Renan Eskinazi ALEF merkezinde çocuklara yönelik ‘Küçük Girişimciler’ adlı bir program başlatıyor. Eskinazi’den sunduğu program ve çocuklara katkıları hakkında bilgi aldık
Küçük girişimciler kimlerdir? Bu program kaç yaş aralığındaki çocuklar için uygun?
3-13 yaş grubu aralığındaki geleceğimizin işadamları/kadınları, bilimcileri, tarihçileri, sanatçıları kısacası geleceğimizin savunucularına verdiğim bir isim Küçük Girişimciler.
Türkiye çok genç bir nüfusa sahip. Hepimiz biliyoruz ki ülkemizin geleceği Küçük Girişimciler olarak adlandırdığım genç neslin ellerinde.
Programın içeriği nedir?
Çocuklarımıza geleceklerinde kendi ayakları üzerinde durabilecek, kendine güvenen, sağlıklı bireyler haline getirebilecek anahtarları verebilmek. Programın amacı, üzerinde önemle durduğumuz dört ana unsur olan, analitik düşünce, yaratıcılık, sosyallik ve duygusal beceriyi kutu oyunları, kitaplar, bilgisayar gibi çeşitli araçlar kullanılarak eğlenceli bir şekilde İngilizce olarak öğretmekle çocukların içlerindeki potansiyeli fark etmelerini sağlamak, yeteneklerini ortaya çıkararak istediği hedefleri gerçekleştirmelerine yardımcı olabilmektir.
Dünya değişiyor. Eskiden işe alınacak adaylarda sadece mezun olunan okul, yabancı dil bilgisi gibi kriterlere bakılırdı. Şimdi ise tüm CV’ler birbirleri ile aynı olduklarından adayın kişilik özellikleri, davranışı, vizyonu, takım ruhuna uyumu ön plana çıkıyor. Bir kişinin karakter ve kişiliğinin çok küçük yaşlarda biçimlendiğini biliyoruz. Araştırmacılar çocukların hayatlarında kendilerini tanımlayacak kişilik özelliklerinin 7 yaş kadar küçük bir yaşta tespit edilebileceğini söylüyor.
Programı İngilizce uyguluyor olmanın çocuklar acısından kazanımları neler?
Önce altını çizmek isterim, programım İngilizce ama benim işim kesinlikle İngilizce öğretmek değil. Ben İngilizceyi sadece bir araç olarak kullanıyorum. Türkiye’de farkına vardığım bir şey bazı okulların İngilizce öğretiminde daha çok gramer, okuma gibi unsurlara önem verip kulak alışkanlığı yaratmayı arka plana atıyor olması. Benim yaptığım çocuklara İngilizce dinleme/ duyma alışkanlığı yaratmak, dili sevdirebilmek. Sevgi olunca zaten gelişim de onu izliyor. Çocuklar eğlenerek öğrenirken duydukları yabancı dile karşı koyucu değiller. Bazen anlayamasalar bile, zaten oyunların bir dili var, yabancı dil konuşmam onlara bir baskı olarak değil deşifre etmeye çalıştıkları başka bir oyun olarak geliyor.
İngilizceden dolayı programın işleyişinde çocukların zorluk çektikleri oluyor mu? Bu program belli bir İngilizce seviyesi gerektiriyor mu?
Çok minimal düzeyde zorluk çekiyorlar. Ama programı sevdikleri sürece bu hiçbir zaman bir engel teşkil etmiyor. Biliyorsunuz çocuklar sünger gibidir. Ne verirseniz onu almaya hazır. Yine üzerine basa basa belirtiyorum çocuklardan sonuç alabilmek için yaptıkları şeyi sevmelerini sağlamak gerek. Eğitimin püf noktası bu.
