Türkiye mutsuz insanlar ülkesi oldu

Goa Yayınları’ndan çıkan ‘Her şey Ekonomi Değil’ isimli kitabının eş yazarlarından akademiya ve özel sektörün önde gelen iktisat uzmanlarından Profesör Dr. Emre Alkin ve kendisinin ‘dahi’ olarak nitelendirdiği Yalın Alpay ile buluştuk. Kendileriyle kitap üzerinden, hayat ve hayatımızda çok önemli bir yer kaplayan ekonomi üzerine keyifli bir sohbet yaptık.

Selin NASİ Ekonomi
5 Mart 2014 Çarşamba

‘Her Şey Ekonomi Değil’ hayata dair bir kitap; ekonominin sadece rakamlardan ibaret olmadığını, öznesi insan olmadan anlam kazanamayacağını anlatan bir kitap.  Bir bakıma ekonomiye insani bir bakış getiriyor. Teorilerin insan hayatındaki gözlemlere dayandığını, deneyimlerle kanıtlandığını aktaran, okunaklı ve keyifli bir kitap.

Kitabınıza 80’lerden günümüze özellikle İngiltere-Türkiye arasındaki yolculuklarınız sırasında gözlemlediğiniz ekonomik trendleri, siyasi gelişmeleri ve bunların toplumsal etkilerini kendi hayatınız üzerinden anlatmışsınız. Ve aileniz oldukça önemli bir yer tutuyor. Toplumun en küçük birimi olarak ilk alışverişin, değiş-tokuşun -sevgi, saygı ve güven bağlamında- gerçekleştiğini söyleyebilir miyiz?

Emre Alkin: Yüzde yüz. Kitabım aynı zamanda biraz vicdan muhasebesi. Abim hem annemle hem babamla daha bir ebeveyn evlat ilişkisi içindeyken, ben daha bir serttim. Kaç defa sarıldım anneme hatırlamıyorum, kaç defa sevdiğimi söylemişimdir bilmiyorum. Çok severdim ama hiç belli edemedim. Ne zaman ki annemi kaybettim, o zaman sevdiğim insana sevdiğimi söylemeye başladım.

Babamla daha samimi konuştuğumuz olurdu. Ama onunla da son zamanlarında her ikimizin iş yoğunluğundan birbirimize vakit ayıramadığımızın farkındaydım. Kendisi ya bir ulu çınardır-gölgesinde serinlersin ya da bir engin denizdir-bilgisinde yüzersiniz, çok şey öğrenirdik ondan. İyi bir aileydi bizimki.  Sorunsuz bir aile değildi elbette ki ama bir söz vardır, “Eskiler kırıkları çöpe atmazlardı, tamir ederlerdi.” Annemle babam tamir eden insanlardı.

Aile yapısının tüketim ve tasarruf tercihleri üzerinde de belirleyici olduğunu söylüyorsunuz.  Ve kitabınızda bir soru yöneltiyorsunuz: “Türkiye tüketen bir toplum mudur? Yoksa tüketici bir toplum mudur?”

EA: Biz tüketen bir toplumuz. Tüketim toplumu olacak milli gelirimiz yok. Kullanılabilir gelir dediğimiz vergilerden arındırılmış veya yaşamsal harcamalardan arındırılmış parayla biz bir şey yapamayız. En zengini de en fakiri de tasarruf edemiyor.

