Fransa’dan sinema şöleni

230 filmlik doyurucu programıyla 33. İstanbul Film Festivali geride kaldı

Viktor APALAÇİ Sanat
23 Nisan 2014 Çarşamba

Akbank’ın sponsor olarak onuncu kez desteklediği İstanbul Film Festivali’nin 33’üncüsü 5-20 Nisan tarihleri arasında gerçekleşti. Festival, sinemaseverlere 20’nin üzerinde bölümde 230 filmin yanı sıra usta sinemacıların katıldığı söyleşiler, sinema dersleriyle dolu iki hafta yaşattı. Ben kendi hesabıma izlediğim 15 Fransız filminden büyük keyif aldım. İzlediğim toplam 40 filmin en iyisi de bir Fransız filmiydi. Fransız sahne sanatçısı Guillaume Gallionne’in sinemaya taşıdığı ‘Ben, Kendim ve Annem’ gerçek bir sinema ziyafetiydi. Biletleri en erken tükenen film ‘Büyük Budapeşte Oteli’ festivalin ortasında ticari sinemalarda vizyona girdi. Kendine has özgün ve ince mizahıyla tanıyıp sevdiğimiz Wes Anderson bizlere sinemanın bir masal anlatma sanatı olduğunu hatırlatıyor

Geride bıraktığımız 33. İstanbul Film Festivali frankofon sinemaseverlere gerçek anlamda bir sinema ziyafeti sundu.

Ben kendi hesabıma izlediğim  15 Fransız filminden büyük keyif aldım. Festivalde izlediğim 40 film içinde en iyisi de bir Fransız filmiydi. Fransız sahne sanatçısı Guillaume Gallienne’in tek kişilik gösterisini beyaz perdeye taşıyan ‘Ben, Kendim ve Annem/ Les Garçons et Guillaume A Table’.

Sinefiller için festivallerin en önemli kazanımı keşfedilen filmlerdir. Bu yılın keşfi, benim için, belgesellerinden tanıdığımız Sylvain Chomet’in ilk canlı aksiyon filmi olan ‘Atilla Marcel’ idi. İnce bir mizah duygusunun öne çıktığı filmde, anne-babasını kaybettiği bebeklik yıllarından beri hiç konuşmayan bir piyanistin hayatını izledik.

Politik tatlar içeren ‘Dışişleri/Quai D’Orsay’ ile ‘Diplomasi/Diplomatie’, Bertrand Tavernier ve Volker Schlöndorff gibi iki deneyimli ustanın elinden çıkma, müthiş dialogları ile büyüleyen keyifli filmlerdi.

Epik filmi ‘Shoah’ ile Holokost’u sinemada en iyi işleyen yönetmen olarak ismi hafızalara kazınan Claude Lanzmann’ın, üç buçuk saati aşan süreli son filmi, ‘Son Hain/Le Dernier Des İnjustes’ü İstanbul Film Festivali, Cannes’dan sonra gün ışığına çıkarıyor.

Ünlü Fransız senarist-yönetmen Cédric Klapisch, Barselona’da geçen ‘İspanyol Pansiyonu/L’Auberge Espagnole’, Avrupa’da geçen ‘Rus Bebekler/Poupées Russes’ten sonra, üçlemesinin son bölümü olan ‘Çin Bulmacası/Castette Chinois’ ile bizleri New York’un Çin Mahallesi’ne götürüyor.

Taptaze, enerji dolu bu özgün komediden sonra bu yıl festivalde iki filmle yer alan Xavier Dolan’ın ‘Laurence Anyways’ini izledik. Üç saatlik süresinde seyirciyi avucunun içinden bırakmayan bu melodram, insanın içini acıtan bir imkânsız aşkı anlatıyordu.

33. İstanbul Film Festivali, ‘Anılanlar’ bölümünde Mart ayında kaybettiğimiz, Fransız Yeni Dalga akımının öncüsü, modern sinemanın en önemli yaratıcılarından biri olan Alain Resnais’ye saygı duruşunda bulunarak, son filmi ‘Riley’in Hayatı/ Aimer, Boire et Chanter’yi programına aldı.

Benim kişisel ‘Sinema Tarihi’nin En İyi Filmleri’ listemde ‘Hiroşima Sevgilim/Hiroşima Mon Amour’ ile ikinci sırada yer alan filmin yaratıcısı Alain Resnais, bir önceki filminde olduğu gibi ‘Riley’in Hayatı’nda da konusunu tiyatrodan alıyor. Amatör bir tiyatro grubu oyuncularının yakın bir arkadaşlarının kansere yakalandığını ve ölüme yakın olduğunu öğrenmeleriyle, değişen hayatları üzerine bir film izledik.

