Batıdaki komşularımızdan Bulgaristan’ın oldukça ilgi çekici bir tarihi var. Özellikle de 20. yüzyıl Bulgar tarihi adeta yaşanan kayıpların telafisi için girilen maceraların ve bu maceralar için ödenen pahalı bedellerin bir özeti gibidir.
Bulgaristan’da 8 Eylül 1946’da yapılan halk oylamasıyla ülkede cumhuriyet ilan olundu. Akabinde de son kral II. Simeon’un ülke dışına çıkarılmasına karar verildi. Aradan yarım asır geçtikten sonra bu kez karşımıza komünist rejim sonrası Bulgaristan başbakanı olarak çıkacak olan II. Simeon’un yolu böylelikle İstanbul’dan geçti.
Bulgaristan 5 Ekim 1908’de Osmanlı İmparatorluğu'ndan koptuktan kısa bir süre sonra girdiği Balkan savaşlarında umulmayacak kadar büyümüş, bunun neticesinde ilk savaşta müttefiki olan devletlerin öfkesini üzerine çekmişti. Bu gelişmenin de etkisiyle ülke, bazı kaynaklarda II. Balkan Savaşı olarak geçen bir mücadele sonrasında, ciddi toprak kayıpları yaşamak durumunda kaldı. Yaşanan bu toprak kayıplarını I. Dünya Savaşı vesilesiyle telafi etmek isteyen Bulgaristan, Çanakkale’de Osmanlı birliklerinin başarılı direnişi sonrasında İttifak devletlerinin safında mücadeleye girdi. Bilindiği üzere bu mücadelenin sonu, Bulgaristan açısından tam bir hezimet oldu. Bağımsız Bulgaristan’ın ilk kralı olan Ferdinand, savaşın sonunda tahttan oğlu Boris adına feragat etmek zorunda kaldı. 1918 Neully anlaşmasıyla Bulgaristan, komşuları olan Romanya, Yunanistan ve Sırbistan’a karşı toprak kayıpları yaşadı. Bu da Bulgar idarecileri uygun zamanda yeni bir maceranın içine girme konusunda hazır hale getirdi.
I. Dünya Savaşı’ndan Bulgaristan ekonomik anlamda da yıkılmış olarak çıktı. Bu durum ülke içinde sosyalist akımın güçlenmesine ortam hazırladı. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş hazırlıklarının yapıldığı günlerde, 23 Eylül 1923’de Bulgaristan’da, Komünist parti tarafından bir ayaklanma başlatıldı. Ancak ayaklanma, kısa sürede bastırıldı. 1927’ye gelindiğinde komünistler, İşçi Partisi’nin etrafında birleşti. Lakin hükümetin başında bulunan yetkililer, özellikle I. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan toprak kayıplarının da etkisiyle 1930’lar Avrupa’sında oluşan kutuplaşmalarda faşist kanada yakınlık gösteriyorlardı. Bu durumun da etkisiyle Bulgaristan, 1941’e gelindiğinde Almanya ve İtalya ile ittifak kurdu. Kısa sürede de bu ittifakın semerelerini aldı. Bulgarlar; Makedonya, Batı Trakya ve Dobruca’nın tartışmasız hâkimi olurken, Bulgar kuvvetleri Almanların yardımıyla Sırbistan’ı da çiğnedi. Mücadele bu şekilde devam ederken, Sovyetler de boş durmuyor ve el altından Bulgaristan’daki komünistleri ayaklanmaları için kışkırtıyordu. Böylesi bir ortamın içinde kral Boris, esrarengiz biçimde öldü ve yerine henüz çok küçük yaşta bulunan oğlu II. Simeon geçti. 1944’ün ikinci yarısında Bulgaristan’da rejim değişikliği yaşandı ve Sovyetlerin de yardımıyla komünistler 9 Eylül 1944’de gerçekleştirdikleri bir darbeyle iktidarı ele geçirdiler. Hemen akabinde de eski müttefik Almanya’ya savaş ilan edildi. Bu hamle, en azından Bulgaristan’ın savaş sonrasında toprak kaybetmesini önledi.