Ayrıca, tasarruf edebilmek bir evde sadece erkeğin görevi değildir, daha çok kadının görevidir bence. Kadın çalışsa da çalışmasa da bir kere eşini frenleyen ve doğru yere para harcattıran kişi olması itibariyle tasarruf etme yeteneğine sahiptir. Kadınlar bu açıdan erkeklerin vicdanıdır. Ailemden örnek vermem gerekirse, babam çok eli açık bir insan değildi ama bazen sevinçli oldu mu acayip şeyler yapabilirdi. Ekonomist olmasına rağmen zaman zaman yanlış yatırım kararları alabilirdi fakat annem frenlerdi babamı. 2000’li yıllara geldiğimizde bunu görmüyorum maalesef. Günümüz evliliklerinde kadın erkek arasında adeta bir dövüş var. Herkes birbirinden ne koparabilirim diye bakıyor. Bu garipsediğim, anlayamadığım bir şey. Ortada bir sözleşme var. Sözleşmeye göre kadın ve erkek yavruluyorlar. Sonra bu yavrulama sonucunda kadın ve erkek, sanki bu yavrular ortada yokmuş gibi kendi hayatlarını yaşıyorlar. Nasıl bir hayat bu? Erkekler için sabahtan akşama işte oturmak, hafta sonu maç seyretmek, haftada bir gece erkek erkeğe dışarı çıkmak, geri kalan zamanda da aileyle vakit geçirmek… Kadın tarafına geldim mi –kimse alınmasın– işi olmasa bile bir sosyal sorumluluk projesinde bulunmayıp, sabahtan akşama kuaför, yemek, eğlence, akşama iki saat çocuklarla uğraştı mı “Aman Yarabbi! Amma çok yoruldum!” diyen bir kadın profili var. Ve bu hanımefendilerin çoğu da çok iyi üniversitelerden mezun olmuş, hayırlı bir kısmet bulmuş diye tarif edilen insanlar. Hayırlı bir kısmet olsa zaten mutlu olurdun. Hayatımda bu kadar mutsuz bir toplum görmedim. Türkiye Cumhuriyeti mutsuz insanlar ülkesi oldu.

Üretmemekten kaynaklanıyor olabilir mi? Verimsiz hissetmenin insanlarda bir tatminsizliğe yol açtığını söyleyebilir miyiz?

EA: Acı konuşacağım; Türk insanının bir şey yaratmak için gerekli eğitime sahip olmadığını düşünüyorum ne yazık ki. Çünkü ne moral motivasyonu, ne okulda gördüğü öğretim çok beğendiğimiz buluşlar yapan ya da şirketleri çok üst yerlere getiren, yurtdışında gördüğümüz örnekler gibi insanlar yetiştirmiyor. Yani bir Steve Jobs olamaz bizde. Yönetici değil ancak idareci olur. Bazen kendimi de bu kategorinin içine koyuyorum, yanlış anlaşılmasın. Geçenlerde biri bahsetmişti, herkes hafiye romanı okumak istiyor ancak felsefi kitaplar okumak istemiyorlar. Felsefe okumadan yaratıcılık olur mu? Her işin bir felsefesi, bir matematiği var.  Kitapta da anlatıyorum. Fiziğin, kimyanın, biyolojinin, astronominin içinde muazzam bir felsefe vardır. Düşünsel faaliyetlerin fren yaptığı bir memlekette yaratıcı bir şey olur mu? Olmaz… Şimdi geçmişe dönüp baktığımızda kriz zamanlarında dikiş makinesi, saç kurutma makinesi, asansör, yürüyen merdiven gibi önemli buluşlar gerçekleştirilmiş; bizde ise kriz zamanlarında bol bol çocuk yapılmış. İşin esası bu. Biz bir de değişik bir toplumuz. Örneğin bir Amerikalı genlerinde bir iktisadi bunalımın izlerini taşır ve işsiz kalmaktan korkar, gelecek kaygıları vardır. Almanlar da benzer bir şekilde ciddi bir enflasyon yaşamış olmanın kaygısını taşırlar. Türkiye’ye geldiğimizde ise, Türkler hiç bir şeyden korkmaz. Genlerinde iktisadi bir bunalımın kalıntılarını taşımaz. Çok pratiktir ama yaratıcı değildir. Yaratıcılık sadece popüler sanata bir şey sunmak değil, insanın geleceği için bir şeyler üretmektir. Kitapta bahsettiğim gibi çözüm olarak adlandırdığım şekilde mal ve hizmet üretebilmeyi, bilgi rekabeti yapabilmeyi kastediyorum. Biz oralarda değiliz, niye? Çünkü biz esnafız, al-sat toplumuyuz. Üret, pazarla, katma değer koy, öyle sat diyen bir ülke değiliz. Bugün Türkiye’de söylediğim tarzda üretim yapan çoğu firma çokuluslu zaten. Bunun farkına varmazsak eğer, üzerine konuştuğumuz enflasyon, faiz, gelir dağılımı döviz kurları, her şey anlamsız kalır. Bu yüzden “her şey ekonomi değil” dedim. Eğitimi düzgün olmayan, vatandaşına iktisadi haklarını vermeyen, insan aklına değer vermeyen bir devletin ilerlemesi mümkün değildir.

