Deneme okumayı seven birisi değilim. Hatta bu yaza kadar, okuduğum denemelerin sayısı bir elin parmağı kadar azdı. Ancak yazın Montaigne’in denemelerinden küçük bir bölüm okuduktan sonra, denemelere olan ilgim arttı. Bence denemeler, bir romana oranla daha çok yaşamı sorgulatıyor ve farklı bakış açılarını daha çabuk kazandırıyor. Ustaca yazılmış bir roman da bize farklı bir bakış açısı sunabilir, (aklıma ilk olarak Camus’un Yabancı’sı geliyor) ancak arada kurgu olduğu için bir romanda bu bakışı yakalamak çok daha zor. Okuduklarım arasında beni en çok şaşırtan deneme Andy Warhol’un Andy Warhol Felsefesi oldu. Andy Warhol kelimelerle arası iyi olan bir sanatçı değil, zaten de kitabı Andy Warhol’un ses kayıtlarını birleştirerek sekreteri Pat Hackett yazmış. Ancak, Warhol’un aşk, para, seks, başarı, sanat ve genel olarak hayat hakkındaki tutumu, benim için en az Tolstoy ve Montaigne kadar etkili oldu. Bu etkinin en büyük nedeni, Andy Warhol’un ideal ve gerçekteki yaşam tarzı arasındaki tezatlıktı.
Bana göre Andy Warhol, kendi tanımıyla bir “ticari sanat” olan Pop Art’ın yaratıcısı olmakla beraber, aynı zamanda modern ve özgür yaşam tarzının en büyük temsilcisi. Sanatını belki de bu kadar popüler kılan neden, yaşam tarzı. Gerek Studio 54 ve 70’ler diskosuna verdiği destekle, gerek Edie Sedgwick gibi yarattığı Süper starlarla Warhol, modern, cesur ve liberal New York’u simgeler. Ancak Andy Warhol Felsefesi’ni okuduktan sonra bu kanım değişti. Görünenin aksine, Andy Warhol evlilik, sosyal çevre, cinsiyet rolleri ve aile gibi konularda oldukça tutucu bir bakışına sahip. Dahası, Andy Warhol’un ideal yaşam tarzı modern ve liberalden çok geleneksel, özendiği dönem ise1950’ler Amerika’sı. Gönlünde evlenmek ve çocuk sahibi olmak var, kitapta sıkça onu evde bekleyen bir eş düşlediğini belirtiyor. Seks onun için değer verildiğinden çok daha önemsiz. İnsanların 40 yaşından sonra seks hakkında bilgilendirilmesini istiyor, çünkü diğer türlü çabuk sıkılınacağına inanıyor. Transseksüeller hakkında görüşü, düşünülenden daha tutucu. Transseksüellere saygı duyduğunu, ancak kadın aktör tutmaya parası yetmediği için onlara filmlerde roller verdiğini söylüyor. Oldukça milliyetçi; Amerika’ya ve Amerikan kültürüne âşık. En önemlisi de partiler ve sosyal bir çevre yerine sakinliği kesinlikle tercih ediyor.
Andy Warhol’un idealindeki yaşam tarzı ile gerçekteki yaşam tarzı arasındaki fark beni iyice düşündürdü. Daha sonra fark ettim ki idealindeki yaşam tarzını uygulayamamasının sebebi, gay olan cinsel kimliğini o dönemlerdeki koşullardan dolayı, konservatif aile hayatı içinde yaşatamaması. Sansasyonel ve gösterişli bir hayat yaşamasının asıl sebebi ise, sanatı destekleyebilmek sanatına destek toplamak ve pazarlayabilmek…
21. yüzyılda yaşamanın bize sağladığı en büyük artı, daha önce belki zıt sayılan kimlikleri bir arada yaşayabilme özgürlüğü. Tabi bu hemen hayata entegre edilmiş bir gelişme değil, hele de Türkiye’de bu özgürlüğe tamamıyla sahip olmamıza yıllar var. Ancak şimdiden farklı bir tablo görebiliyorum. Andy Warhol, günümüz New York’unda yaşasaydı, evli ve çocuklu biri olabilirdi. Hızlı bir yaşam sürdürmeden de ilgi çekmeyi başarabilir, sanatını daha kolay pazarlardı. Günümüzden 50 yıl sonra, Türkiye için de benzer bir hayal kurabilmek istiyorum. Çünkü kalıplardan çıkmış, toleranslı ve özgür bir yaşam herkesin hakkı.