Dünyaca ünlü, çok yönlü sanatçı ve tasarımcı Arik Levy bir kez daha İstanbul’da. Şehir, Contemporary İstanbul Fuarı ve yan etkinlikleri ile buram buram sanat kokarken, kendisi ile Galerist’teki ‘Etkin Doğa’ sergisi henüz açılmadan görüşme imkânımız oldu. Candan, mütevazı ve sıcak yaklaşımının şekillendirdiği keyifli bir sohbet ettik eserlerinin arasında…
Kalıpların içine sıkışmış algılarımız. Ne yaparsak yapalım yaşam boyunca deneyimlediklerimiz, gördüklerimiz, izlediğimiz filmler, insan ilişkilerimiz birikiyor, biriktikçe de bunlara bağlı olarak kalıplar oluşturuyoruz beynimizde. Bu sayede bir köpekle tanışan bir çocuk, başka bir köpek gördüğünde rengi, boyu cinsi farklı da olsa gördüğü bu canlının köpek olduğunu biliyor. Bir anlamda yaşamı idame etmeyi kolaylaştıran bu kodlar bir taraftan da kısıtlıyor insanı. Kalıpların içine yerleştikçe her şeye yeni bir gözle bakabilme becerisini yitiriyor, yaşam sınırlanıyor. Kendi hapishanesini yaratıyor insan.
Arik Levy’nin Galerist’te açılan ‘Etkin Doğa’ başlıklı yeni sergisinde duvara saplanmış bir balta karşılıyor izleyiciyi. “Balta dünyayı ikiye ayırır” diyor sanatçı “Hitchcock’tan önce ve Hitchcock’tan sonra”. Nasıl mı?
Hitchcock’tan önce, balta sadece ağacı kesmek, ateş yakmak, yemek pişirmek, korunmak, evini inşa etmek, ormanda çalışmak gibi işler için kullanılırdı. Hitchcock’tan sonra katliam, kan, saldırganlık, sapık, şehirde delilik gibi anlamlar taşımaya başladı. Yani toplum sayısız miktar ve tipteki kodun içine sıkışmış halde ve bu durum beni rahatsız ediyor. Ben bu kodları hayali, duygusal, psikolojik bir sıçrama tahtası olarak kullanıyorum. Böylece kod içermeyen diğer bir alana taşıyorum. Sen o alana kendi düşüncelerinle gittiğinde, ondan ne çıkarmak istiyorsan, onu çıkarıyorsun.
Önündeki ince belli çay bardağını uzatıyor bize.
Buna bakınca doğrudan Türk çayı diyoruz. Çay demiyoruz. Çünkü form klasik Türk çayı formu. Oysa başka bir bardakta olsaydı, içindeki aynı da olsa, Türk çayı değil, sadece çay diyecektik. Türk çayı dediğimizde de arkasında bir sürü düşünceyi daha taşıyoruz. Osmanlı İmparatorluğunu ve bugün, dün, yarın olan her şeyi taşıyoruz. Tamamen farklı bir hikâye…
Böyle bir deneyimin ardından referanslarım da değişiyor. Bundan sonra Türk çayı yerine belki de buna lamba diyebilirim. Dolayısıyla bu yaptığınızla yeni bir kod yaratmış da olmuyor musunuz?
Bunun içine bir mum yerleştirirsem, yine de çayın tadını alırsın. Beni ilgilendiren, bunun ne olduğu değil, ama çayın tadını alabiliyor olmandır.
Yaptığımın görsel ve fiziksel sonucu, işin önemli kısmı değil. Benim için önemli olan izleyicinin ne hissettiği, ne yaptığı, hangi tepkiye neden olduğu. İsimler, kelimeler çok önemli. Zira genetik kodlar, toplumumuzun DNA’ları insan isimlerdir. Dünya zaten insan ile ilgilidir. Biz ilişkileri kelimelerle yaratırız. Kelimeleri kullanır, işime bir isim veririm. Böylelikle yeni bir genetik kodlama yaratırım.
Bu elemanları kullanıp kodlamalardan kurtulmak nasıl oluyor?
