Modern tarihin başlangıcı sayılabilecek Fransız Devrimi batı dünyasına için eşitlik kavramını getirmiş olsa da antisemitizmin önüne geçmekte yeterli olmadı. Ulus – devletlerin anlam kazanmaya başladığı 19. yüzyılda kendisini ülkesine adamış bir isim olan Alfred Dreyfüs’ün olayı, Yahudi karşıtlığının sembolü oldu
Modern tarihi anlamanın yolu Fransız Devrimi’ni irdelemekle başlar. Şeklen Bastille’in işgali ya da Kral ve Kraliçe’nin giyotinde son bulan yaşamları ile dillere dolanmıştır Devrim, ancak pek tabii ki sosyal ve siyasi yaşantındaki etkileri bunun çok daha ötesine geçmiş, yüzyılları aşıp günümüze dek gelmiştir.
DEVRİMİN ANLAMI
Eşitlik ile daha önceki dönemdeki toplumsal konumu ne olursa olsun artık herkesin eşit olduğu ifade edilir. Bu adaletin yerine getirilmesinden başlayıp meslek seçimine dek uzanan ve bireyin toplum içindeki yerini belirleyen tüm uygulamalar için geçerli bir olgudur. Fransız Cumhuriyetine tabi olan insanlar artık vatandaştırlar ve eşittirler.
Kardeşlik ile toplumu yaratan tüm bireylerin, aynı geçmişi paylaşmasalar dahi aynı geleceği paylaşacakları ifade edilir. Kraliyet etrafında yaratılan soylu sınıfın veya kilisenin gücü etrafında yapılanan ruhban sınıfının artık hükmü yoktur.
Özgürlük insan yaşantısının temelidir. Yayınlanan ilk İnsan Hakları Beyannamesi ile kişinin toplum içindeki tüm temel özgürlükleri garanti altına alınmıştı. Kilisenin etkisini yitirmesi süreci laikliğin tesis edilmesine önayak olmuştu. Dini hiyerarşinin devlet işlerine müdahil olması önlenince yeni bir siyasi yapıya zemin hazırlanmıştı.
Bu değişiklikler anayasa ile kanuna bağlanmış ve hukuki bir yapı oluşturulmaya çalışılmıştı. Öte yandan, olup bitenlerin bireyler üzerindeki etkilerini ölçmek mümkün değilse de, bu denli köklü değişikliklerin kolayca hayata geçmesi elbette ki rahat olmamış ve neredeyse tüm 19. yüzyıl boyunca Cumhuriyetçiler ile Monarşiyi savunanlar arasında zaman zaman iç savaş derecesine varacak gerginlikler yaşanmıştı.
Bu itiş kakış içinde yalnız Yahudilerin değil toplumu oluşturan tüm unsurların derin bir kimlik bunalımına süründüklerini tahmin etmek zor olmasa gerek! O ana dek toplumsal anlamda tecrit edilmiş bir yaşantı süren, gettolarda kapalı kalmaya zorlanmış Yahudilerin aniden ‘vatandaş’ konumuna geçmeleri, kolay anlaşılır bir durum değildi. Yahudi emansipasyonu gerçi uzun yıllar önce başlamış ve burjuva sınıfı içinde kendilerine bazı köprü başları edinmişlerdi. Ancak yine de, özellikle kilisenin ve asil sınıfın etkin olduğu bu yapı içinde kendilerine yer edinmeleri mümkün olmamıştı.
Monarşinin etkin olduğu zamanlarda Yahudi bireyi arzu ettiği meslekleri icra edemiyordu. Meslek edinme özgürlüğü bir yana, seyahat etme özgürlüğü dahi yoktu. Büyük kentlerin merkezine girebilmek için yerel yöneticiden izin alması ve kenti hava kararmadan terk edeceğini taahhüt etmesi gerekmekteydi. Gündelik hayatı kendisine zehir eden bu gibi birçok uygulamanın devrim süreci ile birlikte sona ermesi iyi olmasına iyiydi de, karşıdan nasıl görülüyordu acaba?
Napolyon’un anayasaya koyduğu bir madde ile Yahudiliğin bir din olarak algılanacağı öngörülmüştü. Buna göre Yahudi dinine bağlı Fransız vatandaşları söz konusu olacaktı. Yahudiler böylesi bir yeniliğe hazır mıydılar? Ve daha da önemlisi içine her gün daha fazla girmeye başladıkları toplum, onları bu yeni kimlikleri ile kabul etmeye hazır mıydı?
Kardeşlik kavramı ortaçağ antisemitizmini yıkmaya yetecek miydi? Yahudiler gerçekten diğer vatandaşlar kadar eşit mi olacaklardı kanun önünde? Kamu görevleri onlara açılacak mıydı, örneğin hâkim olabilecekler miydi, ya da asker?
