2010 yılının Aralık ayında Tunus’ta başlayan ve Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn ve Suriye gibi Ortadoğu’nun otoriter rejimlerini sarsan, mevcut hiyerarşik düzenlere korku salan halk hareketlerinin üzerinden tam üç yıl geçti
Büyüyen nüfusa karşılık tırmanan kaynak sıkıntısı, işsizlik, gelir dağılımındaki eşitsizlikler, idari yolsuzluklar ve adam kayırmacılık gibi sorunlar bölge halkının geleceğe yönelik umutsuzluğunu beslerken, toplumsal tepkilerin siyasi baskı yoluyla daha fazla dizginlenemeyeceğini ortaya koydu Arap Baharı.
Özgürlük, eşitlik ve demokrasi talepleriyle yeni bir düzen kurulacağına yönelik olumlu beklentilere rağmen, Ortadoğu’da Tunus istisnası dışında somut bir kazanım sağlanamadı. Aksine, bugün gelinen noktada, bölge mezhepsel bir savaşın bataklık alanına dönüşürken, taraf olan devletleri, onların destekledikleri gruplarla birlikte günden güne içine çekiyor. Patlayan bombalar, siyasi infazlar, cihatçı grupların çatışmalarının hakim olduğu Ortadoğu’nun haritası adeta yeniden çiziliyor. Özellikle El-Kaide gibi nihilist çizgideki-amacı uğruna ölmek ve yok etmek odaklı- cihatçı grupların denkleme dahil olmasıyla devlet sınırlarını aşarak yayılan şiddet sarmalı sadece bölgeyi değil tüm dünyayı tehdit ediyor.
Yıllarca baskıcı yönetimlerin altında ezilmiş muhalefetin, sokaktaki insanın başkaldırısıyla sesini duyurduğu, siyaset dışına itilmiş grupların belki de ilk kez ülke yönetimlerinde görev alma fırsatını yakaladıkları bir değişim başlatmış olması dolayısıyla Arap Baharı hala geçerli bir referans noktası olma niteliğini korumakta. Ancak birçok ülkede hükümetlerin değişmesini tetikleyen bu dalganın neden Tunus örneğinde başarıya ulaştığı ya da neden bölge genelinde tersine döndüğü sorulması gereken sorular arasında. Arap Baharı’nın değişim rüzgarı, radikal eğilimlere sahip olan ve hatta terör listelerinde adı geçen İslamcı hareketlerin yönetici kadrolara dahil olarak siyasi meşruiyet kazanması, kurumsallaşması ve sonucunda ılımlı bir çizgiye yönelmesi için zemin hazırladı. Bu bağlamda Siyasi İslam akımının yükselişi ve düşüşündeki etkenler ülkelerin iç dinamikleri de gözetilerek tartışıldığı takdirde bugünkü şiddet ortamının çözümü için gerekli ipuçlarını yakalamak mümkün olacaktır.
Değişim rüzgârları
Tunus’ta bir seyyar satıcının tezgahının elinden alınmasına isyan edip kendini ateşe vermesiyle başlayan ayaklanmalar kısa sürede bölgedeki diğer ülkelere sıçradı. Çoğunluğu krallık veya tek parti sistemiyle yönetilen bölge ülkelerinin yöneticileri, koltuklarını tehdit eden demokrasi ve eşitlik talepleriyle birbirlerinden farklı yöntemlerle baş etmeyi seçseler de iktidarlarını korumak noktasında uzlaşarak dayanışma sergilediklerini söylemek yanlış olmaz. Örneğin, Sünni azınlığın Şii çoğunluğu yönettiği Bahreyn, ayaklanmaları bastırmak için Suudi Arabistan’dan hem finansal hem de askeri destek aldı. Bünyesinde Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt, Bayreyn ve Umman’ı bulunduran Körfez İşbirliği Konseyi, protestolar sonucunda petrol fiyatlarındaki artışın önüne geçmek ve istikrarı sağlamaya destek olmak amacıyla Bahreyn ve Umman’a 20 milyon dolarlık yardım yapmayı kabul etti.