Mesela kayaları ele alalım. Ben kaya diyorum ama sen gözünün önünde başka şeyler görüyorsun. Belki dün kayak yapıyordun ya da Himalayalar’da yürüyordun. Hayal edebileceğin tüm kayaları düşünürsün. Oysa benim kayam kayaya benzemiyor.
Evet, daha çok büyümekte olan minerallere benziyor.
Doğada bulunan kayalara benzemiyor. Malzemesi de aynı değil; ama adı ile herkesi bir kaya olduğuna şartlandırıyor.
Ve bu kaya yansıtan bir malzemeden yapılmışsa, o zaman izleyici, kendisini de bu kayanın içinde görüyor.
Evet, tam da bunu demek istiyorum. Kaya yok oluyor. Ve ortaya bir yansıma çıkıyor. Yansımada önemli olan onun içinde ne gördüğün. Kendini görüyorsun, sonra sen de, o ne ise, ya da ne olmak istiyorsan, o oluyorsun. Kendini görmezsen kendini görene dek hareket ediyorsun. Çünkü kendini arıyorsun; ama bir bütün olarak göremediğin kendini tamamlamak için hareket ediyorsun.
Konuya geri dönersek, bitkiler filiz verir. Bir tohumu toprağa bırakırsan, yağmur sonrası yavaş yavaş kök salar ve yeniden bir ağaç olur. Kayalar bunu yapmaz. Ben hepimizin bitkilerden bildiği bu kodları alıp kayaya ekliyorum. Birden bire, sadece ben öyle sunduğum ve bu işe ‘kaya büyümesi’ ismini verdiğim için kayalar da düşüncende büyümeye başlıyor. Ve her parçası gördüğün gibi farklı bir yöne doğru büyüyor. Aynı şekilde alt-kültürler büyüyor, duygular, hisler büyüyor. Birbirimize ya da bir şeylere verdiğimiz tepkiler de böyle büyüyor. Benim için önemli olan eserin seni nereye götürdüğü, senin neye dönüştüğün, bununla ne yapacağın. Eserin kendisi ise sadece bir atlama tahtası, sadece bu atlayışı kolaylaştıran bir aracı.
Yeni projelerinizle ilgili ne söylersiniz bize?
Sürekli çalışıyorum. Tasarım işinde, hep gelecekte yaşıyorum. Zira şimdi yaptığım iş, yıllar sonra piyasaya çıkabiliyor. Tam olarak biz de bilmiyoruz. Sanat alanında ise büyük ve önemli bir iş üzerinde çalışıyorum. Brüksel’de Atomium binası 1958’deki ‘Gelecek, projeksiyon ve progresif düşünce sistemlerini’ temsil eden büyük Expo Fuarı için inşa edilmişti. Onlar da ilk defa sanat fuarı için benden bir iş istediler. Açılış, nisan ayında olacak. Ancak bu, sürekli orada kalacak bir heykel çalışması. Açıkçası, şimdiye kadar orada yer alan ve kalacak olan tek heykel. Tabi Avrupa’daki İsrailli yabancı bir kişi olan benim için fantastik bir durum bu. Dünyadaki herhangi bir sanatçıyı seçebilirlerdi. Hepimizin tanıdığı herhangi bir kişiyi; ama beni seçtiler. Ve bu harika! Burayı yılda iki milyon kişi ziyaret ediyor. Bu, sıra dışı bir şans benim için.
Avrupa’da yaşayan İsrailli bir Yahudi olarak anlatmak istediğiniz bir şey var mı?