Fransız Devrimi’nin insanlığa kattığı zenginlik, Yahudi varlığı ile beraber yüzyılları aşan antisemitizmi durdurmadı, zaten tersini düşünmek çok safça olurdu. 19. yüzyıl bünyesinde barındırdığı dinamizmle durağan giden toplumsal yaşantıyı allak bullak etmiş, antisemitizm de bu dinamizmden nasibini almıştı.
YAHUDİ’NİN KİMLİK ARAYIŞI
Bu yüzyıl ulus – devletlerin anlam kazanmaya başladığı, milliyetçilik kavramı ile de asırlar boyu devam eden imparatorlukların sonlarına doğru sürüklendikleri bir dönemin başıdır. Avrupa’da çok kan akmış, endüstri devriminin getirdiği yeni fikir akımları toplumları bölmeye başlamıştı. Kıtayı teslim alan yoğun duman içinde Yahudi’nin kimlik bunalımı ciddi boyutlara ulaşmış ve nihayetinde her tekil Yahudi, kendi yaşadığı hayata, devir aldığı mirasa uygun tercihlerini yapma noktasına gelmişti.
1720’lerde İngiltere’nin İskoçya ile güç birliği yaparak Büyük Britanya’ya oluşturmaları, Fransa’da monarşinin tarihe karışması sonrasında yaşanan Napolyon Dönemi, Napolyon’un tarih sahnesinden çekilmesi ile Prusya’nın sivrilmeye başlaması ve 1870’lerde hayata geçen Alman Birliği… Bunun yanında Rusya’da Çar’ın, Osmanlı’da ise Padişah’ın günü yakalamakta gösterdikleri yavaşlık…
Çerçevenin böyle tanımlandığı bir ortamda, kimi Yahudi kendisine açılan aydınlanma yolunu tercih eder, hayatını içinde yaşamakta olduğu topluma adar. Bilimde, sanatta, iş hayatında yarattıkları ile ona katkıda bulunur. Ancak bunu Yahudi kimliği ile yapmaz.
Kimi Yahudi, kendi gerçeğini bir yana koyar. İnsani değerlerin takipçisi olurken, bu anlamda, örneğin emeğe gösterilmesi gereken saygının peşinden koşar. Toplumları yerinden oynatacak fikirlere öncülük eder. Ancak bunu Yahudi kimliği ile yapmaz.
Kimi Yahudi, pogromlara tanık olur. Çareyi direnmekte bulur. Geleneksel Yahudi yaşantısının buna verebileceği bir cevabı olamayacağına kani olur. Rejime direnir. Bir şeyleri değiştirmeye çalışır: Daha insanca yaşamak için, daha insanca paylaşmak için… Örneğin Çar’a karşı hareketleri destekler. Bunu yalnız fikirsel anlamda yapmaz. İsyanını eylemlerle besler, Kızıl Ordu’ya dek gidecek süreci başlatır. Ancak bunu Yahudi kimliği ile yapmaz.
19. yüzyılın çalkantılı yaşantısı içinde, kendisini ülkesine adayan bir isimdi Alfred Dreyfüs. Ailesi, Fransa ile Almanya arasında sıkışıp kalan Alsace bölgesindendiler. Bölge Prus ordusunun eline geçince toparlanıp Paris’e taşınmışlardı. Alfred burada eğitimini tamamlamış ve daha sonra, önceleri Yahudilere açık olmayan askeri okulu bitirerek orduya katılmıştı. Orduya katılım süresince kendisine ve başka bir Yahudi arkadaşına yapılan haksızlıklara karşı giriştiği protesto hareketi siciline olumsuz görüş olarak işlenmişti. Fransız ordusunda Yahudilerin komuta kademelerine yükselmeleri, genelkurmayda etkin konumda bulunan bazı kişileri rahatsız etmişti.
Bu rahatsızlık esas itibarı ile toplumsal yaşantının her kademesinde vardı. Özellikle kilisenin eski gücüne kavuşmasını arzu eden ve bu anlamda monarşinin yeniden tesis edilmesi yönündeki arzularını aktif hale getirenler, taze Cumhuriyetteki antisemitizmi doğrudan ya da dolaylı şekilde körüklüyorlardı. Gerçi amaç Yahudilere karşı gelmek veya onları dışlamak değildi. Amaç Cumhuriyeti devre dışı bırakmak ve Fransa’yı uzun zaman önce terk ettiği limana yeniden taşımaktı. Antisemitizm, her zaman olduğu gibi amaca ulaşmada en etkin silah olarak kullanılmakta, yaygın bir şekilde prim yaptığı için, hedefin bir yan ürünü olarak toplumun katmanlarına servis edilmekteydi.
