Venedik’te ölümle, Titan’lı buluşma
Gustav Mahler, 1910 yılının karanlık bir sonbaharında Dr. Sigmund Freud’un kapısını çalıp, uzun süre devam ettiği pzikanalize son vermek istediğini söylediğinde dokuz yıldır yönettiği Viyana Operası’nın direktörlüğünden istifa etmişti. Felaket yılları üst üsteydi; beş küçük kardeşini gençlik yıllarında ardı ardına difteri salgınında kaybetmiş, ablası beyin tümöründen ölmüş, bir ağabeyi intihar etmiş, diğeri akıl hastanesine kaldırılmış, birkaç gün önce de küçük kızını kaybetmişti.
‘Kindertotenlieder / Ölü Çocuklar İçin Şarkılar’ biriken bunca travmanın sonucu doğmuştu.
Thomas Mann’ın ‘Venedik’te Ölüm’ adlı romanını yıllar önce okuduğumda içimde garip bir huzursuzluk ve rahatsızlık duymuştum. Öncesinde de birkaç eserini okumuştum, tanıyordum; Thomas Mann, yirminci yüzyılın en büyük yazarlarından biriydi; eserleri büyük beğeni toplamış ve yazar 1929’da Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülmüştü.
Thomas Mann’ın ‘Venedikte Ölüm’ü savaş yıllarını da içine alan, insanlığın bu acınası çıkmazını derin bir psikolojik analiz ve lirizmle betimliyor. Sanat, estetik, aşk ve ölüm bir cinayet romanı gibi birbirini izleyen, hatta birbirini tetikleyen ögeler olarak karşımıza çıkıyor.
On iki çocuklu yoksul bir Yahudi ailenin oğlu olan Mahler, yaşamı ve mesleği boyunca gururu, ihtirası ve aşırı tenkitçiliğiyle çağında pek de sevilmemiş hatta eserleri anlaşılamamıştı. Yeteneklerini sezenler ise çok azdı. Oysa besteleri yıllar sonra tanınıp, gün ışığına çıktığında çağının en önemli bestecisi olduğu anlaşıldı.
Gustav Mahler’in on senfonisinden en çok seslendirileni olan 1. Senfonisi ‘Titan’ Mahler’in yaşamı ve yazgısıyla ilgili bir önseziyi içerdiği gibi, daha sonra besteleyeceği senfonilerinin bazı simgesel niteliklerine de işaret etmekteydi.
Titan’ın, ikinci bölümünü kaydırarak araya aldığı Andante Allegretto ‘Blumine’ adeta bir intermezzo tadında Mahler’in lirik bir ezgisidir. Dördüncü bölüm (İnsanlık Komedisi) 17.yüzyıl ressamı Jacques Callot’un bir gravüründen esinlenerek bestelenen cenaze marşıdır. Olağanüstü bir tonasyon ve enstruman zenginliğiyle yorumlanan bu bölüm herkesin bildiği kanon biçimindeki ünlü çocuk şarkısı ‘Frere Jacques’dır. Ritmik adımlarla ilerleyen kederli cenaze alayının arasına ironi ile yaklaşan ve dans eden şeytanın kaderi alaya alışı betimlenir.
Mahler kendi açıklamasıyla, bölümün bu lirik yorumunda timpaninin eşliğinde mizahi bir üslupla tekrarlanan marşın, “Bu kötü bandonun yarattığı izlenimin, cenazeye karşın, dünyanın çığlığını, bayağılığını ve alaycılığını yansıttığını” belirtir.
Thomas Mann, Venedik’te Ölüm adlı yapıtında yarattığı genç kahramanla Platon’un ‘Güzel idea’sının peşinde koşar. Adeta özneleştirilen bu ütopik fantaysa, görünüşteki mükemmelliği ile beğeni kazanır ama, anlaşılır ki sanatın tehlikesi de bu mükemmellikte saklıdır. Bunu güzele olan teslimiyet olarak niteleyebiliriz. Öyle bir teslimiyet ki, ahlaki değerlerin çöküşüne, kültürün yerini barbarlığın almasına neden olur. Thomas Mann 1939’da, en önemli Nazi karşıtı deneme yazılarından birini, ‘Bruder Hitler’ başlığı altında yayınladığında, Venedik’te Ölüm Nazi Almanyasının habercisi olma niteliğini de kazanır.
