Akademisyen Işıl Demirel, bir aile hikâyesinden yola çıkarak araştırdığı ve kaleme aldığı ‘Çanakkale Yahudi Cemaati ile Gayrimüslim Politikalarının İzinde’ adlı çalışmasının çarpıcı noktalarını Şalom için yeniden derledi
Işıl DEMİREL
“Kediyi merak öldürür” deyimi hem dilimize, hem de aklımıza kazınmış hatırladıkça merak etmenin ne tehlikeli olduğunu anımsatan bir korku salar yüreğimize. Oysa merak etmektir keşiflerin, icatların ve her türlü yeniliğin ardındaki tek gerçek. Üstelik tüm bilim dallarından öte en çok da bir sosyal bilimcinin sahip olması gereken en önemli meziyetlerden biridir merak ederek neden diye sormak. Çünkü çoğu zaman her şey bir soru ile başlar.
Az sonra okuyacağınız satırlar basit bir soru ile aile tarihinin peşine düşerek yakın Türkiye tarihinde bir seyahate çıkan bendenizin 2008 -2009 yılları arasında yaptığı ‘Çanakkale Yahudi Cemaati ile Gayrimüslim Politikalarının İzinde’ başlıklı araştırmadan çıkan sonuçları konu edinecek. Araştırma Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze Türkiye’de, gayrimüslim ve hatta zaman zaman genel olarak tüm gayri-Türklere karşı gerçekleşmiş, ‘Vatandaş Türkçe Konuş’, ‘1934 Trakya Olayları’, ‘20 Kur’a Askerlik’, ‘Varlık Vergisi’ ve ‘6-7 Eylül Olayları’ gibi yaşanmış farklı olay ve ayrımcı kanun uygulamalarını yaşayanların, olanlara şahit ve muhatap olanların gözünden aktarıyor. Ancak benim aile tarihimin peşine düşerek, yaşanmış bu olayları bir araştırma konusu olarak ortaya çıkarmama bir soru sebep olmuştur: NEDEN?
İstanbul ya da benzeri büyük şehirlerde yaşayan birçok kişi gibi ailem de tarihte bir noktaya kadar bir başka mekânda yaşamış, sonra İstanbul’a göç etmişti. İstanbul gibi büyük bir şehre neden göç edildiği sorusu ise aslında hiç gizem taşımamaktadır. En başta ekonomik imkânların ve eğitim olanaklarının küçük şehirlere oranla daha fazla olması bile başlı başına yeterli ve olağan bir sebep olarak görülecektir. Bu sebep bizler için de, anneannem ve ailesinin Gelibolu’dan İstanbul’a 1900’lerin ilk yarısında yaşadıkları göçü açıklamakta yeterliydi. Ta ki anneannemi kaybettiğimiz 2001 yılında, onun cenazesinde ağabeyinin, “Sen küçüktün Eliza. Ölüm nasıl geldi sana? Sırada ben vardım önce. Ben taşıdım seni Gelibolu’dan kaçarken. Nasıl da sessizdin kucağımda. Kundakta bebek ağlamaz mı? Onca yol... Hiç ağlamadın,” sözlerini duyana dek.
Büyük dayının bu sözleriyle, küçük bir yerleşimden büyük bir şehre yapılan ekonomik bir göç olarak gördüğümüz şeyin aslında bir kaçış olduğunu ilk defa o zaman öğrendik. “Gelibolu’dan kaçarken,” sözü ile başladı her şey ve ben ona bunun ne demek olduğunu soramadan anneannem ile aynı yıl onu da kaybettik. Neden kaçmışlardı? Bir alacak verecek konusu muydu bu kaçışın sebebi? Yoksa birinin canına mı kast edilmişti? Bir aile İspanya’dan Türkiye’ye göç ettiği tarihin ardından asırlarca atalarının da yaşadığı topraklardan önemli bir sebep olmaksızın kaçmazdı. Bu sebep neydi? Sebep 1934 yılında Trakya’da yaşanan olaylardı.