Bulgaristan’daki kraliyet rejiminin mukadderatı ise savaş sonrasına bırakılmıştı. 8 Eylül 1946’da yapılan halk oylamasıyla ülkede cumhuriyet ilan olundu. Akabinde de son kral II. Simeon’un ülke dışına çıkarılmasına karar verildi. Genç kral, annesi ve kız kardeşi ile birlikte ana tarafından dedesi olan ve Mısır’ın İskenderiye limanında sürgünde yaşayan sabık İtalya kralı Victor Emmanuel’in yanına gitmeye karar verdi. Aradan yarım asır geçtikten sonra bu kez karşımıza komünist rejim sonrası Bulgaristan başbakanı olarak çıkacak olan II. Simeon’un yolu böylelikle İstanbul’dan geçti.
TÜRK GAZETECİLER VAPURDA
Cumhuriyet gazetesinde olayla ilgili ilginç bir haber yayınlanıyordu. Gazeteci Metin Toker, kraliyet ailesinin bindiği Aksu vapuru ile gizlice İzmir’e kadar gitmişti. Toker’in anlattıklarına göre, kendisi ve fotoğrafçı arkadaşı Namık, “Aksu” vapuruna gizlice binmişlerdi. Bunun için de hareketinden üç saat kadar önce, Aksu vapuruna gelerek saklanmışlardı. Gemi denize açıldıktan sonra saklandıkları yerden çıkmışlardı. Fakat aynı yöntemle Faruk Felik ve Kadri Kaya’nın da gemide olduklarını öğrenmişlerdi. Rakip gazeteciler, kral ve ana kraliçeyi görüntüleyebilmek için işbirliği yapmaya karar vermişlerdi. Zira kraliyet ailesi yeni Bulgar cumhuriyetinden bu iş için tahsis edilen kişilerce sıkı bir şekilde korunuyor, kendileriyle röportaj yapılmasına ve görüntülerinin alınmasına izin verilmiyordu.
Toker’in anlattıklarına inanmak gerekirse kendisi, en zayıf halka olarak gördüğü kraliçenin nedimesi ile temas kurma yoluna gitmişti. Nedimenin gezdirdiği ‘Mr. Çips’ adındaki köpekle ilgilenen Toker, bu suretle nedimenin gönlünü kazandığını ve onunla sohbet etme imkânı yakaladığını dile getirir. Sohbet esnasında ilginç bilgiler de edinmişti. Mesela Toker’e göre küçük kral İngilizce, Fransızca, Almanca ve İtalyancayı mükemmelen konuşuyordu. Ana kraliçe ise son derece mütevazı ve vefalı bir kişilikti. Zira yakın zamanda kaybettiği kocası kral Boris’in yasını tutmaya devam ediyordu. Ortalıkta siyah matem elbiseleri ile dolaşıyordu. Toker, sadece nedime ile değil, eski kral Boris’e on beş sene hizmet etmiş bir uşakla da sohbet etme imkânı bulmuştu. Uşak, kralın Almanların baskısına dayanamayarak zehir içmek suretiyle intihar ettiğini söylüyordu. Uşağa göre, vatanperverane duygularla intihar eden kralın bu durumu, halk arasındaki itibarının yükselmesini önlemek amacıyla, yeni yönetim tarafından kasıtlı olarak dile getirilmemişti.
Toker, sonrasında tekrar nedime ile temas kurmuş, kraliyet ailesinin neden demeç vermediğini ve fotoğraf çektirmediğini sormuştu. Cevaben de kendisine bu meselede karar yetkisinin yeni idareyi temsil eden ve kendileriyle aynı vapurda bulunan üç kişinin elinde olduğu söylenmişti. Ancak nedime, şöyle bir çözüm yolu önermişti. Ana kraliçe kaptan köşküne çıkacak ve burada kaptanla konuşurken bir fotoğrafı alınacaktı. Kraliçeyi gözaltında tutan muhafızların bir anlık dalgınlığından istifade ile ana kraliçe, kaptan köşküne çıkarılmış ve bir fotoğrafı alınmıştı. Ancak buraya kadar bir polisiye havasında anlatılan olayları belgeleyecek fotoğraf yazık ki gazetede yayınlanmamıştır. Bu da doğal olarak anlatılanların nereye kadar gerçek, nereye kadar kurma olduğu sorusunu akla getirmektedir.
