Hüzünlü Özgürlük kitabının yazarı, Oxford Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı kürsüsünün başında İngilizlere Türk Edebiyatı öğretmeye gönül veren Laurent Mignon ile keyifli bir edebiyat sohbeti yaptık. Ötekileştirmeyi, İngiliz okurunun ilgiyle takip ettiği Türk yazarları ve son yıllarda Türkiye’de dikkati çekecek şekilde sayıları artan Yahudi yazarları konuştuk.
Farklı coğrafyalarda ya da farklı zaman dilimlerinde de yaşasa insan, hep aynı insan. Sorunlar, özünde hep aynı sorun. Doğal olarak çözüm önerileri de ortak. Ortak paydada buluşup farklılıklarımız yüzünden ötekileştirmek yerine tam da bu farklılıklarımızla zenginleşerek birleşmeyi öğrenemediğimiz sürece yaşanmışlıklar en fazla kütüphanelerin tozlu raflarında hatırlanmayı bekleyeduracaklar
Oxford Üniversitesi Şarkiyat Fakültesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı kürsüsünün başında İngilizlere Türk Edebiyatı öğretmeye gönül veren Laurent Mignon ile kitabının yayınlanması vesilesiyle internet üzerinden bir araya geldik. Sıcak, samimi kişiliği ile bilgisayar ekranının soğuk cam etkisini ortadan kaldıran Mignon’la edebiyatı, ötekileştirmeyi, İngiliz okurunun ilgiyle takip ettiği Türk yazarlarını ve son yıllarda Türkiye’de dikkati çeken bir şekilde artan Yahudi yazarları konuştuk. İşte sohbetimizin köşe başları…
İngiliz değilsiniz, Türk de değilsiniz ama Oxford’da Türk Edebiyatı dersleri veriyorsunuz. Yahudi değilsiniz ama Türk okuruna Yahudi Edebiyatını tanıtmayı seçtiniz. Öncelikle neden Türkçe?
O biraz kaza eseri. Lise yıllarımda Antakya’ya bir gençlik kampına gittim. Oranın özel ortamında ilk kez Türkçe, Arapça, Kürtçe, Süryanice duydum. Birden bire bu bölgenin dillerini merak etmeye başladım. Sonra üniversitede iki yıl Brüksel’de Arapça ve Türkçe’ye önem verdim. Londra’ya geçince tamamen Türkçe üzerine yoğunlaştım. Doktoramı da Türk edebiyatı üzerine yaptım. İlgim kültürel bir ilgiden ziyade dilsel, dilbilimsel bir ilgi idi. Türkçe’nin yapısal olarak batı dillerinden çok farklı bir şekilde çalışmasıydı ilgimi çeken. Ancak edebiyat merakım zaten vardı. Oradan yola çıkarak Türk Edebiyatı üzerine daha akademik bir şekilde çalışmaya başladım.
Ama bu kitap Türk Edebiyatı üzerine değil!
Kesinlikle değil! Gerçi Bilge Karasu ve İsak Ferera’nın eserlerine de yer verdiği için Türk edebiyatına ya da farklı bir deyişle Türkçe edebiyata da değindiğini söylemek mümkün. Yine de Yahudi edebiyatı ve düşüncesi üzerine bir kitap.
Öyle bir coğrafyada ve öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, Yahudiler ötekileştirilmiş, bırak ötekileştirilmeyi, toplum genelinde, istenmeyen, sevilmeyen ama aslında tanınmayan bir toplum. Ve bu, içinde olduğumuz son dönemin bir olgusu değil! Cumhuriyet’ten beri birileri bir şekilde hep ötekileştirilmiş. Yahudiler de bundan nasibini almış.