DREYFÜS OLAYINI NASIL OKUMALI?
1885 seçimleri sonucu Kralcıların parlamentoda çoğunluğu sağlamaları işleri derinden değiştirir. Devrimin ateist olmakla suçlanan – ya da buna belki laik demek gerekirdi – ruhu çöker. ‘La France Juive’ ilk antisemit kitap olarak yayınlanır. Fransa’nın başına gelen tüm şanssızlıklar ve olumsuzluklar temelde Yahudilere fatura edilir.
Alfred Dreyfüs işte böylesi bir iklimde, biraz da, Yahudi olduğu için kendisine yapılan haksızlıklara karşı giriştiği protestoların kurbanı olacak ve dönemin en büyük antisemit dalgasının öznesi seçilecekti...
Dreyfüs Olayı esas itibarı ile genişçe irdelenmesi gereken bir süreci ifade eder. Dolayısı ile burada bunu yapmak bizi tartışmaya açmak istediğim noktadan uzağa taşır. Burada olayların nasıl geliştiğinden ziyade sonuçlarına odaklanmayı tercih edeceğim.
Alfred Dreyfüs’ün Alman ordusu lehine casuslukla suçlandığı ve hüküm giydiği süreç, antisemitizmin kabuk değiştirdiği bir dönemdi. Antisemitizm o ana dek hep belli bazı odakların kışkırtması ile gündeme gelmişti. Gerçi Hıristiyan dininin koduna işlenmiş bir Yahudi düşmanlığı uzun asırlar boyunca hep vardı. Roma İmparatoru Konstantin ile başlayan ve büyüyerek devam eden, ortaçağ engizisyonlarında değişik boyutlara ulaşan, kan iftiraları ile tecrit edilmeleri ile, yurt bildikleri topraklarından kovulmaları ile devam eden, veba yaydıkları ya da şeytanla işbirliği yaptıkları gerekçesi ile öldürülmelerine dek varan olaylar yaşandı. Avrupa’nın doğusunda, Rus Çarlığının Yahudi yaşayan hemen yerinde görülen pogromlarda da, diğer bölgelerdeki vahşetin başında da ya Kilise vardı ya da onun güdümündeki soylular, hükümdarlar.
Ancak, 19. yüzyılın sonlarında, Fransa’da gelişen olaylar, antisemitizmi bir halk hareketi haline getirir. Dreyfüs’ün şahsı etrafında yürütülen soruşturma zaman içinde, yerini, öncesi görülmemiş bir Yahudi düşmanlığına bırakır. Toplum Dreyfüs’ü destekleyenler ve karşısında olanlar şeklinde ikiye bölünür. Fransız Cumhuriyeti tarihinin siyasi ve sosyal açıdan en kaotik dönemini yaşamaktadır.
Bu sürece damgasını vuran önemli bir gerçek basındı. Yeni yeni oluşmakta olan basın elbette ki süreci etkilemişti. Amaç hükümeti ve orduyu etkileyip hukuki süreci ipotek altına almaktı. La Libre Parole, Le Pelerin, Le Placard Anti-Juif gibi dergi ve gazetelerin sütunlarında yayınlanan makale ve karikatürlere bakılacak olursa, Yahudi, Fransa’nın iliklerini kadar ulaşmış ve ulusun kanını içen bir parazit gibidir. Yahudi Dreyfüs, kendisine teklif edilen kirli parayı alırken, saf Fransa’ya ihanet etmiştir. Kirli parayı, onurlu Fransız ordu üniforması içinde almıştır ve bu affedilmez bir suçtur.
Dreyfüs Olayı, antisemitizmin bir halk hareketi olmasına zemin hazırlayan bir dönemi işaret eder. Bu dönem, Fransız adalet sistemine isyan ederek kendi popülaritesini ortaya koyup Alfred Dreyfüs’ün yeniden yargılanma sürecini başlatan Emil Zola’yı da işaret eder. L’Aurore gazetesinde baş sayfada yayınlanan açık mektup, bir Fransız aydının yaşanan hukuksuzluk karşısındaki tepkisini dile getirir. Benzer şekilde, bir Fransız Yahudi’si, Bernard Lazare da duruma el koyacak ve ailesinin talebi doğrultusunda Dreyfüs’ün yeniden ve daha adil bir şekilde yargılanması için çaba harcayacaktı.
Bu olayların tarihe kazandırdığı en önemli isim ise şüphesiz Viyana’dan gazetesi adına olayları incelemeye gönderilen muhabir Theodor Herzl olacaktı.