdi başlayacaktı.

Ben de öyle tahmin etmiştim... Daha önceki görüşmemizden Triatlon sporunun inanılmaz bir çalışma temposu gerektirdiğini biliyorum. Hele ki konu Ironman yarışı olunca nasıl bir hazırlık sürecinden geçtiğini merak ediyorum?

Bu yarış için sürekli antrenörlerle çalıştık. Yüzme, bisiklet, koşu antrenmanları, sabah, akşam ve hafta sonları… Nasıl bir tempoya girmişim inanamıyorum. Sabah erken kalk antrenmana git, işe git, antrenmana git, eve git, yemek ye, yat uyu. Şimdi anlatırken bile yoruluyorum. Bu tempo yoğun bir şekilde tam 16 hafta boyunca kış şartlarında sürdü. Bu durumda en zoru da yüzme antrenmanlarıydı. Antrenmanın dışında bu alanın zorluğu nedeniyle de ciddi endişelerim vardı. Yüzmeyi elbette biliyordum ancak yarışmak; doğru stil ile yüzerek hem hızlı hem de yorulmadan sudan çıkmak bambaşka bir şeydi. İlk zamanlar benim için çok zorluydu, hele ilk derste antrenörümün “sen yüz ben izleyeceğim” dediği anı kafamdan atamıyorum. Onuncu metrede nefes nefese kalmıştım. Ancak sıkı ve sürekli çalışma bu konuda ilerleme çok yardımcı oldu.

Arada evden de sarı kart yemedim değil. 2 sarı 1 kırmızı olur, dikkatli olmalıydım. Neyse ki kendimi anlatmayı başardım ve hepsinden önemlisi eşim de beni anlayıp sonuna kadar destekledi. Hal böyle olunca motivasyon yükseldi. Bir antrenmanımı bile eksik yapmadım. Düzgün çalıştım ve her antrenmanımı bilgisayarda kayıt altına aldım. Takvim renkleniyor, saatler ve yapılan kilometrelerin artısıyla kendime güvenim de artıyordu.

En güzel antrenmanlarımız ise grup antrenmanlarıydı. Birlikte yapılan koşular, bisiklet sürüşleri ve ardından yapılan kahvaltılar, sohbetler ve yeni arkadaşlıklar.

Böylesine bir çalışma temposundan sonra nihayet Norveç uçağına bindiğinizde nasıl bir duygu yoğunluğu yaşadığını merak ediyorum doğrusu?

Yolculuk günü yaklaştıkça heyecan baş edilemez boyutlara ulaştı diyebilirim. Tüm detayları en ince ayrıntısına kadar gözden geçiriyor, tekrar ediyorduk. Ancak yarış heyecanını bastıran farklı bir tedirginlik başsaldı aramızda. Bisikletlerimizin uçağa alınmama riski! Bu bizi mahvederdi ve maalesef bu riski uçağa bindiğimiz dakikaya kadar, hatta aktarma sırasında bile yaşadık. Aktarma sırasında GarŞeld gibi cama yapışıp uçağa binen valizleri takip edip kendi bisiklet çantamızı gördükçe seviniyorduk. Bu konuda bazı arkadaşlarımıza göre şanslıydık. Ben sanırım onlar gibi sakin olamazdım. Bu da ayrı bir meziyet ve tecrübe hepimiz için.

Şu an ben bile oturduğum yerde bir “oh” çektim. Bu spor dalının aylarca süren mücadelesi yetmezmiş gibi biraz da havaalanında uğraştıralım demişler anlaşılan... Peki ya yarış günü nihayet gelip çattığında neler yaşadınız, ne gibi sürprizler bekliyordu sizi?

Yarış günü, hepimiz de adrenalin tavan yapmış bir an önce koşmaya başlayıp bunun bir kısmını atmak istiyorduk ancak ilk sürpriz havadan geldi. Hava raporu hiç arzu etmemize rağmen yağmur gösteriyordu. Neyse ki antrenörüm bunu öngörmüş, yarışta yağmur yağarsa ne yapacaksın diye bana sürekli yağmur altında antrenman yaptırmıştı.

Havanın yağmurlu olacağını sindirdikten sonra sıra kayıt hazırlıklarına gelmişti. Kayıt masasında her dal için gerekli olacak kıyafet, alet edevat için üç farklı renk torba verdiler bize. İhtiyaçlarıma göre bunları doldurdum ama son ana kadar kararsızlıklarım devam etti. Nitekim bütün hazırlıklarım sırasında giymeyi planladığım kıyafetimi bile son anda değiştirdim. Beslenme çantamı da özenle vakit kaybettirmeyecek şekilde hazırladım. Kısacası satranç gibi hamleleri öngörmek ona göre plan yapmak gerekiyordu.