Çevrenizden yatırım için öneriler almak isteyenler size başvuruyor.  Kitabınızda yatırımcılara hayat dersi niteliğinde önerileriniz var. Ve oldukça anlaşılabilir örneklerle okuyucu aydınlatıyorsunuz. Detaylar saklı kalmakla birlikte size tavsiye almak için gelenlere nasıl cevap veriyorsunuz?  

EA: Aslında cevabı zaten kendisinde olan birçok insan geliyor. Profesyonel anlamda görüşlerimi paylaştığım özel yaşamda da dost olduğum birçok kimsenin tek taraflı olarak kendi meziyetlerini övdüklerini ancak başkalarından örnek alacak yön bulamadıklarını görüyorum. Hâlbuki her insanda doğru bir davranış yakalayabilmek lazım. Bana göre bunun sebebi aldıkları eğitim dolayısıyla insanlarımızın yeni fikirlere kapalı olması. Kimse kendi mahallesinden deha çıkacağına inanmıyor. Bir de tabiattan uzak kaldığımız için gözlemleme yeteneğimizi kaybettiğimizi düşünüyorum. Tabiattan uzak yaşamak en başta insan tabiatına aykırı. Doğayı katlettikçe de insanlar gözlem yeteneklerini kaybediyorlar. 30-40 yıldır idarecilerin bunu görememelerini eğitim eksikliğine bağlıyorum.

Peki, endüstride, üretimde robotlaşmanın giderek yaygınlaşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle, üretim departmanlarının birbirinden adeta kopuk olarak işlemesi ve çalışanın ürettiğine yabancılaşması çerçevesinden baktığınızda?   

EA: Yıllar önce TİM Başkanı Oğuz Satıcı’yla sanayideki makineleşmenin Türk insanına ne gibi etkileri olacağı konusunu tartışıyorduk. Hatta Yalın’la da orada tanışmıştık. Oğuz Bey şöyle demişti: “Keşke bütün sanayi makineleşse de biz de Yalın gibi adamlar yetiştirebilsek.” Nedeni şu… Dünyada düşünsel kapasitesini artırmaya çalışan birtakım insanlar var, bence sanayileşmedeki robotlaşma insanı daha fazla yaratıcılığa teşvik edecek kaçınılmaz bir gelişmedir. Çünkü robotlaşmayan bir sanayide patron sürekli olarak üretimin içinde oluyor. O kadar içinde ki vizyonu kaçırıyor ve giderek kurum körlüğü içine giriyor. Bu yüzden patronlara diyoruz ki “Lastik atölyesinin sahibi olabilirsin. Yaşın olmuş 60. Oradaki çalışana sürekli ‘Öyle yapma böyle yap!’ dediğinde, çocuk da kalkıp ‘Patron, o zaman sen yat, sen yap!’ derse yapamayacaksın. Çünkü senin zamanındaki bijon anahtarı farklıydı, lastik ebatları farklıydı.  Şimdi bu çocuk öyle ya da böyle senin ona lütfettiğin eğitimle bir şeyler yapmaya çalışıyor.  Sen eğitimini daha fazla artır onun. Daha fazla makineleş, onları da işadamı yap.”  Yani önemli olan herkesin kendi işyerinin bir okul olduğunu düşünerek hareket etmesidir. Fakat görüyorsunuz neredeyse üç nesil beraber aynı şirkette çalışıyor ve herhangi bir yatırım kararında “Hacı Amca’ya bir soralım!” deyiveriyorlar. Feodal bir düzen var sanayide. Bu da yabancı yatırıma güven vermiyor.