Türkiye’de Yahudi’lerin ötekileştirilmesi aslında Cumhuriyet’ten önce de başlamıştı. Milliyetçiliğin yükselişi ile birlikte Yahudiler de gayrı-milli diye damgalandı. Kitaptaki bir makalede görülebileceği gibi, İsak Ferera’nın iddiası Yahudi olduğu için kitaplarını basmak istemedikleri idi. Şimdi bu nasıl bir duruş? Bunun aslında iki yönü var. Öncelikle doğup büyüdüğüm Lüksemburg’da benzer bir durum söz konusu idi uzun yıllar. Holokost’tan sonra bir takım şeyler değişti. Ama bu güne dek Lüksemburg düşünce hayatına katkıda bulunmuş Yahudilerden uzun yıllar hiç bahsedilmiyordu. Orada da edebiyatta, düşüncede kültürel bir dışlanma söz konusu idi. Türkiye’deki durum çok daha ciddi. Burada siyasetçilerin Gezi’yi finans çevrelerine, ardından çok açık bir şekilde uluslararası Yahudi diasporasına atfetmesine bir tepki göstermek istedim. Türkiye’de yaşayan ve Türkiye’de yaşamış Yahudi edebiyatçılar bu ülkede pek tanınmıyor. Pek okutulmuyor, isimleri bilinmiyor. İsrail konusunda Türkiye genelinde çok yanlış bilgiler dolaşıyor. Elbette İsrail Devleti’nin bazı siyasetleri bence de çok yanlış, ama bununla birlikte, buna tepki gösteren yazarlar var. Çok canlı bir entelektüel politik bir ortamı var İsrail’in. Bu da bilinmiyor pek Türkiye’de. Kitaptaki bir takım makaleler buna bir cevap olarak da görülebilir. Kitap o anlamda Türkiye’de var olan Yahudi imgesine karşı çok mütavazı bir katkı denemesi.
Bu kitapla Türk okuruna çok uzak olan bir takım yazarlara değinerek bir tartışma yapıyorsunuz. Ama bir de yer yer, İsrail’den bir takım sosyopolitik dersler alabileceğimizi de hissettiriyorsunuz.
Makalelerden biri de İbranice yazmaya karar veren Arap kökenli yazarlar konusuna değiniyor. Bu bence çok önemli bir olay. Tabii İsrail’in dışında çok da bilinmeyen bir durum. O yazarlardan biri Türkçeye çevrildi. Ama kitap İbraniceden Türkçeye çevrilen bir kitap olarak sunulmadı. Filistinli bir yazarın kitabı olarak sunuldu. Oysa orada asıl ilginç olan durum anadili Arapça olan Filistin kökenli bir İsrail vatandaşının İbranice yazması bence. Bunun üzerinde kesinlikle durulması gerekiyor. İsrail’de de bu kitaplar çıkmaya başladığında – ve sadece kitap değil, TV dizisi de var- çok önemli tartışmalar yapıldı. İbranice kimin? Çok kültürlü, çok dilli bir toplum olmak ne anlama geliyor? Bu bağlamda yüzyıllar boyunca hemen hemen sadece Yahudiler tarafından kullanılan İbranicenin başka insanlar tarafından kullanılması, bu dilin statüsünü nasıl değiştiriyor? Bunlar kültürel ve psikolojik olarak insanları zorlayabilen konular. Türkiye’nin de buna benzer sorunları var.
Siyasi durumdan dolayı İsrail’de bir Arap için İbranice yazmak sıkıntı. Çünkü düşmanın, sömürgecinin dilinde yazma tartışması ortaya çıkıyor. Düşmanın dilinde yazmak ne anlama geliyor? İşbirlikçilik mi? Bu yazarlar bambaşka bir cevap veriyorlar. Filistin kökenli biri olarak İsrail toplumunda İbranice yazarak İbranice edebiyata ve İsrail tartışma ortamına katkıda bulunuyorlar. Elbet bu bir yerleştirme ve bir yerlileştirme simgesi. “Biz de buraya aitiz.” Unutmamak gerekir ki, her çeşit milliyetçilik aslında bir kurgudur.
Kitapta yer alan tüm makaleleri birleştiren bir kavram da Yahudilikte çok önemli olan ‘tikkun olam/ dünyayı tamir etmek’ kavramı.
Tikkun olam kesinlikle insanları birleştiren Yahudi bir tema olarak kabul edilebilir. Çünkü çok yazarda görebiliyoruz bunu. Ancak Yahudi bir tema olmakla birlikte sadece Yahudilere özgü bir tema değil. Dünyayı tamir etmeyi Hinduizm’de de bulabiliriz, Hıristiyanlıkta, Müslümanlıkta da... Bilge Karasu’yu bir kenara koyarsak Hüzünlü Özgürlük’teki yazarların eserlerinde dünyayı daha iyi bir hale getirmek için önerilerini sunduklarını gözlemliyoruz. Bu nedenle sanırım kitabı bir arada tutan konulardan biri ‘tikkun olam’dır.
Sonuçta bu kitabı okuyacak olan ve ön yargılarla büyümüş birinin “çok da benden farklı değiller” diye düşünmesi dahi bir şifa olabilir belki de.
Buna yönelik mütevazı bir katkı diyebilir. Kitabın böyle bir etkisi olabilirse çok mutlu olurum.