Ve nihayet start verildi. Yarış benim için en zorlu dal olan yüzme ile başladı. Son hız atladık denize ancak daha önce hiç karşılaşmadığım bir şeyle karşılaştım. Kafamı suya soktuğum anda sanki birileri ışıkları söndürmüşçesine her yer kapkaranlık oldu, neye uğradığımı şaşırdım. Zaten heyecanlıydım, “bir bu eksik dedim” içimden. Uzun bir yarış bizi bekliyordu. Hiç stres yapmadan etrafımla ilgilenmeden tempo tutturdum. İlerledikçe önümdekinin ayaklarını da görmeye başladım. 50 dakikada hedeşediğim yüzme parkurundan 36 dakikada çıktığımı görünce birinin saatime çarpıp durdurduğunu düşündüm. İnsanlar wetsuit’i çıkartmaya çalışırken ben saatimi kurcalıyordum. Bütün ayarlar bozuldu.

Transition alanına koştum. Torbamı numara sırasında bulmaya çalışırken gönüllülerden biri almış yanımda koşturuyor, ben ise yüzmenin verdiği sersemlikle algılayamıyordum. Transition alanında beş buçuk dakikadan fazla zaman kaybettim. Böyle bir yarışta bu bile oldukça önemli bir zaman dilimiydi.

Yüzmenin ardından bisiklet parkuruna geçtik. Bu benim en sevdiğim bölümdü. Bisikletimdeki saati hemen çalıştırdım. Hızla ilerledim. Birkaç arkadaşımın yanından geçtim, hepsine “kolay gelsin” dedim, ilerledim. Grubumuzdan Ali Rıza ile yan yana gidiyorduk ancak bir anda yedek lastiklerinden birini tam önümde düşürdü. “Yakaladın mı” diye seslendi bana ancak cevabım “istasyondan su almayı bile beceremedim” olmuştu. Bir süre beraber gittik hızlarımız hemen hemen aynıydı. Derken o biraz arayı açtı. Ben de biraz daha pedallara asıldım. Aslında bizler birbirine gönülden bağlı bir grup olmamıza rağmen bir yandan da rakiptik ve ara ara parkurda tanıdık yüzler görmek hem destek oluyor hem de çekişmeyi arttırıyordu. Şimdi daha da hızlı pedal çevirmeye başlamıştım. 3:10 maksimum hedeşediğim bisiklet parkurunu 2:44’le bitirmiştim.

Transition alanına girdim. Yine gönüllülerden biri geldi bisikletimi aldı. Bu sefer algılarım açıktı ve çok daha az vakit harcadım burada. Hatta ihtiyaç molası verdim. Nitekim orada kaybedeceğim vakit koşuda bana çok daha fazla zaman kazandıracaktı.

Koşunun ilk em’lerinde yine bizim gruptan tanıdık yüzler çıktı karşıma. Bu adeta doping oldu benim için ve çok daha bir hızlı tempoyla koşuya başladım. Bir yandan tempomu aynen korumaya uğraşıyor, bir yandan da diğer yönden gelen arkadaşlarımla selamlaşıyor birbirimize moral veriyorduk. Müzik çalan yerde Rocky’nin müziğini duyduğumda çok şanslıydım. Jeff’in Amsterdam Maratonu hikâyesi aklıma gelmişti. Onun yaşadıklarını o an ben de yaşıyordum. İkinci tur dönüşünde Red Bull görünce koyduklarına göre bir işe yarar düşüncesiyle içtim. Kafayı bulmuş gibi hissettim kendimi. Dönüş yolunu adeta rampadan aşağı koşarcasına oldukça hızlı bir tempoda kat etmeye başladım. Derken son dönemeç ve Şnish yoluna girdik. Günlerdir parkur kurulurken hayalini kurduğum anı yaşıyordum. Seyircilerin uzanan elleri arasında Şnish’e hızlı adımlarla ilerliyordum. Yarışı bitirdiğimde ise gözyaşlarıma hakim olmak neredeyse imkansızdı.

Öncelikle yarışı bitirmek olarak hedeşediğim Norveç parkurunu bitirmekle kalmamış, 5:09 gibi tatmin edici bir derece de almıştım. Artık durmak yok devam diyorum... Ne kadar zorlu olsa da sıkı antrenman ve inancın el ele verdiği bir birliktelikte ulaşılamayacak bir hedef yoktur. Eminim önümüzdeki dönem bizlerden güç alıp bu spora ısınacak, yarışa hazırlanacak çok daha fazla insan olacaktır. Onlara şimdiden başarılar diliyorum. Bizleri ise kim bilir belki çok daha iddialı yarışlar, rekorlar bekliyordur...