Yalın Alpay: Bir ekleme yapmak istiyorum; bahsettiğiniz yabancılaşma kuramı 19.yüzyılda Karl Marx’a ait olan bir kuram. Biz Marxist değiliz ama analizlerimizde kuramı sıkça kullanıyoruz. 19. yüzyıl ile bugünün sanayisi arasında büyük bir uçurum var.  Bugünkü sanayi Marx’ın istediği bir sanayi aslında. O da insanların sanayide çalışmamasını, sanayinin robotlaşmasını savunuyordu. Hatta devrim yapmayı bile çalışmak dışında hayatta insanların balık tutabileceği, sanatsal faaliyetlere vakit ayırabileceği, bütünsel insana ulaşabileceği bir yaşam tarzına kavuşmaları için istiyordu. Aslında bugün sanayileşmede makineleşme arttıkça istihdam kaybı olmuyor, hizmet sektörüne kayıyor işgücü. Hizmet sektörü kişinin yabancılaşmasını engelleyebilecek bir sektör. Örneğin, yemek sepeti, biletix gibi aklınıza gelebilecek organizasyon şirketlerini kapsıyor. Hizmet sektöründe olan kişilerin dünyayı daha yakından takip etmesi gerekiyor, daha yakından kavraması gerekir, soru sorması gerekiyor.  Sosyoloji, psikoloji ve antropoloji gibi bilimlere vakıf olması gerekir ki soyut bir mal satacağından müşterileriyle etrafı daha iyi koordine edeceği için Marx’ın bahsettiği “tam insana” dönüşüyor aslında. Farkındaysanız, sanayileşme az gelişmiş ülkelere kaymaya başladı. Çünkü sanayileşmiş hiçbir ülke aslında böyle insan çalıştıracak üretim tarzı istemiyor. Ve sanayi, üretim az gelişmiş bölgelere, Uzakdoğu’dan Afrika’ya kayıyor.  

Peki, ama şöyle de bir durum söz konusu değil mi? Fabrikalarda çalışmak için yeterliliği olan işçilerin eğitim düzeyi hizmet sektörüne geçmelerine yetecek mi? Nasıl adapte olacaklar? İşsiz kalmaları kaçınılmaz değil mi?

YA: Hocamın daha önce söylediği noktaya geliyor tekrar. Üniversite eğitimi alsalar da eğitim yeterli değil Türkiye’deki. 

Tam da dediğiniz gibi Yalın Bey, üniversiteden mezunların bile eğitim seviyesini yeterli bulmazken ilköğretim veya lise mezunu işgücü için nasıl istihdam yaratılacak?

EA: Türkiye 90’larda ciddi bir vakit kaybetti. Amerika, İngiltere gibi birçok ülke için altın yıllardı; müthiş büyüme hızları vardı. Ancak bizde sürekli kriz oldu. Bir yıl yüzde 10 büyüme yaşadık, ertesi yıl eksi 1’e düştük. Yani hastanın ateşinin bir yükselip inmesi gibi Türkiye’nin sağlığı bozuldu. O sırada biz sanayide fiyat-kalite rekabetinden, teknoloji rekabetine, teknoloji rekabetinden bilgi rekabetine geçecek eğitimi vermedik. Gerekli eğitimi verebilecek bir siyasi irade olsaydı Türkiye bugün çok farklı bir yerde olacaktı. Bir zamanlar ‘doğu’nun en batısıydık’ gerekli dönüşümü gerçekleştiremediğimiz için bugün geldiğimiz noktada ne yazık ki ‘batının en doğusuyuz.’

Kitabınızda “Krizler servetin el değiştirdiği zamanlardır,” şeklinde bir tespitiniz var. Siyasetin bir rant dağılımı olduğunu varsayarsak, iktidarlar el değiştirdikçe ekonomik kartlar da yeniden dağıtılıyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında iktisat alanında uygulanan Türkleştirme politikaları ile servetin/sermayenin gayrimüslimlerden Türk-Müslümanlara transferi gerçekleştirildi. 2002’de AK Parti’nin iktidara gelmesiyle, onun hem öncülü hem de sonuçlarından kabul edilen Anadolu sermayesinin yükselişini nasıl değerlendiriyorsunuz?

