İlk okuduğumda Fazıl Say’ın 8 Nisan’da, tamamı kendi bestelerinden oluşan dinletisinin yukarıdaki başlıkla ilân edilmesi özenti gibi gelmişti ama düşününce ‘Say, Say çalıyor’dan daha şık durduğunu kabul ettim
Teknik kusursuzluğun ve virtüözitenin müzik duygusunun biraz fazla önüne geçtiğini düşündüğüm günümüzde, eline aldığı her müziği didik didik ederek, yaşamının, duygularının, deneyimlerinin, kişisel felsefesinin imbiğinden geçirip defalarca yeniden okuyarak, bildiğimizi tanıdığımızı sandığımız bir eseri o zamana kadar keşfetmediğimiz derinlikleriyle yeniden yorumlayan Fazıl Say’ın halen dünyanın en önde gelen piyanistlerinden biri sayılmasının nedeni, olağanüstü virtüözitesi kadar bu mükemmel yorumcu/interprete tarafı.
Besteci Say, solist Say’dan bile başarılı. Piyano sonatı olan ilk eserini 14 yaşındayken besteleyen sanatçı, ‘Nazım’ ve ‘Metin Altıok Ağıtı’ başlıklı oratoryolar, piyano, keman, klarnet, trompet, gitar ve ney konçertoları, Mozart ve Beethoven konçertoları için kadanslar, çeşitli formlarda orkestra, oda müziği ve piyano eserleri, şan ve piyano için çok sayıda şarkı ve Mozart’ın 250. doğum yılında Viyana’daki Kutlama Komitesi’nin siparişi dolayısıyla ‘Patara’ adlı bir bale bestelemiş.
Fazıl Say söyleşilerinde on dört yaşındaki kızı Kumru’nun yanında üç de oğlu olduğunu söyler.
Orhan Veli şiirlerinden, Nâzım Hikmet’ten bildiğimiz o güzel İstanbul’u, şairlerinden edebiyatçılarından, ressamlarından bildiğimiz o güzel şehri tasvir etmek, onun doğallığına varmak için yazdığı ilk senfonisi ‘İstanbul’ onun güzel oğlu, bir barış çağrısı olarak tasarladığı, bir çeşit ‘çalgılar operası’ olarak bestelediği, dertli bir Ortadoğu’nun bitmek bilmeyen savaşlarını, terör, töre katliamlarını, kısacası ölüm kültürünü bir Ortadoğu ağıtı olarak anlattığı ikinci senfonisi ‘Mezopotamya’ dramatik oğlu, bestelendiği 2012 yılının bilimsel astronomik verilerinden yola çıkarak yazdığı, majör tonalitenin doğa’yı, minör tonalitenin insanı, atonalitenin de kaosu simgelediği, evren boşluğunun frekans sesi re notası ile biten üçüncüsü ‘Universe (Evren)’ ise onun deli oğludur. Yüzyılımızın modern müzik literatüründe önemli bir yeri olan bu görkemli senfonilerin ve konçertoların yanında, Say’ın boyut olarak, ‘minör’ ama müzikal olarak ‘major’ birbirinden değerli pek çok çocuğu daha var ki, sanatçımız onları bizimle bu son konserinde paylaştı.
Sahneye girer girmez, enerjik ve katı Presto-Forte Nietzche ile sakin ve meditatif Piano-Adagio Wagner’in hem karşıtlıklarına hem de kavgalı ilişkilerine odaklanan ‘Richard Wagner’e Saygı’ alt başlıklı Nietzche ve Wagner adlı bestesini çalan Say hemen ardından mikrofonunu eline alarak, çalmış olduğu parçanın kendisine Wagner’in 200. doğum yılı anısına sipariş edildiğini ve ilk kez Bayreuth Festivali’nde çaldığını anlattı. O andan itibaren de bölüm aralarında yaptığı açıklamalarla, izleyicilerle kurduğu iletişimi keyifli bir ‘soirée musicale’ tadında konserin sonuna kadar sürdürdü.
Özellikle ‘dinleti’ ya da ‘konser’ sözcüğünü kullanmamın ve ‘resital’ demeyişimin sebebi var: Bestelerini sadece piyanosunda seslendireceğini düşündüğümüz Say, sırada ‘Dört Şehir’ adlı piyano ve viyolonsel sonatının olduğunu ve bu sonatı 23 yaşında genç bir çellistle, girmiş olduğu her yarışmayı birincilikle bitiren Dorukhan Doruk’la seslendireceğini söyledi.
Genelde bestelerinde ‘tematik müzik’ yapmayı yeğleyen Fazıl Say bu sonatında da dört ayrı şehri müzikle çizmiş. Aşık Veysel’in kenti Sıvas’ı yanık bir kaval sesi ve derinden derine bir sazın çaldığı Kara Toprak’la, Kafkasların ve Lazların şehri Hopa’yı kemençe eşliğinde bir horonla, doğduğu şehrin maddi ve manevi yıkımını Kurtuluş Savaşı’ndan gelen ‘Ankara’nın Taşına Bak’ türküsüyle, Bodrum’un Barlar Sokağını ise caz müziğiyle özdeşleştirerek anlatmış. ‘Dört Şehir’, çok sayıda etnik ve yöresel müzik cümlesini müthiş bir armonik potada eriterek evrensel bir senteze erişen Fazıl Say’ın yüzyılın en önemli bestecilerinden biri olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.
