AÇLIK OYUNLARI’nın ikinci ayağı ATEŞİ YAKALAMAK ilkinden çok daha etkileyici bir devam filmi
İsyankâr gençliğin hislerini yansıtmaya odaklanan yapısıyla bu fütüristik film, politik mesajlar vermede sosyolojik göndermelerde bulunmada, post-modern toplumu eleştirmede, felsefi boyutuyla fark yaratıyor. Karakter ve atmosfer yaratmadaki başarısıyla, bilimkurgusal aksiyon sahnelerinde gerilim yaratmadaki hüneriyle, karizmatik ana kahraman Jennifer Lawrence’ın güzelliğini yansıtmadaki becerisiyle, yönetmen Francis Lawrence’ın iyi bir iş çıkardığını söylemek mümkün
Genelde devam filmleri ilk filmlerin başarısını yakalayamaz. Suzanne Collins’in fenomene dönüşen gençlik serisi ‘Açlık Oyunları’nın ikinci sinematografik adaptasyonu bu kaideyi bozan, ilkinden çok daha etkileyici bir devam filmi.
İsyankâr gençliğin hislerini yansıtmaya odaklanan yapısıyla ‘Açlık Oyunları: Ateşi Yakalamak’ Politik mesajlar vermede, sosyolojik, göndermelerde bulunmada, post-modern toplumu eleştirmede, felsefi boyutuyla ilkine nazaran daha başarılı.
İlk filmi Gary Ross yönetmişti. İkinci filmde ‘I Am Legend’, ‘Water For Elephants’ ve ‘Constantine’den hatırladığımız, videoklip yönetmenliğinden gelme Francis Lawrence’in imzası var.
Karakter ve atmosfer yaratmadaki başarısıyla, bilimkurgusal aksiyon sahnelerinde gerilim yaratmadaki hüneriyle, karizmatik ana kahraman Jennifer Lawrence’in güzelliğini yansıtmadaki becerisiyle Francis Lawrence’ın iyi bir iş çıkardığını söylemek mümkün.
Amerika’nın geleceğine umutsuz bir bakış açısıyla yaklaşan ‘Açlık Oyunları’ fakir madenci bölgesi 12’den seçilen Katniss (Jennifer Lawrence) ile partneri Peeta’nın (Josh Hutcherson), diğer bölgelerden gelen rakiplerini öldürerek ‘Açlık Oyunları’ndan zaferle ayrılmalarını izlemiştik.
Devam filminde, sistemin başına geçen diktatör (Donald Sutherland) başdanışmanının (Philip Seymour Hoffman) tavsiyesiyle, açlıktan kıvranan bölge halklarının isyanını bastırmak için ikinci bir açlık oyunları tertip etmesini izliyoruz.
Filmin başında bütün bölgeleri gezerek zafer turlarını izlediğimiz Katniss, başkentin baskısıyla fakirliğe mahkûm edilen bütün bölgelerde isyanlar çıktığının, kendisinin de bu isyanların sembolüne dönüştüğünün bilincine varır. Demir pençeli diktatör Snow ve strateji uzmanı, acımasız danışmanı, Katniss’ten yararlanmayı sürdürerek ikinci bir ‘Açlık Oyunları’yla isyanı bastırmanın peşindedirler.
Yeni bir organizasyona göre, her bölgeden seçilen biri kadın diğeri erkek toplam 24 yarışmacı, belirli bir bölgede hayatta kalma mücadelesi vereceklerdir.
‘AYNI KIZA ÂŞIK İKİ ERKEK’ FORMÜLÜ
Tabii Katniss-Peeta ikilisi, 75. yıl etkinlikleri kapsamında yapıldığı söylenen bir ‘Açlık Oyunları’na katılmaya zorlanacak, Katniss madende çalıştırılan özgürlük savaşçısı aşkı Gale’den (Liam Hemsworth) uzak tutulacaktır.
Yazar Suzanne Collins, serisinin ikinci romanında evvelce ‘Alacakaranlık’ serisinde de kullanılan ‘aynı kızı seven iki erkek’ formülüne başvuruyor.
Peeta hayranı olduğu, platonik ve karşılıksız bir aşkla sevdiği Katniss’i düşmanlarından korumak için savaşacaktır.
2,5 saat süreli filmin ilk yarısı oyunlara katılacak karakterleri tanıtarak, bölgelerde yükselen tansiyonun şiddet kullanılarak bastırılmaya çalıştırılmasını anlatarak geçiyor.
İkinci bölüm başkan Snow’un manipüle ettiği ve televizyonda naklen yayınlanan Açlık Oyunları’nda yaşanan ölümcül yarışı anlatıyor.
Film bu yönüyle, Andrew Niccol’un senaryosunu yazdığı, Peter Weir’in yönettiği, Jim Carrey’in kariyerinin en başarılı performansını çıkardığı 1998 tarihli ‘Truman Show’ başyapıtını akla getiriyor.
