Holokost’u, yok etme güdüsü tarafından ele geçiren bir ırkçılığın sahnesi olarak görmek gerekir. Yaşananlar Yahudilerin özne olarak seçildikleri, evrensel sonuçları olan bir trajedidir, hatta burada trajedi sözcüğünün tam da duyguları ifade edemeyebileceğinde hem fikirim. Her durumda, bu sürecin bir Yunan tragedyası kıvamında algılanmaması, olabildiğince nesnel bir şekilde incelenmesi, öğrenilmesi ve öğretilmesi gerektiği bir gerçektir.
Birkaç gün önce Yom Aşoa idi. Bir yanda Nazi çizmeleri altında yitip giden milyonları andık, bir yanda da yazgılarına karşı bilinçli ya da bilinçsiz direnenleri, ayaklananları yâd ettik.
Hafızaları tazelemek adına bir önceki yazımın son paragrafını tekrarlamak isterim:
Holokost’u, yok etme güdüsü tarafından ele geçiren bir ırkçılığın sahnesi olarak görmek gerekir. Yaşananlar Yahudilerin özne olarak seçildikleri, evrensel sonuçları olan bir trajedidir, hatta burada trajedi sözcüğünün tam da duyguları ifade edemeyebileceğinde hem fikirim. Her durumda, bu sürecin bir Yunan tragedyası kıvamında algılanmaması, olabildiğince nesnel bir şekilde incelenmesi, öğrenilmesi ve öğretilmesi gerektiği bir gerçektir.
Adolf Hitler’in Alman halkına teklif ettiği gelecek neydi ki böylesi bir sonuçla karşılaşıldı? Bir yandan taşıyamayacağı kadar ağır bir mirasın altında inleyen bir Nazi dönemi sonrası halk – ya da o halktan geriye ne kaldıysa – bir yanda da nüfusunun üçte ikilik bölümünü yitirmiş, geçmişi silinmiş ve geleceğinden koparılmış Yahudi halkı – ya da o halktan geriye ne kalmışsa…
BU KADAR KOLAY MI?
“Affet ama unutma” sloganı esas itibarı ile bizleri Alman halkı ile bir empati kurulmasına sürüklüyor. Elbette ki böylesi bir yaklaşım sübjektivite çerçevesi içinde olur, ya da olmaz. Yine de özgür dünyada birbirinden nefret eden halkların varlığı artık kabul edilmemesi gereken bir durumdur. Nefret kimseye yarar getirmeyeceği gibi, en azından anlamsız bir didişmeye neden olur ki bu da toplumları her yönde geriye sürükler, onlara fayda sağlamaz.
Dolayısı ile “Affet ama unutma” doğru biçilmiş ancak içi ustaca doldurulması gereken bir deyiştir. Bunun basit bir pazarlama sloganı şeklinde ağızlara sakız olması, vermek istediği mesajı sığlaştırır.
Adolf Hitler, 30 Ocak 1933 tarihinde, Cumhurbaşkanı Von Hindenburg tarafından Alman Şansölyesi ilan edildi. Ne Hindenburg ne de ona istemeye istemeye bu yolu açan Franz Von Papen, Hitler’i başbakan olarak görmek istemiyorlardı. Ancak nafile bir durum olagelmiş, Hitler’in başarısından ziyade, siyasi rakiplerinin başarısızlıkları onu başbakan yapmıştı.
Gerçi gençlik döneminde kendisi ile ilişkilendirilebilecek hiçbir şey onun ileride tarihe iz bırakacak bir dünya lideri olacağına işaret etmiyordu. Mesleği yoktu, evi barkı yoktu, üstüne başına özen gösterecek ne görüşü vardı, ne de parası. Fiziksel özellikleri ise yeterli olmaktan çok uzaktı. Anlayacağınız gençlik yıllarında Hitler etrafına ışık saçan bir kişilik değildi.
Oysa yıllar sonra başbakan olduğunda O, Avrupa’nın daha önce rastlamadığı cinsten, değişik bir lider portresi çizecekti. Entelektüel bir halkın lideri olarak ilan edecekti kendisini ancak, gelin görün ki kendisi entelektüel olmaktan çok uzaktı. Arkadaşlık ilişkileri geliştirmekten aciz, derin bir nefret etme yeteneğine sahip, gücüne tapan insanları etrafına toplayabilecek kadar da – paradoksal olacak ama – karizmatik bir kişiydi.
Yine de yalnızdı. Hoşgörüsüzdü. Kimsenin kendisini eleştirmesine izin vermeyen, buna tahammül etmeyen bir yapısı vardı. Her şeyi bilen, her şey hakkında söyleyecekleri olan biriydi. Ve işte o söyledikleri günün birinde öylesi bir iklimle buluştu ki, normalde hastalıklı kabul edilebilecek Adolf Hitler kendisini başbakan olarak buldu.