Tabii ki programı İngilizce yapabilmem için bir baz yaratılmış olması lazım. Genelde öğrencilerim İngilizcenin en azından 2. dil olarak öğretildiği okullara gitmekteler. Dil konusundaki gelişimleri okulun dili ne kadar iyi öğretebildiği ile doğru orantılı. Ben sadece içlerinde biriken hazineyi dışarı çıkarmalarına yardım ediyorum. Yani öğrendiklerini biriktirip sonra bunu konuşmaya döküyorlar.
Bu programı sen kendin mi yarattın yoksa var olan bir sistemden mi uyguladın?
Bu program benim programım, fakat bir icat değildir. Hayatta edindiğim deneyimin bir sentezidir. Bu programla yaptığım var olan düşünceleri farklı bir gözle bir araya getirmek oldu. 21 senedir eğitim sektöründeyim. Bu süre içinde üç değişik şirkette öğretmenlikten, eğitmenliğe, müfredat yazmaktan eğitim koordinasyonluğu yapmaya kadar değişik pozisyonlarda çalıştım. Sadece Türkiye’de değil, 15 sene yaşadığım New York’ta beraber çalıştığım devlet okullarından, özel okullara, vakıflardan eğitim bakanlığına kadar sektördeki değişik kuruluşları daha yakından görme fırsatı yakaladım, nelerin işleyip nelerin işlemediği görmek için yeterince zamanım oldu.
Bu program çocuklara ne kazandırıyor?
En önce kurallara uymayı, paylaşmayı, grup çalışmalarında uyumu, işbirliği yapmayı, kazanma ve kaybetme karsısında tutumu, başkalarının hatalarından öğrenebilmeyi, içindeki duyguları ve düşünceleri hiç filtrelemeden ortaya koyabilmeyi, planlamayı, bilgi analizi yapabilmeyi, karar verebilmeyi, sonuç çıkarabilmeyi, hafızada tutabilmeyi… Kısaca hayatın anlamını bulmak için gerekli olan IQ ve EQ dengesini…
Beraber bir örnek yapalım mı? Oyun denince aklınıza ne geliyor? 8 tane kelime yazın ve sonra okuyun bakalım.
Oyunlar hayatın bir simülasyonu. Oyun oynarken sergilediğin davranış biçimlerin hayatta bir olay karşısında vereceğin tepkiler ile benzer, biz oyunları kullanarak davranış biçimlerini şekillendirmeyi hedefliyoruz.
“OUT OF THE BOX” düşünmek ne demek?
Geniş açıyla bakabilmek, bir şeye baktığında farklı duygularını çalıştırabilmek demek. Bakmak değil, görmek demek.
Dünyamızdaki ezberci ve dayatmacı bir eğitim bireylerin yaratıcılığını öldürüyor. İnsanları yanlış yapmaktan, hatalı bulunmaktan utanır sıkılır hale getiriyor ve normları olduğu gibi kabul edip sorgulamadan uygulamanın ve uyum sağlamanın zorunluluk olduğu bir anlayışı kabul etmeye zorluyor. Bu çarkın içinde döne döne bir süre sonra çarkın bir dişlisi haline geliyoruz. Bunun dışında kalabilmek gerek.
Zaten o kutu da aslında yok. Tamamen sanal. Kendi kendimizi hapsettiğimiz o kutuyu bizler yaratıyor ve imgeliyoruz. Yaşanmışlıklar, hatalar, yenilgiler ve yaşamımız boyunca edindiğimiz denemeler sonucunda kazandığımız tecrübeler bu kutuyu inşa ediyor.
Oysa çocuklara baktığımızda çok daha ‘objektif’ bir biçimde sınırları ortadan kaldırabiliyorlar. Önemli olan hep öyle kalabilmeleri…
Seni bu işe iten ne oldu?
