Herkesi çocukluğuna götürmeye çalıştım bu yazıda. Herkes kendisine dair iyi kötü bir anı bulacaktır içinde
Bu hafta yazmak gelmiyor içimden. Elim gitmiyor. Niye bilmiyorum, genel bir hüzün var havada. Belki de çocuk sesleri eksilmiştir pencerelerimizden. Sonra biraz düşündüm bari yazacaksam çocuklara ve çocuk olmak isteyenlere gitsin bu yazı dedim kendi kendime. Berkin gibi, Ecesu gibi çocuk yaştaki meleklere gitsin. Hiçbir siyasi mesaj vermeyeceğim, katilin kim olduğunu bilsem bile değinmeyeceğim, sinirlerime hâkim olacağım, çocukluğun siyaseti olmaz çünkü.
Konu çocuklardan açılmışken, hatırlar mısınız okuldan gelip direk sokaklara koştuğunuz günleri? Top için yanıp tutuşurken, ödev yapmamak için annenize binbir yalan söylediğinizi? Peki ya o mahalle maçlarını yaparkenki kurallar? Tamamının nereden geldiğini bilmeden, ölümüne bağlı olduğumuz kurallar hani? O zaman biraz kurallardan bahsedelim, hepimiz çocukluğumuza dönelim, çocuk olanlara selam gönderelim, çocukluğunu yaşayamayan melekleri de düşünelim okurken.
Rol takım kaptanlarında…
Güç bela bir takım kaptanı seçildikten sonra sıra takımda kimin oynayacağını seçmeye gelirdi. Tabi takım kaptanları birer adım öne atardı ve tartışmaya başlarlardı. “İlk ben adam alacağım!” cümlesi atılırdı hemen. Tabi her şeyin bir çözümü var mahalle futbolunda. Adım atışılırdı. İlk adımı atacak olan kişi ise en adil çözüm yani yazı turayla belirlenirdi. İşte ilk adım atıldığı sırada takım kaptanlarının yetenek güçleri çalışmaya başlardı. Öyle takım isimleri çıkardı ki kaptanlardan, varlığı bile bilinmezdi takımların. ‘İstanbul Büyükşehir Belediyespor Su İşleri Spor Kulübü’ gibi… Tabi en yaratıcı kaptan en çok adımı alır ve ilk adamı seçmeye hak kazanırdı. Ve bağırırdı hemen, “BERKİN’i seçtim”…
Ronaldolar, Rivaldolar, Cruyff’lar iş başında
Mahalle maçlarının en büyük modası ise, herkes ünlü bir futbolcu ismi takardı kendisine. Forvetler genelde en ünlü santraforların ismini alırdı. Herkes kendini 10 numara sandığından dolayı ise genelde bu isimler pek değişmezdi. Kaleciler ise o dönemin ünlü kalecilerini haykırırlardı her kurtarışlarında. Hele bir gol olsun, direk seçilen futbolcunun sevinci yapılırdı. Maç başında bağırılırdı mesela, “Ben Burakcan’ı seçtim.”…
Anonsçular iş başında
Düşünün, topu aldınız herkesi çalımlıyorsunuz, kaleciyle karşı karşıyasınız vurdunuz topa kaleciye çarptı ve siz gol olarak gördünüz. Koştunuz ve gol sevincini yaparken rakip takımdan biri çıkıp “Gol değil!” diye bağırıyor. Önce isyan bayrağı çekiliyor daha sonra ise rakip takım kalecisine gidiliyor. Ve ne olursa o sırada oluyor. Takım kalecisi ya da defansı dürüst çocuğu oynayıp “Bir gol yiyeyim ancak vicdanım rahat olsun” deyip çocukluğun saflığını ortaya koyuyor ve “Evet abi haklısın gol” diyorlar. İşte o sırada en çok duyduğumuz laf forvetlerden geliyor, “Adamın gol diyor!”, “Ecesu gol diyor!”
Duran top ustaları çekişmesi
Öyle bir maç düşünü ki herkes ama herkes duran top ustası. E birinin kullanması lazım penaltıları veya serbest vuruşları. İşte burada gene mahalle futbolunun yazılı olmayan kuralları devreye giriyor. Her ne kadar büyük kavgalara yol açsa da bu çekişme bir sonuca varıyor. Genelde aralarındaki en iyi oynayan veya en fırlama çocuk “Penaltı birim” diye bağırır. Ve tabii ki de en kötü oynayan çocuk sesini çıkarmaz ve ona en son penaltı kullanma hakkı verilir. “Hakan Yusuf, sen penaltı beşsin.”
Üzen çağrı
Maçın en heyecanlı zamanındasınız, maç berabere bitiyor ve maç gazozuna. Hava da karardı kararacak artık gökyüzü pembeden yavaş yavaş siyaha çalıyor. Saatte geç olacağı için, atan kazanır usulüne geçiliyor. Fakat bir türlü gol olmuyor ve işte tam o sırada pencerelerden gelen bir ses bütün heyecanı yıkıyor ve herkes evine dağılmak zorunda kalıyor. Anneler iş başına geçiyor. Bu çağrının tam anlamı, “Baban eve geldi, haydi sofraya gel, yemek hazır, çok geç kaldın”. “Ali İsmail haydi eve, çok geç oldu. Dön artık”.
Fakat onlar dönemedi…
Herkesi çocukluğuna götürmeye çalıştım bu yazıda. Herkes kendisine dair iyi kötü bir anı bulacaktır içinde. Yukarda adları geçen ve geçmeyen bütün melekler için yazdım bu yazıyı, onları da unutmamak için. Aslında en zor hayat onların, yoksa kimsenin hakkı değil öyle 15’lerde 18’lerde ölmek. Bazen de insanın şunu diyesi geliyor, kahretsin gerçekten ama kendimi alamıyorum demekten, “Vardır elbet bir bildikleri bu çocukların yoksa kolay değil öyle genç yaşta ölmek.” Mezarlarının başına bilye veya bilezik koymak kadar doğal bir şey yok sanırım. Nitekim çocuk olmak herkesin hakkı, melek olanların bile…
Siz hep 15’siniz hep 18’siniz, nur içinde yatın güzel çocuklar.