‘Büyük Budapeşte Oteli’nden sonra, ‘Aşk Bilmecesi’ ve ‘Sıfır Teorisi’ ile festivalden vizyona geçen film sayısı üç oldu. İlerlemiş yaşına rağmen formunu koruyan Fred Schepisi’nin ‘Sözcükler ve Resimler’i keyifli bir romantik komedi idi. ‘Mutlu Yıllarımız’ bizleri 70’lerin İtalya’sına götürdü. ‘Mavi En Sıcak Renktir’in erkek versiyonu ‘Göldeki Yabancı’ şok etkisi yarattı. ‘Tutsak’ ve ‘Şeytan’ın Düğünü’nde iki Kanadalı yönetmenin ustalık gösterisini izledik. Konusu New York’ta geçen ‘Aşk Bilmecesi’ ile Fransız Cedric Klapisch üçlemesini tamamladı. Terry Giliam ‘Sıfır Teorisi’ ile fütüristtik konulardaki hünerini sergilemeyi sürdürdü
Festivalin son gününde izlediğim ‘Sözcükler ve Resimler/Words And Pictures’ Avusturyalı veteran yönetmen Fred Schepisi’nin hoş bir sürprizi idi.
Henüz Türkiye’ye ithal edilmediği için ne zaman izleyeceğimiz belirsiz olan bu keyifli film, ilerlemiş yaşına rağmen (75) formda olduğunu gösteren Schepisi’nin, konusu bir lisede geçen bir romantik komediydi.
John Le Carré’nin romanından alınan ‘Rus Evi’ (1990), ‘Fırtına’nın Gözü’ (2011), ‘Roxanne’(1987) ve ‘Karanlıkta Bir Çığlık’ (1998) gibi seviyeli filmlerinden tanıdığımız Schepisi, son filmi ‘Sözcükler ve Resimler’de iki sorunlu öğretmen arasındaki çekişmeyi anlatıyor.
Karizmatik ama yeteneği inişe geçen yazar Jack ile albenili ama eski ateşi kalmayan ressam Dina, bir okulda öğretmen olarak çalışıyorlar. Bir resmin bin söze bedel olup olmadığı konusunda bütün okulu etkisi altına alan bir rekabete girişmeleri uzun sürmüyor. Başta birbirlerinden hiç hazzetmeyen bu azılı rakiplerin, sonra bir aşk macerası yaşamaları hiç kimseyi şaşırtmıyor. Juliette Binoche ile Clive Owen karşılıklı döktürüyorlar.
İtalya’dan gelen bir romantik komedi, ‘Mutlu Yıllarımız/ Anni Felici’ 33. festivalin iyi filmleri arasındaydı. ‘Abim Evin Tek Çocuğu’ ve ‘Hayatımız’ ile tanıdığımız Daniele Luchetti, senaryosunu yazıp ustalıkla yönettiği bu kısmen otobiyografik yeni filmiyle bizleri 70’li yıllara götürüyor.
Küçük Dario’nun anlatıcı görevini üstlendiği bu yolculukta sorunlu bir ailenin dünyasına dalıyoruz. Dario’nun babası Guido, bir türlü istediği başarıya ulaşamayan ve giderek içine kapanan bir sanatçı.
Annesi Serena delicesine âşık olduğu kocasının kaçamaklarına tahammül edemez. Dönemin özgürlük rüzgârı bu aileyi de yakalıyor, anne ve baba birbirlerinden daha da uzaklaşıyor.
Ne yazık ki bu nefis film henüz ülkemize ithal edilmedi.
Geçen yıl Cannes Film Festivali’ne damgasını vuran, eşcinsellikle ilgili filmlerden biri (Altın Palmiye galibi) Abdüllatif Kechiche’in ‘Mavi En Sıcak Renktir/ La Vie d’Adéle’i, diğeri Alain Guiraudie’nin ‘Göldeki Yabancı/L’İnconnu du Lac’ adlı filmiydi. Bu film de Cannes’dan eli boş dönmemiş, Belirli Bir Bakış bölümünde Yönetmenlik Ödülü ile Eşcinsel Palmiye Ödülü’nü kazanmıştı.
İlk film iki lezbiyenin tutkulu aşkını, ikincisi ıssız bir çıplaklar plajında birkaç erkeğin günü birlik sevişmelerini anlatıyordu. Kahramanımız Frank gönlünü burada çekici, güçlü kuvvetli ve ölümcül Michel’e kaptıracak, Michel’in işlediği bir cinayete tanık olmasına rağmen suskunluğunu koruyacak.