Trakya Olayları olarak adlandırılanlar, 1934 yılı temmuz ayında, Trakya’nın Edirne, Kırklareli, Uzunköprü, Çanakkale, Gelibolu gibi şehirlerinde ve buralara bağlı küçük yerleşim birimlerinde eş zamanlı olarak başlayan ve buralarda yaşayan Yahudileri hedef alan bir talan ve hakaret kampanyasıdır. Türkiye’de ulusçuluğun etnik ve dinsel temeller üzerine oturtulmaya çalışıldığı 1930’lu yıllarda gerçekleşen Trakya Olayları, Avrupa’da yükselmekte olan antisemit ideolojilerin Türkiye’de kendine yankı bulmasıyla ortaya çıkmıştı. Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde antisemit yayınlar Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesi ile şahlanırken, Nihal Atsız, Cevat Rifat Atilhan, Mustafa Nermi, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç ve Cemal Nadir yazı ve karikatürleri ile bu ideolojinin Türkiye’deki öncüleri haline gelirler. Bu kişilerin yazılarında Yahudiler çıfıt, bezirgân, korkak, kahpe, nankör, sinsi, küstah ve fırsat düşkünü gibi çirkin ve ayrımcı sıfatlarla tanımlanmakta ve her türlü kötülüğün kaynağı olarak gösterilmekteydi. Tüm bu yazılar Trakya Olayları’nın yaşanmasına imkân verecek nefret ve kin tohumlarını zihinlere ekerken 1934 yılının şubat ayında ilan edilen İskân Kanunu ise İtalya’nın faşist lideri Benito Mussolini 18 Mart 1934’te yaptığı konuşmada, Asya ve Afrika’yı İtalya’nın genişleme alanları olarak tanımlaması üzerine devlet tarafından Trakya’nın olası bir savaş halinde göçmen ve gayri-Türkler’den oluşan nüfusu ile hassas bir mıntıka olacağına karar verilmesi ile bölgenin göçmen ve gayri-Türk unsurlardan arındırılmasını hedefler.
Gerek devletin toprak bütünlüğüne karşı tehdit olarak gördüğü azınlıkları göç ettirmesine meşru bir zemin hazırlayan İskân Kanunu’nun gerekse Türkiye’de yükselmekte olan antisemit ideolojilerin etkisi ile 1934 yılı haziran ayına gelindiğinde Trakya’da Müslüman Türk halk tarafından Yahudilere yönelik şiddet, baskı ve gaspa dayalı eylemler yaşanmaya başlanır. Yahudilerin Trakya’da yaşadıkları bölgelerden geçici ya da kalıcı olarak uzaklaşmaları ile sonuçlanan 1934 Trakya Olayları’nda, Yahudiler önce halk tarafından yaşadıkları şehirleri terk etmeleri yolunda tehditler almış, dükkânları boykot edilmiş, olaylar başladığında ise boykot yağmaya dönüşürek, evlere girilmesi, eşyalara el koyulması, hakaret, dayak, işkence, ırza saldırı gibi olaylara dönüşmüştü. Henüz olayların başında işlerin kanlı bir hal almasından, canlarından ve kadınlarına tecavüz edilmesinden duydukları korku ile Yahudilerden bazıları geçici – olaylar dinene dek – bazıları ise de kalıcı olarak yaşadıkları bölgeleri terk etmişlerdi. Olaylar yaklaşık birkaç hafta içinde gerçekleşmiş, devlet birimleri geç kalarak da olsa olaylara el koymuş ve bir bildiri ile Yahudilere çağrıda bulunarak güvenliğin sağlandığını, geri dönebileceklerini bildirmişlerdi. Tarihin rakamlar ve sonuçlar ile değerlendiği Trakya Olayları tüm bunların ötesinde bir yaşanmışlığı, korkuyu ve bu korkunun sonucu olarak suskunluğu içinde gizlemektedir. Bu suskunluğu ailemizden biri yıllar sonra bozduğunda bize anlattığı aile geçmişimizi dinlerken biz ailenin genç kuşakları merak, şaşkınlık ve tarifi mümkün olmayan bir kederle dinledik yaşananları. Tarihin anlattıklarının ötesinde aslında sorulması gereken tek bir soru vardı: Ne yaşanmıştı 1934 yılında?