Alain Resnais’nin fetiş oyuncuları eşliğinde çevirdiği nefis diyaloglu filmlerini çok özleyeceğiz.

JULİE GAYET İLE TANIŞMAK KEYİFLİYDİ

Festival bu yıl, Fransız yönetmen ve yapımcı Marin Karmitz’in 1974’te kurduğu yapım ve dağıtım şirketi MK2’nin 40. yılını kutlaması ile sinema kariyerinin 40. yılını tamamlayan sanatçıya ‘Sinema Onur Ödülü’ verdi.

Fransa’nın en önemli bağımsız sinema öncülerinden sayılan MK’nin sekiz filmi programda yer aldı. Bunlar arasında Paolo ve Vittorio Taviani kardeşlerin ‘Kaos’u, Romen Lucian  Pintilie’nin ‘Son Durak Cennet’i, Lodge Kerrigan’ın ‘Claire Dolan’ı, Romain Goupil’in ‘Otuz Yaşında Ölmek’i de vardı.

Francis Giroud’nun ‘Zevk Uğruna/ Le Bon Plaisir’i bir Fransız cumhurbaşkanının eski bir metresinden bir çocuğunun olduğunu öğrenmesiyle gelişen olayları anlatıyordu.

30 yıl önce çevrilen bu film bizlere ‘Fransa cumhurbaşkanları’ cephesinde değişen bir şey yok’ dedirtti.

Şimdiki başkan François Hollande’in bilinen son metresi Julie Gayet’yi ‘Dışişleri’ filminde fettan bir dışişleri memuru rolünde izlemek eğlenceli oldu.

Fransa’daki bir nükleer elektrik santralinin içinde ve çevresinde gelişen tehlikeli bir aşk öyküsünü anlatan ‘Nükleer Santral/Grand Santral’, burada çalışan işçilerin hayatının güvence altına alınmadığını gösteriyordu.

Mesajını iyi iletemeyen filmin tek tesellisi geçen yılın Altın Palmiye’li filmi ‘Mavi En Güzel Renktir/ La Vie D’Adéle’in fırtınası Lea Seydoux idi.

POLONYA GÜNAH ÇIKARIYOR

II. Dünya Savaşı sırasında işgal altındaki Polonya’da Polonyalılar Yahudilere Almanlar kadar zarar verdiler. Bu konuda ketumiyetleri bilinen Polonyalıları, Claude Lanzmann dokuz saatlik ırmak filmi ‘Shoah’ta konuşturmayı başardı.

Polonya asıllı İngiliz sinemacı Pawel Pawlikowski, ülkesinde çektiği bol ödüllü son filmi ‘İda’da itaat yemini öncesinde genç bir rahibe adayı, hayattaki tek akrabasının hiç göremediği teyzesi olduğunu, ondan da Yahudi kökenlerini öğrenir. 1960’larda geçen konusuyla rahibe adayı Anna teyzesinden gerçek adının İda olduğunu öğrenir.

İki kadın yollara düşerek birlikte gerçek köklerini ve ailelerinin sırlarını keşfetmeye çabalar. İkinci Dünya Savaşı’nın acı gerçeklerini gözlere seren ve sorgulayan film, İda’nın ailesinin komşuları tarafından öldürüldüğü, evlerine el konulduğu, İda’nın onlar tarafından kiliseye bırakıldığını öğrenirler.

Başarılı bir savcı olan teyze ortaya çıkan tablodan etkilenip intihar eder. İda tesadüfen karşılaştıkları iyi niyetli bir müzisyen ile hayatın nimetlerini tadar. Evlenme teklifi almasına rağmen film İda’nın yemin töreni için manastıra dönmesiyle noktalanır.

Polonyalıların günah çıkartmadaki cesaretlerini övdüğüm filmin finalinin Hıristiyanlık propagandası kokan bir yorumla noktalanması bana eyyam gibi geldi. Seksi tadan, bir aile kurma imkânı yakalayan, başka dinden olduğunu öğrenen bir rahibe adayının hayatını Hıristiyanlığa adaması bana pek gerçekçi gelmedi. Dönemin atmosferini yansıtabilmek amacıyla siyah-beyaz çekilen film görselliğiyle öne çıkıyor.

 

NOSTALJİ VE MİZAH

33. İstanbul Film Festivali’nin biletleri satışa çıktığı gün, bir saat içinde satıldığı tek film ‘Büyük Budapeşte Oteli’ idi. Film, festivalin ilk haftasında(ilave edilen ek seanslar dâhil) hep tıklım tıklım salonlarda gösterildi. Festivalin ikinci haftası başlarken ticari sinemalarda vizyona çıkması büyük şans.