EA: Dünyanın hiçbir yerinde sermaye ve iktidarı birbirinden ayırt etmek mümkün değil. Fakat batılı gelişmiş ülkelerde sermaye siyaseti analiz eder ve memleketin aleyhine bir şey yapıldığını keşfederse çok sertçe tepkisini koyar. Bunu en bariz örneği Henkel’dir. 1990’larda ağır vergiler sebebiyle Şansölye’ye karşı durmuştu ve mevcut kanunlar değişmediği takdirde ülkeden gideceklerini söylemişlerdi. O zamanın başbakanı bunu bir tehdit olarak algılayıp bertaraf etmek yerine yapıcı bir uyarı olarak algılayıp gereken düzenlemeyi yapmıştı. Örneğin, ABD’de sermaye eliti, finans kesimleri, memleketin politikaları üzerinde etkilidir. Hem analiz eder, hem de yeri gelince eleştirir. Der ki, “biz istihdam sağlıyoruz yüz binlerce, milyonlarca kişiye, şimdi bir anda senin canın bizden daha fazla vergi almak istiyor, biz buna karşıyız.”

Aslında, devletin kendi eliyle bir sermaye elitini yaratma isteği yüzyıldır vardı, bundan sonraki yüzyılda da olacak ve göreceksiniz gelişen ülkelerde, mesela Rusya gibi devletlerde liderlerin en ciddi planının yabancı sermayeyi içeri soktuktan sonra onları kovalayıp, bütün sermayeyi millileştirmek olduğunu göreceksiniz. Sermayeyi elinde tutan insanların elinden sermayeyi almak için devletin gücünü kullanmak, bence bir devletin işleyebileceği en büyük insanlık suçlarından bir tanesidir. Kendi kanaatim zaten budur. Vatandaşına ekonomik özgürlüğünü vermeyen bir devletin siyaset yapma özgürlüğünü de vermeyecektir.

Biraz daha detaylandırırsak ekonomik özgürlükle neyi kastediyorsunuz?

EA: Kronolojik olarak Aşkale’ye kadar gidebiliriz. 2001 yılında koalisyon iktidarının çöküş sebebi, merkez sağ ve merkez sola finansman sağlayan sermayenin çöküşüydü. Bu bir banka kriziyle geldi. Yanlış bir şey mi yapıyorlardı? Birçok insanın haksızca zenginleştiği dönemlerden sadece biriydi. 1940’lardaki pervasız tavır, 1960’larda yerini daha ideolojik bir söyleme bıraktı. 1970’lerde biraz liberalizm hareketleri olduğu için azaldı. 1980’lerde Özal’la beraber tamamen tür değiştirdi. Elimizdeki birkaç zenginle yetinemeyince “başka zenginler yaratalım” denildi. Sonuç olarak her dönem kendi zenginini yarattı. Eskiden büyük bir kısmını tanırdık bu ailelerin. Bugün itibariyle yeni zenginlerin isimlerini bilmiyoruz bile. Kendi cemaatleri tanıyor. İnsanlar zengin olacak tabi ama başkalarının zenginleşme özgürlüğünü gasp etmeyerek…

Ancak bir taraftan da vahşi kapitalizm rekabeti gerektirmiyor mu?

EA: Kapitalizmin şöyle bir özelliği var. Eşit rekabete önem veriyor. En azından veriyordu diyelim. Eşit rekabet içerisinde hayatı tavla gibi oynuyorsunuz. Ne kadar risk aldığınıza göre elinize geçen de değişiyor. Ama eğer siz yüzde 10’luk bir piyasada yüzde 30’luk bir büyüme hedeflediyseniz bu başkasının müşterisini çalacağınız anlamına gelir. Başkasının müşterisini düzgün yollarla, oyunun kurallarını kendi lehinize değiştirmeden, rekabet kanununa aykırı olmayacak şekilde zekanızla çalabiliyorsanız bir şey diyemem. Devlet eliyle birinin arazisinin sit alanı yapılması, sonra ikinci bir emirle aynı arazi istenilen şahısların eline geçince imara açılması rekabete aykırı örneklerden biridir. Haksız edinilmiş mal ahlaksızlıktır. Akıllı bir insan böyle bir ahlaksızlığın hayırlı bir sonuç getirmediğini bilir. Etrafımız can yakarak, ah alarak zenginleşmiş insanlarla dolu. Bu sebeple başları dik değil, hırslarından dolayı karakterlerini kaybetmişler. Sürekli olarak eğilip bükülüyorlar. Böylesinden kimseye fayda gelmez.