Ben 27 Aralık 1973 doğumluyum. Yani, sene sonu çocuğuyum. İlkokul 1’de Işık Lisesi’ne giderken diğer çocuklardan hem fiziksel olarak daha küçüktüm, hem duygusal yönden olgunlaşmamıştım. Sizde kabul edersiniz ki bunlar eksik iken analitik yönün ortaya çıkabilmesi çok zor. Kısacası öğretmenlerin tabiriyle iyi bir öğrenci olmaktan çok uzaktım. Çoğu şeyi anlamakta çok zorluk çekiyordum, diğer çocuklar gibi okuyamıyor ve matematik problemi çözemiyordum. Kimse bana diğer çocuklardan daha küçük olduğumu söyleme gereği duymadı. Bu beni yetersiz hissettirdi, çok mutsuz etti, okulu hiç sevemedim. Ve bunun izleri ta lise hayatıma kadar beni izledi. Sonra üniversitede biraz açıldım, iş hayatına girdiğimde çok hızlı ilerledim, sonra Amerika çıktı karşıma orada kendimi fark ettim; işte o zaman değişimler başladı. Eğer potansiyelimi önceden görebilseydim ya da daha küçük olduğumdan dolayı anlayamadığım bana söylenseydi belki üzerimdeki baskıyla büyümeyecektim. Her şey daha kolay olacaktı.
Her çocuğun bir potansiyeli var, ama bu kimselerle karşılaştırılamaz, standartlar konulup bu başarılı bir çocuk bu değil diye bir ayırım yapılamaz.
Osho demiş ki, “Hiç kimse üstün değildir, hiç kimse aşağı değildir, fakat kimse eşit de değildir. İnsanlar yalnızca eşsizdir, karşılaştırılamaz. Sen sensin, ben benim. Ben potansiyelimi hayata vermek zorundayım; sen potansiyelini hayata vermek zorundasın. Ben kendi varoluşumu keşfetmek zorundayım, sen kendi varoluşunu keşfetmek zorundasın..!”
Amerika’daki toplumun çocuklarının ve ailelerin bu tarz aktivitelere katılımlarına karşı yaklaşımları nasıl oluyor?
Çocuklar her yerde, her kültürde aynıdır. Mutlu oldukları, eğlenip zevk aldıkları sürece çok pozitif, istekli bunun sonucunda aileler de çocuklar mutlu olduğu için mutlu. Önemli olan çocukların kalbini kazanmak.
İki toplumu da kıyaslarsan sence farklarımız neler? Avantaj ve dezavantaj olarak nitelendireceğin farklılıklarımız neler?
Orada çocuklar daha olgun, sorumluluk sahibi, kendi ayakları üzerine basıp daha erken yaşta kendi kararlarını verebiliyorlar. Aileler çok küçük yaşlardan itibaren çocuklarına sorumluluk veriyor, örneğin; odasını toplamaları gerektiğini onu yapmadan önce en sevdikleri aktivite ne ise onu yapamayacaklarını açık bir dille kurallar çerçevesinde anlatıyorlar. Çocuklar kural sever. Sadece onlardan ne beklentiniz olduğunu siz kafanızda belirleyin yeter.
Galiba orada insanların daha bireysel, daha kendine dönük yaşamları, bizden daha fazla sistematik, disiplinli ve kuralcı olmalarını gerektiriyor.
Dezavantajları ise çocuklar daha asosyal büyümekteler. Büyük şehirlerin getirdiği bir problem bu tabii. Ancak İstanbul bu durumda bir istisna çünkü gittikçe de büyüyen bir şehir olmasına rağmen, biz Türkler Akdeniz insanlarıyız. Beraberlikten, sıcaklıktan, kalabalıktan çok hoşlanıyoruz. Toplu olarak hareket ediyoruz, arkadaşlarımız, sevenlerimiz çok insan ilişkilerimiz daha sıcak, candan ve gerçek. Birbirimize daha çok vakit harcıyoruz.
Biz çocuklarımızı da hep beraber cümbür cemaat büyütüyoruz. Kuzenler, arkadaşlar sürekli evimizin kapısını çalıyorlar. Öyle de devam etsin…