1934 yılının haziran ayına dek refah ve bolluk içinde geçen bir yaşantı süren anneannemin ailesi olaylar sırasında evlerine günler boyunca girip çıkan insanlara, eşyalarını sormadan alıp götürenlere, götüremediklerini kırıp atanlara, sokakta taciz ve dayağa bir süre katlanmışsa da sonunda ailenin büyük kızının kaçırılmak ile tehdit edilmesinden korkarak can havliyle Gelibolu’dan kaçma kararı almışlar. Ev, dükkân ve diğer gayrimenkulleri –satılırsa yarı parasına elden çıkacağını düşündüklerinden – satamadan yanlarına yalnızca birikmiş paralarını ve aile yadigârı para edecek eşya ve mücevherleri alarak İstanbul’a göç etmişler. 1934 Temmuz’unda Gelibolu’yu terk ettikten sonra uzun bir yolculuk sonrasında İstanbul’a yerleşmiş ve bir daha hiç geri dönememişler. Anneannemin ailesi gibi memleketini terk edip bir daha dönmeyen başkaları ile araştırmam sırasında tanıştım. Bizim ailenin hikâyesini dinledikten sonra kendi hikâyesini benimle paylaşan birçok kişiden biri de Trakya Olayları sırasında çok küçük de olsa yaşananları hayal meyal hatırlayan Madam D. İdi. Onun hikâyesinde de göç vardı:
“Trakya Olayları zamanı dükkân camlarının kırıldığını, bizimkilerle Türklerin kavgaya tutuştuklarını hatırlıyorum hayal meyal. Bildiğim bizlere ‘gidin buradan’ demişler. Babamın bir bürosu vardı. Limana yakındı yanlış bilmiyorsam. Bir de hangar yani depo. Onu bir Türk komşusunun üzerine geçiriyor. Oturduğumuz ev büyükannemin üzerine, ona babasından kalmış. Halamı evde saklıyordu hep. Benden 15 yaş büyüktü o vakit Tant Roza. O zaman yirmili yaşlarındaydı bekâr tabii. İstanbullu biriyle evlendireceklerdi. Başına bir iş gelmesin diye hep sakladılar evin bodrumunda, onu hatırlıyorum. Evimize kimse girmedi. İlk önceleri Ezine’ye gitmeye karar vermişti babam. Sonra duydu ki orada da olaylar var. Biga dedi, duydu ki yollar belalı ondan da vazgeçti. Sonunda ‘İstanbul’a gidiyoruz’ dedi. Toplandık, limandan onun iş yaptığı gemilerden birine bindik bir akşamüstü tesadüf tabii. Ya da ne bileyim belki de değil. Neyse annem hamile, büyükanne yaşlı, Roza korkuyor. Hep birlikte İstanbul’a göç ettik. Bizden başka Yahudiler de vardı gemide. Herkes İstanbul’a gidiyordu. İstanbul’a amcam David’in yanına geldik. Tepebaşı’nda iki odalı bir evde yedi kişi yaşadık uzun süre. Kardeşim orada doğdu. Bir daha dönmedik hiç. Çanakkale’ye dönmeyi hiç düşünmedi babam.”