Son dönemde özellikle dış basında sıkça dile getiriliyor; önümüzdeki dönem gelişmekte olan ülkeler iktisadi büyüme için gereken yapısal dönüşümü gerçekleştiremediklerinden gelişmiş ülkeler tekrardan atılım yaparak ekonomik büyüme sergileyecekler. Bu da küresel ekonomi açısından birtakım sonuçlar doğuracak. Bu öngörülere katılıyor musunuz?

EA: Az gelişmişlik bana göre bir hastalıktır. Buradan Şalom gazetesi okurlarına selamlarımı sevgilerimi aktararak bir şey paylaşmak istiyorum. Bana gelip hep Çin’i anlatırlar, dünyanın en büyük ülkesi olacak diye. Rahmetli babamla da tartışırdık bu konuyu ve şu sonuca varmıştı: Hiçbir şekilde Çin’in dünya liderliğini alma imkânı yok. Çünkü çok üretmek çok büyük olmakla eşdeğer değil. Popüler kültüre hitap etmiyorsanız, sanata hitap etmiyorsanız, bilim adamı yetiştirmiyorsanız, kendi yetiştirdiğiniz bilim adamını ülkenizde tutamayıp ihraç ediyorsanız, ürettiğiniz müzik tüm dünyada aynı şekilde, aynı tempoyla, coşkuyla dinlenmiyorsa sizin büyük bir ülke olma imkânınız yoktur. En son hangi Çin filminde ağladınız diye sormak istiyorum. Hangimiz Çinli gibi yaşamak istiyoruz? Bu sorunun cevabını duyar gibiyim.

Sonuç olarak ne Çin ne de Türkiye önümüzdeki on yılda gelişmiş ülkelerin yer aldığı lige çıkamayacaklar. Çünkü bilgi rekabetinin gereklerini yerine getirmediler. Bizim gibi ülkelerin ekonomileri şişmeye devam edecek, gelişmiş ülkelerde ise katma değer yaratmada arayı açacaklar. Elimizdeki demode ekonomik modeli değiştirmezsek, gitgide eğitimi zayıflayan, değer yaratmada sürekli gerileyen, hak ve özgürlükler alanında tartışmalı bir hale geleceğiz. Amerikalı 1929 Buhranı’nı hatta iç savaşı, özgürlükler adına verilen mücadeleleri unutmaz ve unutturmazken, maalesef Türk insanı Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluşuyla ilgili şartları ve detayları unutmuş gözüküyor. Ne yazık ki, fark burada.

1930’LAR TÜRKİYE’SİNDE İKTİSADİ TÜRKLEŞTİRME POLİTİKALARI ÜZERİNE:

YA: Türkiye uzun zaman kendini Osmanlı’dan bağımsızlığını almış son ülke olarak tanımladı. Yani Türkiye ile Osmanlı arasında belirgin bir siyasi kopuş vardır. Fakat ekonomik olarak Osmanlı ile Türkiye arasında bir devamlılık söz konusudur. Türkiye Osmanlı’nın ekonomik kurumlarını devam ettirmişti. Osmanlı’nın getirdiği merkantilist olmayan yapı, özellikle müsadere sistemi, burjuva sınıfının oluşmasını engellemişti. Devlet bilinçli olarak merkezi gücünü korumak için bireyin mirasını devlete aktarırdı. Dolayısıyla Osmanlı’da özel kişilerin servet birikimlerini sonraki kuşaklara aktarmaları söz konusu değildi. Fakat 19. yüzyılda gayrimüslim vatandaşlar yurtdışından birtakım haklara sahip olarak ve bunun sonucunda yabancı hukuka tabi olarak tasarruf edebildiler ve servetlerini de kendilerinden sonraki kuşaklara aktarabildiler. Dolayısıyla toplumda Müslümanlar ve gayrimüslimler arasında belirgin bir sermaye ve bilgi farkı oluşmaya başladı. Yurtdışı ile ticaret yapan kesimler ithalat ihracatın kurallarını öğrendiler. Müslüman kesimler ise bu bilince erişemediklerinden geri kaldılar.  