Bazı yazılarda da göstermeye çalıştığım gibi, 19. yüzyıl Avrupa’sında Samuel Hirsch ve başkalarının, Yahudi’nin kabul görmesi için yaptıkları mücadele bugün, mesela Müslüman göçmenlerin Avrupa’da yaşadıklarına belli bir ölçüde benziyor. O dönemde Yahudilere karşı kullanılan argümanlar, bazı ülkelerde hâl kullanılıyor: “Onlar buraya ait değiller, sadık değiller, güvenemeyiz.” Almanya’daki Türkiye kökenli üçüncü nesil göçmenler örneğinde olduğu gibi. Onlar orada doğup büyüdüler, Almanca konuşuyorlar, yine de hâlâ bu argümanlarla karşılaşabiliyorlar. Bu yüzden 19. yüzyıl reformist hahamların yazdıklarını tekrar okumak onlar için de önemli. Şunu görecekler: ortak noktalar çok, karşılaşılan sorunlar çok benzer.
Belki de bunca yaşanmış acıya rağmen değişen hiç bir şey yok...
Bu beni çok ürküten bir şey aslında. Samuel Hirsch’in tikkun olam’ı çok güzel uyguladığını görebiliyoruz. Dışlanmaya karşı argümanlarının kendi döneminde büyük bir önemi olduğu gibi, bu argümanların bugün hâlâ bir geçerliliği var.
Yine de unutulmuş…
Unutulmuş ya da unutturulmuş. Şoa sonrası okullarda çocukların bu konudaki hassasiyetlerini geliştirmek için çabalar harcanıyor, kitaplar okunuyor. Fakat o kültürel miras hiç tartışılmıyor. Oysa o mirası tartışmamak, canlı tutmamak yine bir çeşit dışlamaya devam etmektir. Şoa’nın başka bir şekilde devam etmesidir.
O zaman çözüme nasıl ulaşacağız? Tikkun olam’ı nasıl gerçekleştireceğiz hayatlarımızda?
Muhtemelen her nesil kendi yolunu bulmalıdır deyip bu zor sorudan kaçmalıyım. Şaka bir yana, empati tikkun olam’a giden yolda önemli bir kavram. Karşıdaki insanı tanımasanız bile ne hissettiğini anlamaya çalışmak gerek. Bu çok mümkün olmasa da durmadan denemeliyiz.
İNGİLTERE’DE EN ÇOK OKUNAN TÜRK YAZARLAR
Özellikle son dönemde, Gezi’den itibaren genel olarak Türkiye’yi daha fazla ilgi duyulmaya başlandı. Televizyonda haberlerde bir ülke çok çıkıyorsa birden bire öğrenci başvurusu artıyor. Okunan ilk Türk yazarı Orhan Pamuk. Okumaya başlıyorlar ve öğrenmek istiyorlar. Elif Şafak okuyorlar. Latife Tekin belli bir ölçüde ve Bilge Karasu. Bir de Orhan Pamuk’un İstanbul hakkında yazdığı bir kitapta ondan söz etmesinden beri Ahmet Hamdi Tanpınar. Elbette şiir alanında Orhan Veli ve Nazım Hikmet.
TÜRKÇE EDEBİYATTA TÜRK YAHUDİ YAZARLARIN YERİ
Türkiye’de 90’lı yıllardan beri çok önemli bir değişim söz konusu. Sanırım genel olarak edebiyat piyasası ile üniversite dünyası, Türkoloji dünyası arasında önemli bir fark yaşandı. 90’lardan itibaren Türkiye’de kimliksel sorgulamaya daha açık olduk. Üniversite dışındaki yayın piyasası Mario Levi gibi yazarların eserlerinin yayınlanabilmesine imkân sağladı. Sanki piyasa artık başka sesler duymaya hazırdı. Tabii bu sadece Yahudi kökenli yazarlar açısından değil. Karin Karakaşlı gibi Ermeni kökenli bir yazar da yapıtlarını Türkçe olarak yayınladı ve ödüller kazandı. Bugün Türkiye toplumundaki çeşitliliğin de edebiyat piyasasında yansıtıldığını görebiliyoruz. Mario Levi gibi bir yazar bunun iyi bir örneği. Kendisi kesinlikle Türk edebiyatının ana akımına çok büyük katkıda bulunan yazarlarından biri. Onlar gerçekten Türkçe edebiyatın çok önemli üyeleri ve o akımın birer parçası. Eserleri marjinal kalmıyor ya da sadece kendi topluluklarında okunan yazarlar değil. Bence çok iyi bir gelişme. Biraz İsak Ferera’nın, Avram Naon’un rüyasının gerçekleştiğini görebiliyoruz: Herkes tarafından okunmak ve herkes tarafından yazar olarak kabul edilebilmek.