Söyledikleri esas itibarı ile basitti:
Alman halkına Birinci Dünya Savaşı sonrasında büyük haksızlık yapılmıştı. Ödeyemeyeceği kadar ağır maddi bir tazminata mahkum edilmiş, manevi anlamda ise tamamen diz çöktürülmüş, ulusal gururu dahil her şey elinden alınmıştı.
Savaş sonrası Paris Versailles görüşmelerinde etkin rol oynayan Fransa ve İngiltere, Almanya’nın yeniden tarih sahnesine çıkmasını önlemek adına son derece ağır maddeleri masaya sürmüşlerdi ki bunları kabul etmek Almanya’nın hayatına sekte vurmak demekti. Ekonomik açıdan iflas etmiş, kendini savunamayacak bir duruma indirgenmiş, kendi geleceğini başka ulusların iki dudağı arasına terk etmiş bir Almanya söz konusuydu.
Hitler’in tespitlerinde gerçek payı yok değildi. Versailles Anlaşması, yanlış zeminler üzerinde temellendirilen barışın, kısa vadede dahi, savaş getirebileceğini göstermesi bakımından not edilmesi gereken bir duruma işaret eder.
Ancak Kavgam’da derlediği fikirlerinin incelenmesi, doğru yolda yaptığı tespitlerin giderilmesi sürecinde Alman halkına teklif ettiği yöntemlerin sapkınlığını aleni şekilde ortaya koyar. Kaleme alındığı 1922’den Hitler’in başbakanlığa atanacağı 1933 yılına dek Kavgam az okunan ve genelin dikkatini çekmeyecek bir vahşet kitabıydı. Nazizm’in yol haritası biraz da Kavgam’ınkine paralel seyredecektir: Kitap okullarda okutulmaya başlandığında, ya da evlenen çiçeği burnunda gençlere armağan edildiğinde, artık salim düşünen bir halktan söz etmenin mümkün olamayacağı dönemlere varılmış olacaktı.
NAZİZM – “BİR DİNDEN ÖTE!”
Hitler, kendisinin “… çaresiz Alman halkına en çok ihtiyaç duydukları anda, Tanrı’nın taktiri ile bir kurtarıcı olarak gönderildiğine…” inanıyordu. Dolayısı ile gücünü Tanrı’dan alıyordu. Hatta bir adım daha ileriye giderek, Nasyonal Sosyalizmi siyasi bir hareket olarak değil de bir din olarak tanımlayacaktı. “Nasyonal Sosyalizm bir dinden ötedir. İnsanlığı bir daha, yeniden yaratmakla eşittir.” İnsanlığı yeninden yaratmanın satır arılarında Ari ırkına hak ettiği ihtişamlı bir gelecek vermeyi ve dünyanın başına bela olan Yahudileri yok etmeyi anlamak olası.
Alman halkı böylesi bir maceraya çıkmaya hazır mıydı? Birahanelerin dumanlı salonlarından çıkarak kendisini bir anda başbakan bulan Adolf Hitler’i donanımlı görüyor muydu? Kendinden olmayanı tarih sahnesinden bertaraf etmeye azimli bir lider, gerçekten Alman halkının peşinden gidebileceği bir lider miydi? Hitler ve Nazi ideolojisi Almanya’yı, her şeye rağmen on iki sene yönettiyse, bu soruların cevabı evet olarak işaretlenir.
Alman halkı kendisine Versailles Anlaşması ile giydirilen deli gömleğini yırtıp atmak istiyordu. Hitler’in bununla ilgili olarak söylediklerine kim itiraz edebilirdi ki? Elbette uluslar topluluğuna ve ondan öte kendisine ispatlaması gereken birçok şey vardı. Nasyonal Sosyalizm, ideolojileri ile, önerdiği yaşam şekli ile, umutsuzluğa sürüklenmiş kitlelere, gururlarının restore edileceğini söylüyordu. Dolayısı ile halk bunun için bedel ödemeye hazırdı…
Hazır olmayanalar, rejim muhalifleri, Nazizm’in yarattığı şablon dışında bir yaşam sürdürmeye çalışanlar bu bedeli önden ödediler. O zaman henüz savaş yoktu, ancak içten görülen hesaplaşmalar vardı. Hitler savaşmadan çok önce, ya da Yahudileri Son Çözüm sürecine mahkûm etmeden çok önce, sosyal ve siyasi muhalifleri ile kozlarını paylaşıyordu. İlk toplama kamplarının konukları, Nasyonal Sosyalizm’in iflah olmaz muhalifleriydi… Sosyal itaatsizlik yapan aykırı insanlardı... Ölüm mangalarına teslim edilecekler, evleri basılarak kurşuna dizilecekler, Führer’in kutsal yürüyüşünde yolunu kesme potansiyeli olan, bu konuma yükselmesinde katkısı olan ilk yoldaşları olacaktı.