Benzer bir şekilde Katar kamu sektöründeki maaşlara zam yaparak hoşnutsuzluğun önüne geçmeye çalıştı. Petrol zengini doğu bölgelerinde yüzde 20’lik Şii nüfus barındıran ve Sünniliğin koyu bir mezhebi olan Vahhabiliğin etkin olduğu Suudi Arabistan ise Arap Baharı’nın değişen dengeleri karşısında elini güçlendirmek amacıyla bölgede Sünni iktidarları desteklemeyi seçti. Bu bağlamda, Mısır’daki 3 Temmuz darbesi sonrası askeri yönetime düzeni sağlaması açısından 12 milyar dolarlık mali yardım yaptı. Amerika’nın 1.5 milyar dolarlık yardım bütçesinin yanında finansal desteğin boyutu daha net ortaya çıkarken, Suudi Arabistan bu duruşuyla Katar ve Türkiye gibi Müslüman Kardeşleri destekleyen ülkeleri karşına almaktan çekinmediğini göstermiş oldu.
Şii-Alevi azınlığın Sünni çoğunluğu yönettiği Suriye’de ise Bahreyn’den farklı olarak Beşar Esad yönetimi ayaklanmaları taviz yoluyla değil doğrudan şiddet uygulayarak durdurma yolunu tercih etti. 2003 Irak savaşından bu yana bölgedeki Şii nüfus üzerinde etkinliğini giderek artıran İran’ın Suriye’deki iktidara destek sağlaması, ülkeyi Sünni-Şii taraftarı devletlerin, muhalif gruplar üzerinden güç mücadelesine giriştikleri bir arenaya dönüştürdü.
Esad hükümetinin 21 Ağustos 2013’te Şam yakınında ayaklanmaları bastırmak amacıyla kimyasal silah kullanması tüm dünyanın tepsini çekerek iç savaşın uluslararası bir boyut kazanmasına sebep oldu. ABD’nin askeri müdahale seçeneğini rafa kaldırmasıyla devreye giren kimyasal silahların imhası için başlayan pazarlıklar, Suriye’deki yönetimi destekleyen ve gitmesini isteyen devletlerin masada kozlarını paylaştığı bir sürece yol verdi. Suriye’de geçici bir hükümet kurulması ve şiddetin derhal durması çağrısında bulunan Cenevre 1 ve ardından Esad hükümeti ve muhalif grupları aynı çatı altında buluşturmayı başaran Cenevre 2 görüşmeleri ile en azından ateşkes ilan edilmesi ve açlıkla boğuşan sivil halka insani yardım gönderilmesi için Birleşmiş Milletler’e geçit verilmesi yönünde diplomatik çabalar sürüyor. Mart 2011’den bu yana Suriye’deki iç savaşta ölenlerin sayısı 130.000’i bulmuş durumda. Öyle ki BM 7 Ocak itibariyle kaynaklarca doğrulanamaması nedeniyle ölü sayısını hesaplamayı durduracağını duyurdu.
Uyanış
Arap Baharı’nın başlattığı uyanış, birçok Ortadoğu ülkesinde hükümetlerin değişmesine zemin hazırlarken Tunus, Libya ve Mısır’da diktatörlüklerin yıkılmasıyla sonuçlandı. Libya’da Mart 2011’de şiddetlenen protestolar neticesinde Ağustos ayında 27 ülkeden oluşan uluslararası koalisyon müdahale etmiş ve ardından gelişen olaylar neticesinde Ekim ayında Muammer Kaddafi saltanatı sona ermişti. Ne var ki Kaddafi sonrasında kurulan geçiş hükümeti düzeni sağlamak açısından başarısız oldu ve ülke içinde 1700’ün üzerinde silahlı milis grubu kendi siyasi amaçları uğruna savaş vermekte. Geçtiğimiz Ocak ayında geçiş hükümetinin Endüstri Bakan Müsteşarı vurularak öldürüldü, İçişleri Bakanı ise kendisine karşı düzenlenen suikasttan kıl payı kurtuldu. Hükümette görev alan yetkililerin hedef alınması istifalara yol açarken, bunun parlamentonun işleyişini kilitleyeceği yönünde yorumlar yapılıyor.
Mısır ise devrimlerin sonuçlarının ne denli öngörülemez olduğunu gösteren bir diğer örnek. Hüsnü Mübarek’in 30 yıllık yönetimine son verilmesi, özellikle Müslüman Kardeşler hareketini temsilen Muhammed Mursi’nin iktidara gelmesi, Türkiye’nin sembolize ettiği ılımlı İslam modelinin uygulanabilirliği test etmek açısından önem taşıyordu. Ancak otoriter siyasi geleneğin kalıplarına sıkışan ve muhalefetten gelip muhalefetsiz iktidar etmenin gücüne kapılan Mursi yönetimi beklentileri boşa çıkararak sonu askeri darbeyle biten halk ayaklanmalarıyla karşı karşıya kalmıştı.