Değişik türlerde ilginç ve aykırı konuları işleyen hikâye örgülü filmleriyle, çok sayıdaki renkli karakterleriyle, kendine has, özgün ve ince mizahıyla tanıyıp sevdiğimiz Wes Anderson bu kez bizleri 20. yüzyıl tarihinden referanslarla dolu hayali bir dünyaya yolculuğa götürüyor.

İrili ufaklı rollerde sayısız ünlünün gözüktüğü (tam 17 ünlü oyuncu) bu benzersiz masal ince siyasi göndermeler de içeriyor.

Paris’te yaşayan, Texas doğumlu, 44 yaşındaki Amerikalı yönetmen Wes Anderson, Woody Allen ile kıyaslanabilecek rafine mizahın öne çıktığı filmleriyle, entelektüel referanslarıyla izleyicilerini eğlendirmeyi sürdürüyor.

‘Tennenbaum Ailesi’, ‘Suda Yaşam’, The Darjelling Limited’ ve ‘Moonrise Kingdom’ gibi benzersiz, aykırı ve özgün konulu ve entelektüel tada sahip filmleriyle tanınan Wes Anderson, ‘Büyük Budapeşte Oteli’ ile son Berlin Film Festivali’nde Büyük Jüri Ödülü’nü kazandı.

İstanbul Film Festivali’nde izlediğimiz Berlin’den Altın Ayı Ödüllü Çin filmi ‘İnce Buz, Kara Kömür’ polisiyesini izlediğimizde, jürinin Anderson’un hakkını yediği kanaatine vardık.

Fransız Jeunet- Caro ikilisinin filmlerini akla getiren abartılı görselliğin zenginliği ile, yine Fransız bestekâr Alexandre Desplas’ın hızlı tempolu sıra dışı müziği ile, renkli karakter resmigeçidiyle ‘Büyük Budapeşte Oteli’ baştan sona büyük bir keyifle izleniyor.

Masalsı dünyasıyla kendine has bir atmosfer yaratan Anderson, bu filmde de çılgın ve tuhaf karakterlerini sergilemeyi sürdürürken, kariyerinin en politik filmine imza atıyor, Nazizm’e de faşizme de zeki göndermelerde bulunuyor.

80’li yıllarda genç bir kadının çocuklarına ‘Büyük Budapeşte Oteli’ni okumasıyla başlayan film, bu kitabın yazarının anlattıklarıyla devam ediyor.

Orta Avrupa’da olduğu tahmin edilen Zubrowka adlı hayali bir ülkede hayatını bir otele adayan yönetici Gustave (Ralph Fienes) yeni iş aldığı belboy Zero Mustafa’ya (Tony Revelori) otelcilik mesleğinin inceliklerini anlatıyor.

Otelin devamlı müşterileri olan yaşlı kadınlarla arası çok iyi olan, bu kadınları kendisine âşık etmekte benzersiz hüneri olan Gustave, eski sevgililerinden biri olan Madame D’nin (makyajıyla tanımakta güçlük çektiğimiz Tilda Swinton) ani ölümünü öğrenince yaşadığı şatoya koşar.

Okunan vasiyetten Madame D’nin kendisine paha biçilmez bir tabloyu miras olarak bıraktığını öğrenen Gustave’in yazgısı değişir.

Kadının paragöz oğlu Dimitri (Adrian Brody), köpek kadar sadık koruması (Willem Dafoe) ile birlikte Gustave’in hayatını zindan eder. Onu kontes annesinin cinayet zanlısı olarak suçlar. Genç bir subay (Edward Norton) ve emrindeki askerler kaçan Gustave’in peşine düşer.

Geriye dönüşlerle 1932’ye uzanan filmde, karizmatik otel yöneticisinin en büyük yardımcısı genç belboy Mustafa’dır.

Patronunun ölümünden sonra otelin sahibi olan Zero Mustafa (yaşlı halini F. Murray Abraham canlandırıyor) otelin müşterisi olan bir yazara (Jude Law) otelin öyküsünü anlatırken kendimizi eğlendirici bir polisiye izlerken buluyoruz.

Wes Anderson yazdığı senaryodaki irili ufaklı rollerde demirbaş oyuncusu Owen Wilson’u ve yine bir otel görevlisi rolünde Bill Murray’i belboyun sevgilisinde Saoirse Ronan’ı, hizmetçi kızda Lea Seydoux’yu, Fransız aktör Mathieu Amalric’i izliyoruz.

Tüm filmleri tuhaflıkta birbirleriyle yarışan Wes Anderson bu son filmiyle bizlere sinemanın bir masal anlatma sanatı da olduğunu hatırlatıyor. Görkemli ‘Büyük Budapeşte Oteli’ belki de en iddialı filmi.