Hâsılı kral ve ailesi İstanbul’u gezememiş olsalar da İzmir’de karaya çıkmışlar ve fuarı gezmişlerdi. Sonrasında kral, 80 küsur yaşında tahtından edilen dedesi ve eski İtalya kralı Victor Emmanuel’in yanına, İskenderiye’ye doğru yoluna devam etmişti.
Toker yazısını Balkanları gayet güzel anlatan ve Yunan kralı Yorgi tarafından söylendiğini ifade ettiği şu sözlerle bitiriyordu: “Balkanlar’da hiç belli olur mu? Orada bir gün hiçsinizdir, ertesi gün bir kral”.
Kral II. Simeon ve ailesi İzmir’den sonra Mersin’in yolunu tutmuş ve 22 Eylül günü Mersin limanına varmışlardı. Burada bir saatliğine karaya çıkan ve Bulgar hükümetinin temsilcisi Stefanov tarafından sıkı bir şekilde gözetilen sabık kral, Mersin’in turistik yerlerini gezmiş, sonrasında gemisine geri dönmüştü. Stefanov, gemiden inen kralın fotoğrafını çekmeye çalışan gazetecileri engellemeye çalışmıştı. Gemi 23.00 sularında İskenderiye’ye doğru yola çıkarak Türk kara sularını terk etti.
İSTANBUL ÜZERİNDEN İSKENDERİYE’YE GİDİŞ
2001-2009 yılları arasında Bulgaristan’da başbakanlık yapan sabık Bulgar kralı Simeon, 1946’da ülkesini terk etmek zorunda kaldığında İstanbul üzerinden İskenderiye’nin yolunu tutmuştu. Sabık kral, yanında annesi ana kraliçe Giovanna ve kendisinden biraz daha büyük ablası Marie Louise olduğu halde, Sirkeci garında gazeteciler tarafından karşılanmıştı. Yine garda Bulgaristan’ın eski Ankara Büyükelçi’si M. Antonof ile kraliçenin vatanı olan İtalya’nın konsolosu Piyetro Markelli de hazır bulunmuşlardı. Kral ve ailesi İstanbul’da ancak bir saat kalmış, sonrasında ise İskenderiye’nin yolunu tutmuşlardı.
Saat 12.00 sularında Sirkeci garına giren trene, önce İtalya konsolosu binmiş ve ana kraliçe ile bazı mevzuları konuşmuştu. Zira ana kraliçe aynı zamanda İskenderiye’de sürgünde bulunan eski İtalya kralı Victor Emmanuel’in kızı idi. Sonrasında siyahlar giyinen ana kraliçe ile çocukları, peronda kendileri için hazırlanan bir yere alınmışlardı. Ana kraliçe gazetecilerin tüm sorularına cevaben gösterilen ilgiden dolayı teşekkür ettiğini, ancak hiçbir şey söyleyecek durumda olmadığını ifade ile karşılık vermişti. Küçük kral da sorulan sorular karşısında başını hafifçe “hayır” anlamında sallamakla yetinmişti. Yaklaşık iki kamyonu bulan kraliyet ailesinin eşyası, Aksu vapuruna konduktan sonra aile, İskenderiye’ye doğru yola çıkmıştı. Aile, İstanbul’dan yıldırım hızı ile geçmiş, ne Haliç kıyısındaki Sveti Stefan ya da Demir Kilise adı ile bilinen Bulgar kilisesini, ne de İstanbul’daki Bulgar cemaatinin idari makamı olan eksarhaneyi ziyaret etmemişti. Tüm Ortodoks dünyasının en görkemli mabedi olarak bilinen Ayasofya’yı da gezmemişlerdi. Zira İstanbul, onlar açısından zorunlu yolculukları üzerinde bulunan küçük bir istasyondu.
Aynı gün Bulgar cumhurbaşkanı M. Kolonof, değişen rejim dolayısıyla uluslararası kamuoyunda meydana gelen korkuları gidermek için, Bulgaristan’ın dünya barışını temin etme konusunda üzerine düşen vazifeyi yerine getireceğini söylemişti.