Türün bir başka önemli filmi, emsalsiz Romy Schneider’in hayatının rolünü oynadığı, Bertrand Tavernier’in 1980 tarihli filmi, ‘Naklen ölüm/La Mort En Direct’ adlı başyapıtıydı.
Fantastik maceranın bu ikinci ayağı, büyük isyanı konu alacak, serinin son iki filmine hazırlamak için kullanılıyor. Köprü işlevini başarıyla yerine getirdiğini söylemek gerek.
‘Silver Lining Playbook’ ile bu yılın Oscar ödülünü kazanan Jennifer Lawrence, ekibin koçunu canlandıran Woody Harrelson, kostüm tasarımcısında (şarkıcı) Lenny Kravitz, sinik danışmanda Philip Seymour Hoffman, başkanda karizmatik Donald Sutherland filmin başarılı oyuncu kadrosunu oluşturuyorlar.
AYRILIK ZAMANI
Bağımsız sinemanın ikinci haftasında vizyon şansı bulamayan, apar topar afişten indirilen kaliteli yapımlara kapısını açan ‘Kariyo- Ababay Vakfı’ sponsorluğundaki ‘Başka Sinema’ etkinliği, sinefiller için bir Sinematek olma işlevini başarıyla sürdürüyor.
Son İstanbul Film Festivali’nde En iyi Yönetmen ödülünü kazanan, bu yıl Berlin Film Festivali’nde Panorama bölümünün açılışını yapan Aslı Özge’nin ‘Hayatboyu’su geçte olsa (Başka Sinema kapsamında) izleyicisiyle buluştu. Alt tabakadan insanların yaşamlarını konu edinen ilk uzun metrajlı çalışmasında özgün, kontrollü ve mesafeli anlatımıyla hayranlığımızı kazanan Aslı Özge’nin ikinci filmi ‘Hayatboyu’ istikbal vaat eden bir kadın yönetmeni müjdeliyor.
Uzun, steril evlilikleri sürecinde birbirlerine yabancılaşan, üst orta sınıf bir çiftin evliliğinin çöküşüne odaklanan film, evlilik kurumunu otopsi masasına yatırıyor.
Aslı Özge’nin yazdığı senaryo, ressam ve tasarımcı Ela (Defne Halman) ve mimar Can’ın (Hakan Çimen) ateşli bir sevişme sahnesiyle açılıyor.
Açacağı yeni serginin yoğun hazırlık sancılarını yaşayan Ela ile işinde başarılı olduğu gözüken Can’ın aklı başında arkeolog bir delikanlıyla yuva kurma aşamasında, liberal fikirli bir kızları vardır. Dikey tasarlanmış, üç katlı, bol odalı, mimar kocanın eseri olan, seçkin bir semtteki evlerinde oturan tipik burjuva çiftin görünürde sorunları yoktur. Ancak gelişen olaylar, çiftlerin arasındaki iletişimsizliğin had safhada olduğunu, ne birlikte olabilen ne de ayrılabilen çiftin zoraki bir evliliği kerhen sürdürdüklerini görürüz.
Aslı Özge toplumsal sorunlara kadınca bakışıyla Ela’nın yalnızlığını, çaresizliğini ve getirilerini özenli ve mesafeli bir sinema diliyle anlatıyor.
Evliliklerinin tükendiğinin bilincinde olan bir çiftin, kısa konuşmaları ve sessizliklerini toplumsal çevreleriyle olan ilişkileri üzerinden anlatan Aslı Özge bizlere yalnızlıkla ilgili karanlık bir tablo çiziyor.
Sinemamız için yeni sayılabilecek bir üslubu senaryosuna yerleştiren Özge, karakter tahlillerindeki başarısına, mekân kullanımındaki hünerini ekliyor. Zordaki bir ilişkiyi sürdüren çiftin birlikte yaşadıkları (ön cephesi tamamen cam kaplı) ev adeta filmin üçüncü ana karakteri. Burada Emre Erkmen’in nefis, birinci sınıf görüntülerinin de hakkını teslim etmek gerek.
Sonraları Ela’nın kurtulmak isteyip de bir türlü cesaret edip terk etmediği bu konforlu eve bir hapishane gözüyle baktığını görürüz. Tesadüfen kulak misafiri olduğu bir telefon konuşmasından kocasının bir ilişkisi olduğunu öğrenmesi Ela’nın yazgısını değiştirir.
Giderek soğuyan bir ilişkinin mağdurunu, karakterin ruhuna nüfuz ettiği güçlü performansıyla canlandıran Defne Halman, bu ilk başrolünde tam not alıyor. Ela’nın sergisinin açılışında figüranlar arasında sevgili eleştirmen kardeşim Cüneyt Cebenoyan’ı görmek hoş oldu.