Güç, Ari ırkın yüceltilmesi sürecinde kullanılan etkin bir silahtı. İç düşmana karşı olduğu gibi dış düşmana karşı da etkin bir şekilde sürdürülen savaşın kaynağıydı. Hitler’e başbakanlık yolunu açan nasıl siyasi rakipleri olduysa, uluslararası arenada güçlenmesine de yine beceriksiz rakipleri yol açtı: Bu anlamda İngiliz Başbakanı Chamberlein ile Fransız Başbakanı Daladier’nin başarılı bir politika izlemediklerini ve Avusturya ile Çekoslovakya’yı Hitler’e altın tepside hediye ettiklerini söylemeden geçmek mümkün olmayacaktır. Yapılan birçok doğrudan ve dolaylı görüşmeler esnasında, Hitler’in maskesi düşürülebilse, gerçekten varmak istediği yer iyice anlaşabilse, kim bilir belki de Naziler savaşmaya cesaret edemeyebileceklerdi. Ama işte Hitler’in hissettirdiği güç, savaşa giden yolda kimselerin ona karşı çıkmamasını sağlamıştı. Stalin dahi, savaştan hemen önce, kendisinden beklenilenin tam tersine, Hitler’le ittifak kurmuştu. Hitler bunu günlüğüne “Şeytanla İttifak” olarak not düşmüştü.
Etrafın toz duman olduğu böylesi bir istikrarsız bir dönemde Yahudi halkı, kendi yolunu çizebilir, gitgide artan ve kendi hayatını tehdit eden antisemitizme karşı durabilir miydi? Böylesi karmaşık bir dönemde, ulusların birbirlerine silah çektikleri bir kaos ortamında, antisemitizmin öldürücü bir şekilde geleceğine kastettiğini algılayabilir miydi?
KAVGAM
Kavgam, yazarının kavgalı olduğu kişileri, kurumları, toplulukları göstermesi açısından önemliydi. Kavgam, yazarın kavga ederek varmak istediği yeri göstermesi açısından da önemliydi. Kavgam, yazarın kavga etme potansiyelini açığa vuran, edebi değer yoksun bir ‘itiş kakış’ kitabıydı.
Hitler’in, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Alman halkını ‘sırtından bıçaklayan’ Ruslarla sorunu vardı. 1917 Kızıl Devrim sonrasında Rusların savaşı tek taraflı terk etmeleri bu sorunu ortadan kaldırmıyordu. Bolşevizm’in ulus fikrini ortadan kaldırmak istemesi, onun yerine sınıf yapılanmasını önermesi ve Almanya’da bunun desteklemesi, onun kabul edeceği bir durum değildi. Alman ulusal gururu yerine, emeğin öne çıkacağı bir düzen Prus ekolüne ve Alman milliyetçiliğine ters bir durumdu. Slavlara ve komünistlere olan nefretinin kaynağı bu korkuydu.
Hitler’in, Birinci Dünya Savaşı sonrasında ‘Alman halkını teslim alan’ Yahudilerle sorunları vardı. Uluslararası Yahudi Komplosu, savaşın galiplerini ele geçirmiş ve Almanya’ya o ağır Versailles Anlaşması’nın hükümlerini dayatmıştı. Böylece Almanya’nın zayıflaması ve Bolşevizm’in kucağını itilmesi hedefleniyordu. Savaş sonrasında örneğin Bavyera’da kurulan kısa ömürlü Marksist eğilimli cumhuriyetin arkasına Yahudiler vardı. Daha sonra Weimar Cumhuriyeti’nin oluşması sonrasında iktidar olan Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde ve Fredirch Ebert hükümetinde birçok Yahudi vardı. Nazizme göre onlar da, elbette, Alman halkının esaretinden yana olmuşlardı ve nafile anlaşmanın maddelerinin eksiksiz yerine getirilmesi için canla başla çalışıyorlardı.
Hitler’in Yahudilere olan nefreti gerçi çok daha öncelere dayanır: “Bu mesele üzerinde düşünmeye başladığımda, kent (Viyana) bana bambaşka görülmeye başladı. Nereye gitsem Yahudi görüyordum. Ne kadar çok Yahudi görsem bunlar gözümde diğer insanlardan öylesine ayrılıyordu. Özellikle Tuna kanalının kuzeyi ve kentin merkezi bu ırkın temsilcileri ile kaynıyordu. Bunların salt dış görünüşlerinden bile Almanlarla hiçbir benzerlikleri olmadığı fark ediliyordu. Yahudilerin karışmadığı tek pislik yoktu. Hangi çıbanı yarsanız, içinden birdenbire çıktığı karanlıktan gözleri kamaşmış bir solucan, bir Yahudi görülürdü. Yavaş yavaş onlardan nefret etmeye başladım…” (Kavgam’dan)
Bunları yalnızca Kavgam’da ilan etmemişti elbette. Daha sonra, iktidar olmadan önce sokaklarda, birahanelerde; iktidar olduktan sonra başbakan kimliği ile meydanlarda, mecliste, parti toplantılarında yaptığı konuşmalarda açıkça haykırmıştı. Nasyonal Sosyalizm, ideolojik yapılanmasını ve bundan türeyen siyasi ve toplumsal davranış kodlarını işte bu kavganın üzerine oturttu. Bunu iki bileşeni vardı: Güç ve ırkçılık.