DÖNÜŞÜ MUHTEŞM OLDU
Kral II. Simeon bir müddet sonra İskenderiye’den, İspanya’ya gitti ve burada uzun yıllar yaşadıktan sonra Bulgaristan’a muhteşem bir dönüş yaptı. Bulgaristan’ın komünist iktidar dönemindeki son yöneticisi olan Todor Jivkov’un, Berlin duvarının yıkılmasının hemen ertesi günü devrilmesi sonrasında ülke, çok partili rejime geçti. 1990’da yapılan ilk seçimleri Komünist partinin devamı niteliğindeki Bulgaristan Sosyalist Partisi kazandı. Ancak partinin iktidardaki sonunu, özellikle ekonomik sorunlar karşısında düştüğü açmazlar getirdi. Sonrasında iktidarı ele alan Demokratik Güçler Birliği, ülkeyi hem AB sürecine sokmuş, hem de yüzde 500’lere çıkan enflasyonu tek haneli rakamlara indirmişti. Ancak refah seviyesinin halka yansımaması ve partinin karıştığı yolsuzluklar, hızla halk desteğini kaybetmesine neden oldu.
2001’de yapılan seçimlerde ise sürpriz bir aday, büyük bir halk desteğine kavuştu. Bulgaristan’ın son kralı olan II. Simeon ‘Bulgaristan İçin Birlik Koalisyonu’ adlı hareketin başında girdiği seçimlerde yüzde 42 oy alarak iktidara geldi ve sekiz yıl boyunca ülkeyi idare etti. Onun iktidarını bu denli ilgi çekici kılan sadece eski Bulgar kralı olması değildi. Aynı zamanda Simeon, hukuka karşı da mücadele ederek politikaya girmek zorunda kalmıştı. Evvela cumhurbaşkanlığına adaylığını koymaya çalışmış ancak yasal engellerle karşılaşmıştı. Sonrasında başbakanlık için seçim yarışına katılmıştı. Üstelik seçimlerden sadece altı ay önce ülkeye gelmiş ve iki aylık bir örgütlenme süreci sonrasında müthiş bir oy patlaması yapmıştı.
Siyaset bilimciler II. Simeon’un bu başarısını farklı etkenlere bağlamışlardır. Bunların başında hanedan üyesi olmasından kaynaklanan karizmatik kişiliği, Bulgarların daha önce denedikleri partilerden beklediklerini alamamaları, isimleri yolsuzluklara karışan diğer partilerin aksine Simeon‘un temiz bir çıkış yapma şansına sahip olması gibi sebepler seçim sonuçlarında belirleyici olmuştu. Her ne kadar Simeon görev yaptığı süre içinde kendisi ile yapılan bazı röportajlarda kraliyet rejimine açık kapı bırakmış olsa da, görev süresi boyunca bu konuda doğrudan bir teşebbüste bulunmadığı biliniyor. Onun siyaset sahnesine çıkması, Balkanların politik yaşamını renklendirdi. Doğal olarak bu durum gözlerin Güney Afrika, İngiltere, Fransa, İsviçre gibi ülkelerde yaşayan diğer Balkan ülkelerinin veliahtlarına çevrilmesine neden oldu. Hatta Arnavutluk örneğinde olduğu gibi, Johannesburg’da yaşayan eski kral Leka’nın yeniden tahta geçmesi için 1997’de halk oylaması yapan ülkelere de tesadüf olundu. Her ne kadar bu oylama üçte iki çoğunlukla reddedilmiş olsa da Balkan coğrafyasının ileride daha ne gibi sürprizler getireceğini şimdiden tahmin etmek zor.
KAYNAKÇA
Fahir Armaoğlu; 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi
Cumhuriyet gazetesi 18-19, 23 Eylül 1944
Birgül Demirtaş-Ayşe Özkan; “Kral ‘Baba’ II. Simeon’un Zaferi: Bulgaristan’ın Umuda Yolculuğu”, Stratejik Analiz, cilt: 2, sayı: 16, Ağustos 2001, s, 25-32
Nazif Kuyucuklu; “Bulgaristan”, DİA, cilt: 6, İstanbul 1992, s. 399-401
J. M. Roberts; Yirminci Yüzyıl Tarihi, Ankara 1999