Ahlaksız sanatçı, yani birader (Bruder) faşizmin temsilcisidir. Bu da Adolf Hitler’dir. Goethe’yi ve Schiller’i örnek alan Almanya’nın temsilcisi ise Thomas Mann’dır. Şairlerin ve düşünürlerin ülkesi olan bu Almanya Thomas Mann’da vücut bulup öteki yani faşist Almanya’ya karşı mücadele etmektir.
Mahler’in senfonileri kimilerince hiç anlaşılmadı. Her ne kadar eleştirmenlerin Mahler’e yönelik suçlamaları sürekli olarak devam etti ise de, özellikle 4. Senfoni’nin seslendirilmesinden sonra bestecinin kariyeri gözle görülür bir yükselişe geçti. Dördüncü senfonisinin prömiyeri Kasım 1901’de Münih’te yapıldı. Viyana’da ise ilk kez 1902 yılında seslendirildi. O dönemde yaygın olarak yürütülen antisemit kampanyaların da etkisi ile olumsuz eleştirilerin şiddeti artmıştı. Eleştirilerde, eserin Hıristiyan ruhuna bir saldırı veya müzikal mantığın sonu olduğu gibi ifadeler yer aldı.
Bu sebeplerden dolayı Mahler’in yapıtları bestelendiği dönemlerde kıta Avrupası’nda seslendirilemedi.
Dört ve Beşinci Senfonileri ABD’de de seslendirildi. Antisemitizmin ve Alman kültür mirasını koruma misyonunun etkisinde olamayan Amerikalı eleştirmenler Mahler’in müziğine hayranlıkla olmasa da merak ve ilgi ile yaklaştılar. New York Times’ın Beşinci Senfoni üzerine yayınladığı yazının başlığı ise ‘Yeni ve zor bir eser’ oldu...
1944’te Amerikan uyruğuna geçen Mann, II. Dünya Savaşı’nda Alman dinleyicileri için faşizm karşıtı radyo programları hazırladı ve 1947’de ‘Doktor Faustus’ adlı romanını yayınladı. Mann bu romanında Nazi dönemiyle ilgili düşüncelerini açıkladı ve, “Nazizmin oluşup gelişmesi bir rastlantı olmayıp Alman tarihinin sonucudur”, değerlendirmesini yaptı.
Bir yanda Viyanalı besteci Gustav Mahler, diğer yanda edebiyatçı / Yazar Thomas Mann yaşantılarının travmaları ile baş etmeye çalışırlarken toplumsal değişimin ve baskı rejimlerinin de tanıkları oldular, acılarını çektiler, sürüldüler, ama buna rağmen ürettiler... Her ikisinin de yapıtları, edebiyata, müziğe ve birçok sanat dalına kaynak olmuştu ve olmaktadır...
Edebiyat, sinemanın en bereketli kaynaklarından biridir; ama her uyarlamadan, dahası çoğu uyarlamadan iyi film çıkmaz.
Sanırım, Venedik’te Ölüm, kaynak aldığı edebiyat yapıtının sanat düzeyine erişen, belki de o düzeyi aşan pek az filmden biridir.
Mann, Aschenbach’ın karakterinin ana hatlarını, Venedik’te Ölüm’ün yazılmasından bir yıl önce, 1911’de ölen besteci ve orkestra şefi Gustav Mahler’den almıştı. Ünlü İtalyan Yönetmen Visconti de, buradan yola çıkarak, Mann’ın yazar Aschenbach’ını filmde besteci ve orkestra şefi Aschenbach’a dönüştürmüş ve yüzü Mahler’e çok benzeyen bir oyuncuyu seçmişti bu role. Film boyunca akıp giden Mahler müziği eşliğinde edebiyatın ve müziğin eşsiz birlikteliği izlenebilir.
Mahler senfonilerinin usta yorumcusu Orkestra Şefi Elihau İnbal sanatın evrenselliğini şu sözlerle betimler:
“Arkamda Marks’lar, Troçki’ler, Einstein’lar, Rosenberg’ler, Bernstein’lar, Schonberg’ler, Rotschild’ler, Cohen’ler, Spielberg’ler, Woody Allen’lar, Saul Bellow’lar, Elias Canetti’ler, Elie Wiesel’ler, Yitshak Rabin’ler ve daha niceleri var, bunların birikimi benim de birikimimdir ve onlarla yaşamak, sanatı ölümsüz kılmaktır.”