Ailemin göçünü ve göç ile birlikte kaybettiklerini benden dinledikten sonra kendi hikâyesini anlatan birçok görüşmeciden biri de Madam E. idi. Çanakkale’den İstanbul’a olaylar sonrasında sonra göç etmişlerdi. Ailenin en küçük kızı olan Madam E. olanları hatırlamıyordu; ancak sonraki yıllarda kendisinden büyük kardeşlerinden ve anne babasından dinlemişti. Göçlerinin sebebinin 34 Olayları sırasında ve öncesinde yaşanan tacizler olduğunu belirten Madam E.’nin ailesinin büyük kısmı bugün İsrail’de yaşarken, o Türkiye’de doğduğu ve burasının vatanı olduğuna inandığı için kaldığını ısrarla söylerken yine de kırgındı:
“Ağabeyimden biliyorum. On beş on altı yaşlarındaymış o. Hatırlıyordu tabii. Dükkânımız basılmış, mallarımız çalınmış. Türkler hep yapanlar. Aralarında komşularımız da varmış. Ama hepsi değil tabii. İnsanın iyisi de kötüsü de bir arada. Ağabeyim dayak yemiş, sopayla kovalanmış. Eve zor atmış canını bir sefer. Biz kaçmışız. Evimize biz yokken girmişler. Bir çingene ailesine yüklü para veriyor babam, bizi evlerinde saklıyorlar. Olaylar sırasında orada kalıyoruz. Hepimiz köylü giysileri giyiyor onların evinde kalıyoruz. Zaten biliniyor bir şeyler olacağı. Olan kalanlara oluyor. Biz kaçıp kurtuluyoruz. Olaylardan sonra eve dönüyoruz gelen emirle. Ev harap ama biz saklandığımız için kurtuluyoruz. Eşyalarımızdan çalınanlar çok. Sonradan çok para gönderdik onlara. Her Pesah’ta babam onlara bir sepet erzak hazırlardı, biraz da para gönderirdi. Pesah Yahudilerin kurtuluşudur ya ondan. ‘34’ten kurtuluşumuz onların sayesinde’ derdi. Başına çok şey gelen komşularımız, dindaşlarımız olmuş olaylarda. Ben bir tek kendi ailemin hikâyesini biliyorum. Sonraları İsrail’e ağabeyimi ziyarete gittiğimde o bana anlatırdı orada tanıdığı Türkiye’den gelenlerin hikâyelerini. Trakya’da tüm Yahudiler almış bu olaydan nasibini. Görüntüde halk yapmış ama ne polis ne asker dur dememiş kimseye. Olan olduktan sonra ortaya çıkmışlar. Kızım bir Türkle evlendi yedi sene önce. Ağabeyim ölmüştü o evlendiğinde ama ölmemiş olsaydı eminim çok kızardı. Canımızı çok yaktıklarını söylerdi. Türkiye’ye çok az gelirdi, geldiğinde de hemen dönmeye çalışırdı. Kendini buralı hissetmiyordu. Varlık Vergisi’nden önce askere alınmıştı tabii. Bir de onun ağırlığı vardı. Her şey kötüydü. İyi anıları yoktu. Ona sorarsanız iyi komşu da yoktu. Ben yaşamadım, hatırlamıyorum ama hatırladığım yaşlarımda yaşananlarda ben de korktum onun gibi. Çocuklarıma hiç anlatmadım. Sorsalar anlatmam herhalde. Bilinmesin, konuşulmasın daha iyi. Herkesin canı yanmış.”
Pek çok kişinin acı, kırgınlık ve korku ile hatırladığı Trakya Olayları Ladino dilinde “Fortuna” olarak adlandırıldı. Yıllar boyu konuşulmasından kaçınılan o acı hatıralar gerçekten tam da bir ‘Fırtına’ idi. Ve yazık ki birçoklarının geride hayatlarını, atalarının mezarlarını, evlerini geride bırakarak yeni bir hayata yelken açtıkları Trakya Olayları Yahudilerin Türk sayılmamaları yüzünden yaşadıkları ne ilk ne de son olaydı.
IŞIL DEMİREL KİMDİR
Yeditepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü Araştırma Görevlisi doktora öğrencisi olan Işıl Demirel, ‘Çanakkale Yahudi Cemaati ile Gayrimüslim Politikalarının İzinde’ (http://www.academia.edu/3164394/Canakkale_Yahudi_Cemaati_Ile_Gayrimuslim_Politikalarinin_Izinde) başlıklı çalışmasını 2010 yılında yayımladı. Demirel’in yayınlanmış diğer çalışmalarının bazılarının başlıkları ise şöyle: Ladino: Türkiye Bir Dili Unutuyor (Eylül 2011), Death of a Language; The Bitter Story of Ladino (Mayıs 2011), Vatandaş Türkçe Konuş!/Citizen Speak Turkish! (Haziran 2011). Demirel, doktora tezi çalışmasını ise Sabetayizm üzerine sürdürüyor.