Yüzde 51’lik bir halk desteğiyle başa gelen Mursi’nin, Mübarek’ten devraldığı ülkede daha demokratik bir düzen kurma amacı taşımadığı kısa sürede belli oldu. İfade ve basın özgürlüğünü kısıtlayıcı uygulamalar ve cezalar, medya üzerindeki siyasi hâkimiyetin artırılması, yargının idari yapısına müdahale sayılacak atamalar ve düzenlemeler ve söz verilenin aksine devrim öncesini aratmayacak kısıtlayıcı bir anayasa yapılmasında ısrar edilmesi gibi adımlar kendisini iktidara taşıyan halkın Mursi yönetimine isyan etmesine yol açtı. Askeri darbeye giden süreçte hükümetin ekonomik başarısızlığı, azınlık gruplara (Hristiyanlar gibi) eşit mesafede yakın duramayışı ve ülke içinde güvenliği sağlayamaması da Mursi hükümetinin sonunu hazırlayan sebepler arasında sayılabilir. 1
Arap Baharı’nın kardeleni Tunus
Tunus, değişim rüzgarlarının etkisinde, inişli çıkışlı bir sürecin ardından demokratik tanımlamalara en yakın siyasi düzeni kurmayı başarmış ülke konumuyla istisnai bir yer teşkil ediyor. Arap Baharı’nın kıvılcımına ev sahipliği yapan ülke, isyanların başlamasından bu yana Zeynel Abidin Bin Ali’nin iktidarının sonlandığına tanıklık etti. Ardından sürgün edilmiş İslami Ennahda hareketinin temsilcilerinden El Gannuşi’yi seçimler yoluyla iktidara taşıdı.
Yeni bir anayasa hazırlamak sözüyle işbaşı yapan iktidar kendine tanınan zamanı verimli kullanamadı. Mısır’da yaşananlara benzer şekilde gücünü İslami çizgisinden alan yeni hükümetin yönetim deneyimi ekonomik göstergeleri düzeltmeye yetmedi. Giderek artan işsizlik ve enflasyon rakamlarına, yeni iktidar kadrolarının rant paylaşımları eklenince Bin Ali dönemini anımsatan yolsuzluklara tepkiler gelmeye başladı. El Gannuşi’nin iktidarı süresince siyasi figürleri hedef alan saldırılardan sorumlu tutulması da giderek artan muhalif seslerin korku yoluyla sindirilmesi olarak algılandığından, Tunus halkı kendini devrimin başladığı yerde buldu. Yer yer şiddetle sonuçlanan hükümet karşıtı gösterilere sahne olsa da Tunus’ta Mısır’dan farklı olarak muhalif grupların iktidarla pazarlıkları meşru siyasi çerçevede devam etti. Ve süreç geçtiğimiz Aralık ayında Ennahda’nın kendi isteğiyle yönetimden çekildiğini duyurmasıyla sonuçlandı. Yerine kurulan geçiş hükümetinin önümüzdeki ay yeni anayasayı oylaması bekleniyor.
Tunus’u Arap Baharı’nda farklı bir konuma taşıyan etkenler arasında, Bin Ali’den devralınan Tunus’un laik bir toplum yapısına sahip oluşu, İslami değerleri farklı inanış ve kimliklere eşit uzaklıkta kalacak şekilde siyasete uyarlayış geleneği ve bu geleneği ayakta tutan eğitimli sivil toplum tabanının-özellikle güçlü bir sendikanın- varlığının altını çizmek gerekiyor.2 Kazanımların geri alınmaya başlandığı noktada sivil toplum örgütleri, devreye girerek çoğulcu bir demokrasinin yerleşmesi için mücadele vererek başarılı olmuştur.