Türkiye ulusal birliğini en geç tamamlamış ülkelerden biri olduğundan, diğer Avrupalı devletler gibi dış sömürü bulma imkânı olmadı. Üstelik burjuva sınıfı algısı da gelişmediğinden ulusal bir sermayedar da yoktu. Kaynaklarda çok öne çıkarılmaz ancak Kurtuluş Savaşı’nda aslında Türkler Anadolu’da Rumlar ve Ermenilere karşı savaşıyor, sanıldığı gibi İngiltere, Fransa’ya karşı değil. Bu yüzden halklar arasında bir düşman algısı oluşuyor. Tüm bunların sonucunda devlet iç sömürüye başvuruyor. Ve bu sebeple de ekonomik alanda Rumların ve Ermenilerin önünü kesecek kararlar uyguluyor. Bazı iş kollarında istihdamın yasaklanması gibi...

EA: O tarihlerde iş dünyasında birçok kişinin Türkçe yerine yabancı dil kullanmaları nedeniyle tepki aldıkları da biliniyor. Devlet dairelerinde ciddi tepki var diye anlatılıyor.

YA: 1941’e kadar Yahudiler, Ermeni ve Rumlardan ayrı tutuluyor. Türklere karşı savaşmadıkları için. Ne zaman ki 2. Dünya Savaşı başlıyor, Yahudileri askere alıyorlar Yirmi Kura uygulaması ile. Bu iktisadi el değiştirmenin birinci adımı olarak da değerlendirilir. Çünkü iş yerlerini çalıştıran (24-60 yaş arası erkeklerin) iki neslin temsilcileri askere alınması ile müesseseler zora girmiş hatta bazıları kapanmış veya el değiştirmiş. Bunun ardında birçok teori var, ancak askere alma girişimiyle Yahudilerin gelirlerine el konulmuştur. Hemen akabinde Varlık Vergisi’yle ise servetlerine el konulacaktır. Yani birikmiş kristal emeklerine el konuluyor ve çok ucuza Türklere dağıtılıyor. Ama ne yazık ki burjuva sınıfının yazılı olan ve olmayan bir sürü ilkeleri var ve bu ilkelere vakıf olmayan kesimler piyasada tutunmayı başaramıyor.

EA: Sermayedarlık, tüccarlık ve sanayicilik geçmişi, deneyimi olmayan kesimler ellerine geçen serveti yönetemeyerek tüketiyor.

YA: Gayrimüslimlerin piyasadan çıkmasıyla, yerlerini Müslümanlar alıyor ve Türk sermayedarların üretiminde bu süreç önemli bir mihenk taşı oluşturuyor. Ancak edindikleri servet kazanç olmaktan çok bir transfer biçimde gerçekleştiği için, bu kesim aslında piyasa koşullarında nasıl yüksek kazanç sağlanacağını henüz tüm yönleriyle bilmiyor. Bu nedenle de ikinci kuşak tüketiyor serveti. Zenginlik ikinci kuşağa geçemediğinden dönemin kendi yarattığı geçici zenginler çıkıyor. Maddi zenginlik kültürel zenginlikle pekiştirilmiyor. Bugüne geldiğimizde demokrasinin oluşmaması noktasına getiriyor bizi. Bugünkü burjuva olmayan kesim bu iktidar başta kalsın ki ben zenginleşeyim diyor. Gerçek burjuva sınıfı olsaydı, rahat hareket edebileceği siyasi ve ekonomik özgürlük talep edecekti.

EA: Çok doğru. Eğitimde bu kadar zayıf durumdayken, dolar milyarderleri sıralamasına bu kadar insan sokabilmemizin sebebi buradan rahatça anlaşılabilir.