Size İsrailli ve Yahudi olmakla ilgili ilginç bir hikâye anlatayım. Ben aslında yaptığım iş anlamında hiçbir zaman Yahudi toplumuyla iletişim halinde değildim. Yahudi cemaati için tasarım ya da sanat üretmiyordum. Sadece yolumda ilerliyordum. Derken Tel Aviv’deki galerimle çalışmaya başladım. Galerinin sahibi, “Göreceksin bu inanılmaz bir etki. İsrail’de olan her şey o kadar güçlü ki, bütün dünyayı kapsıyor” diyordu. Bense işime bakmak istiyordum. İşime konsantre oldum. Sergiyi yaptık. Bu serginin ve İsrail’de yaptığım her şeyin tüm dünyada inanılmaz etkisi oldu. Her yerde. Türkiye’de, Fransa’da ya da Amerika’da, Alaska’da. Çünkü Yahudiler İsrail’e gitmeyi seviyorlar ve oraya gittikleri zaman farklı hissediyorlar. Galerileri ziyaret ediyorlar. Sözünü ettiğim, Yahudi, Budist ya da başka bir toplumun parçası olduğumuzdan dolayı obsesif toplumsal bir bağ değil. Daha çok bir cömertlik seviyesi. Gidiyorlar, satın alıp almamaları da önemli değil. Ancak, bildiğin gibi Yahudilerin her zaman bir fikirleri vardır ve bunu taşıyorlar, paylaşıyor ve etraflarına yayıyorlar. “Ben gittim ve şunu gördüm. Bence sen de gidip görmelisin, çok başarılı, güzel bir çalışma,” diyorlar. İnternetten fotoğrafını bulup paylaşıyorlar. İnsanları bir araya getirmeye bayılıyorlar. Bu sanki bir devasa örümcek ağı gibi bir şey. Böylesi bir katkıyı bir Fransızdan ya da bir Almandan alamazsın.
Siz Yahudi’yi anlatıyorsunuz, ama bu arada sizinle özdeşleşmiş olan ‘Kaya büyümesi’ heykelleri gözümün önünde yine kalıp değiştirip, insanlar arası bağlantı kuran bir Yahudi’ye dönüştü bile. Hiç şüphesiz, Arik Levy, Yahudi, bağlantı kurmak sözleri de kaya dendiğinde beynimde cızırdayan imgelerin arasındaki yerlerini aldılar.
Bunun hiç sonu yok. Ve başka bir kaya büyümesi de olabilir. Bu yenilenme.
FIKRA GİBİ BİR ANI
Yaklaşık iki yıl evvel Koreli dev bir oyuncak imalatçısı, yeni nesil oyuncaklarını yaratması için Arik Levy ile irtibata geçer. Uzun uçak yolculukları nedeniyle işi almaya çok istekli olmayan Levy, muhatabına sorar:
- Neden ben? Dünya çapında tanımış bir sürü Koreli tasarımcı var. Ben size ne yapabilirim ki?
- Bak, der Koreli, belki nedenini söylersem, kabul edebilirsin.
- Dinliyorum.
- Biz çocuklar için üretim yapan çok büyük bir oyuncak firmasıyız. Şimdiye kadar gördüklerinizden daha büyük. Ne yapacağımızı bilmiyorduk. Yeni nesil oyuncaklar üretmek istiyoruz. Durum böyle olunca, Budist rahiplere gittik.
Arik, anlattığı olaya ara verip ekliyor: “Herhangi bir firmanın, mesela Nestle’nin rahiplere gittiğini, “Yeni kahvemizi kime yarattıralım” diye sorduklarını düşün! Ancak Budizm öyle bir güçlü, öyle açık bir zihin hali ve dolayısıyla öyle heyecan verici ki, gidip onlara “ne yapalım?” diye sordular.
Rahiplere gittiler:
- Biz bilmiyoruz. Kime yaptırmalıyız yeni oyuncakları?
- İsrailli Yahudi bir tasarımcı arayın; çünkü Yahudi çocuk yetiştirme şeklinde aile birlikteliğine ve çocuklara verilen ilgi o kadar güçlü ki, bu güç yazılmamış ve bilinmeyen özel parametreler içeriyor. Bu da oyuncakların daha iyi olmasını sağlayabilir” Geri döndüklerinde tasarımcı listelerini incelediler:
-Alo, Arik?
-Evet.
-İsrailli?
-Evet.
-Yahudi?
-Evet.
-Tasarımcı?
-Evet.
-Benim adamım sizsiniz.
“Hayır diyemedim. Gerçekten çok heyecan verici bir andı.”