Her türlü yeniliğe açık olan, senfoni ve konçertolarında kudüm, bendir, oscar, waterphone, ufodrum, sansula, vibratone gibi repertuarlarda çok az rastlanan vurmalıları ve ilk elektronik müzik âleti olan Theremin’i de başarıyla kullanan Say, bu sonatında da müzikal deneylerini sürdürmüş. Bir yandan klasik piyanonun klasik olmayan bütün olanaklarını da kullanırken, diğer yandan da viyolonselin olanaklarını sonuna kadar zorlayarak kaval, kemençe hatta finale doğru kontrbas ve saksafon tınıları elde etmiş.
Piyano partisyonu, malûm, emin ellerdeydi. İlk kez dinlediğim Dorukhan Doruk, özellikle viyolonsel için çok zor pasajlar içeren bestenin altından ustalıkla kalkarak geleceğin büyük icracıları arasında yer alacağını haberliyordu. İkili, piyano ile viyolonsel arasında müthiş bir sohbete dönüştürdükleri sonatı keyif alarak ve bir o kadar da keyif vererek çaldı.
Ağıtsal bir girişin ardından Veysel’in sazına dönüşen piyanoya viyolonsel uzaktan uzağa bir kaval sesiyle cevap verdi. Ardından Say ve piyanosu, Doruk’un kemençesi eşliğinde resmen horon teptiler. Savaşta bir Ankara’nın sert ve katı tınılarla verildiği üçüncü bölümün peşinden de ikili, sonatı gerçek bir ‘jam session’ olarak sonuçlandırdı. Bittiğinde de büyük bir incelikle geri çekilen Fazıl Say, Dorukhan’ı öne alarak onu izleyicilerle beraber alkışladı.
Peşinden Say, hemen hepsini daha önce bis olarak seslendirmiş olduğu baladlara geçti.
Şiirin müziğe uyarlanmış hâli olarak tarif edebileceğimiz balad, orta çağdan beri kullanılan, ancak yüzyıllar boyunca evrim geçirerek, klasik müziğin de sınırlarını aşıp pop ve blues’a kadar uzanabilmiş bir müzik formu. Fazıl Say’ın çaldığı Ses, Kumru, Kara Toprak, Nazım ve Sevenlere Dair adlı baladlar ortaçağın dans şarkılarından çok farklı, hem armonik hem de düşünsel yönden çok daha karmaşık yapıdalar. Ancak kızı için yazdığı Kumru, içinden taşan baba sevgisini daha melodik ve daha duygusal bir formla bestelediği için klasik balad formuna biraz daha yakın duruyor.
Her biri müzikal bir mücevher olan bu baladların ardından, klasik müzik dışında usta bir caz virtüözü ve bestecisi olan ve her yıl Montreux Caz Festivali’nde çalan Say, konserini iki ‘Jazz Fantasies’, bir Paganini etüdü ve Gershwin’in Summertime’ı için yazmış olduğu caz çeşitlemeleriyle sonlandırdı.
Bence dinletinin tek kusuru coşkudan yeterince nasibini almamış olan izleyiciydi. Besteci Fazıl Say’ın müziğinin duygusu sanki tam olarak hissedilmemiş gibi geldi bana. Tabii ki, ben kat kat fazlasını beklemiş olsam da, bol alkış vardı. Ancak, örneğin viyolonsel sonatını bölüm aralarında bile alkışlayanların, bunu kusursuz bir icranın heyecanına kapılarak yaptıkları, giderek saflara bölünmekte olduğumuz bu günlerde bestenin, asıl önemli tarafı olan birleştirici mesajını pek alamadıkları izlenimi edindim. Bu hissiyatımın kişisel bir yanılgı olduğunu da umuyorum tabii ki...
Bu vesileyle İstanbul Müzik Festivali’nin, edebiyatımızın büyük öykücüsü Sait Faik’i ölümünün 60. yılında anmak için Fazıl Say’a bir beste sipariş vermiş olduğunu, Say’ın da Faik’in ‘Stelyanos Hrisopulos Gemisi’ hikâyesi üzerine bir sahne eseri olarak yazdığı
Sait Faik’i Hatırlamak adlı projenin dünya Prömiyerinin 25 Haziran’da, Sait Faik’in yaşamının büyük bir bölümünü geçirdiği, pek çok hikâyesini kaleme aldığı Burgazada’nın sahilinde gerçekleşeceğini haber vereyim. Özen Yula’nın yazdığı ve sahnelediği bu edebiyat-müzik buluşmasında Demet Evgar, Songül Öden ve Esra Bezen Bilgin anlatıcı rolünü üstlenecekler. Müziklerde Birsen Tezer, Serenad Bağcan, Borusan Quartet, Hakan Güngör, Derya Türkan ve Aykut Köselerli de Fazıl Say’la sahneyi paylaşacaklar. Etkinlik 26 Haziran’da Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi’nde tekrarlanacak. İyi Seyirler.