Arap Baharı’ndan Mezhep Savaşlarına
Arap Baharı’nın tetiklediği demokrasi ve özgürlük talepleri her ülkede, o ülkenin özgün koşulları ve kurduğu bölgesel ittifaklara bağlı olarak farklı bir tarih yazılmasına olanak sağladı. İktidarı halkla paylaşmak istemeyen yönetimler, ayaklanmaların temelinde, başında oldukları idari yapının ürettiği siyasi, ekonomik ve toplumsal sorunların yattığı gerçeğini reddedip, çalkantıların sebeplerini dış güçlerin müdahalesi olarak yorumladı ve bastırma yoluna gitti. Ekonomik tavizlerin, küçük çaplı reformların veya hükümet pozisyonlarındaki değişikliklerin yetersiz kaldığı örneklerde şiddetin tırmanmasının önüne geçilemedi.
Tunus ve Mısır’da birbirinden farklı sonuçlara varılmış olsa da İslami partilerin kısa süreli iktidar deneyimleri, Siyasal İslam’ın sonunun gelip gelmediği tartışmalarını beraberinde getirdi. Tarihin bu noktasından bakıldığında yönetim deneyimi olmayan İslami gruplar iktidarı kendi faydalarına hizmet edecek şekilde kullanma hatasına düşerek başarısız oldular. Ancak, şunu da teslim etmek gerekir ki, etnik aidiyetlerin, aşiret bağlarının, mezhepsel kimliklerin baskın olduğu Ortadoğu’da tebaadan yurttaşlığa adaptasyonun bu denli kısa sürede başarılı olmasını beklemek gerçekçi değil. Dolayısıyla Mısır ve Tunus örneklerine bakarak Siyasal İslam’ın sonunun geldiğini ilan etmek yerine, ileride kurulacak siyasi düzenin Müslüman Kardeşler ve Ennahda hareketlerinin deneyimlerinden yararlanarak dışlayıcı değil uzlaştırıcı, çoğulcu, laik ve demokratik bir yaklaşıma sahip olması gerektiğini vurgulamak daha yerinde olur. Ayrıca, İslami hareketlerin belli bir toplumsal tabanı temsil ettiği unutulmamalı. Muhalefetin siyasi platformda kendine yer bulamaması radikalleşmeyi körükleyeceğinden, siyasi entegrasyonun yollarını aramak gerekiyor. Ancak bu şekilde bölgede istikrar ve demokrasi arasında bir tercih yapılmasının önüne geçilebilir.
Öte yandan bugün Ortadoğu’da kontrolden çıkmış görünen mezhep çatışmalarına bakıldığında bunların ötesindeki güç rekabeti görülebilmeli ve şiddetin önüne geçebilmek için öncelikle bu rekabete çare bulunmalı. 2003 Irak Savaşı’yla tetiklenen mezhepsel fay hatlarının, bugün inanç farklılıklarının ötesinde, en başta İran ve Suudi Arabistan olmak üzere bölge devletleri ve onlara destek veren küresel aktörlerin de taraf olduğu bir etkinlik mücadelesinin parçası haline geldiğinin altı çizilmeli. Ölü ve yaralı sayısının günden güne tırmandığı Suriye’den bölgeye ihraç edilen şiddetin çapı ve sonuçları kestirilemiyor. Son dönemde Avrupa’dan gelip Türkiye üzerinden Suriye’ye geçerek savaşa katılan gönüllülerin varlığı düşünüldüğünde tehdidin boyutu belki daha net anlaşılabilir. Özellikle El-Kaide uzantısı Al Nusra ve örgütün 3 Şubat’ta arasına mesafe koyduğunu duyurduğu Irak Şam İslam Devleti (ISİD) gibi cihatçı grupların sınır ötesi etkinliklerini artırması, ISİD’in 2 Ocak’ta Irak’ın Felluce ve Ramadi kentleri ele geçirmesi, yine Türk Silahlı Kuvvetleri’nin güney sınırında IŞİD konvoyunu vurmuş olması tehlikenin kapımızda olduğunun yeterli bir kanıtı değil mi?
1 http://www.al-monitor.com/pulse/originals/2013/07/morsi-brotherhood-lost-egypt-bsabry.html##ixzz2sG4Zowpw
2 Tunus Genel Sendikalar Biriği UGTT Mısır’dakine benzer anti- demokratik müdahale olmadan halka demokratik ve barışçıl haklarını kullanarak hükümetin istifası için sokağa çıkma çağrısında bulundu.(31 Temmuz 2013) http://tendancecoatesy.wordpress.com/2013/07/30/tunisia-ugtt-trade-union-federation-demands-government-leaves/