Eşcinsellik kültürü ve ilişkiler konusunda ilginç şeyler söyleyen filmin kusuru, Hitchcock’vari bir gerilime dümen kırması.
Filmi takdim etmek üzere İstanbul’a gelen filmin baş aktörü Christopher Paou ile İKSV’nin Boğaz turu tekne gezisinde tanıştım. Rolünü oynamakta çok zorlandığını anlattı.
İKİ İDDİALI KANADA FİLMİ
‘Polytechnique’ ve ‘İçimdeki Yangın/İncendie’ gibi iki müthiş filminden tanıdığımız Kanadalı yönetmen Dennis Villeneuve, İngilizce yaptığı ilk film olan ‘Tutsak/Prisoners’ ile öykü anlatmadaki ustalığını kanıtladı.
Kanada’nın en prestijli yönetmenleri arasında yer alan, ‘Exotica’(1994), ‘The Sweet Hereafter’(1997) gibi iki başyapıtı ve Türkiye’nin tepkisini çeken, ‘Ararat’ ile tanınan Ermeni kökenli Atom Egoyan, konusunu gerçek hayattan alan son filmi ‘Şeytan Düğümü/Devil’s Knot’ ile programda yer aldı.
Küçük kızı kaçırılan bir babanın (Hugh Jackman), polisin çalışmalarını yetersiz bulmasıyla dedektifliğe soyunmasını anlatan ‘Tutsak’, 2,5 saatlik süresinde nefes nefese izlenen mükemmel bir polisiye idi.
Misafirliğe gittikleri evin küçük kızıyla birlikte aniden ortadan kaybolan iki kızın izini bulmak için, kanunu çiğnemek pahasına kendine özgü sert yöntemlere başvuran çaresiz bir babanın müthiş mücadelesini izliyoruz.
Tecrübeli polis dedektifinin (Jack Gyllenhaal) desteğine rağmen olaylar geliştikçe, dava giderek geçmişe uzanan bir bulmacaya dönüşüyor.
Benzer bir konuyu işleyen ‘Şeytanın Düğümü’ derin Amerika’da üç çocuğun vahşice öldürülmesiyle başlayan ve uzun bir mahkeme süreciyle sonuçlanan, yaşanmış acı olayları ele alıyor. Atom Egoyan sarsılmaz bakışını bir kez daha acılar çeken toplumlardaki sıradan bireylerin paramparça hayatlarına çeviriyor.
Egoyan’ın kendine özgü toplumsal ve siyasal çağrımlar da içeren polisiyelerin bu son örneğinde tamamıyla aydınlanamamış bu olayda kararı izleyiciye bırakıyor.
Bu kez, gerçek olaylardan yola çıkarak kurguladığı unutulması güç, gizemini koruyan bir öyküyle karşımıza çıkıyor ünlü yönetmen. ABD’nin ‘İncil Kuşağı’ndaki küçük bir kasabada üç küçük çocuk katledilir. Polis daha sonra Batı Memphis Üçlüsü adıyla anılacak olan üç genci tutuklar. Bu gençler şeytana tapma ayininde çocukları öldürmekle suçlanır. Ama kurbanlardan birinin annesi ile bir polis müfettişi bu kanıda değildir.
‘Şeytan Düğümü’ bu korkunç olaylardan sonra açılan davalar kadar tartışılacak bir film. Colin Firth’in yanında bu acılı anneyi Oscar’lı aktris Reese Witherspoon canlandırıyor.
FESTİVALDEN VİZYONA
‘Büyük Budapeşte Oteli’nden hemen sonra ‘Aşk Bilmecesi’ ile ‘Sıfır Teorisi’ festivalin ardından sıcağı sıcağına, ticari sinemalarda vizyona giren filmler oldu.
Fransız yönetmen Cédric Klapisch, ‘İspanyol Pansiyonu/ L’Auberge Espagnole’ ve ‘Rus Bebekler/Les Poupées Russes’ ile başlattığı üçlemesini ‘Aşk Bilmecesi/Casse-tete Chinois’ ile tamamlıyor. Senaryolarını da kendisinin yazdığı Barselona’da geçen ‘İspanyol Pansiyonu’ filminden on bir, Avrupa’da geçen ‘Rus Bebekleri’ filminden sekiz yıl sonra New York’ta geçen taptaze, enerji dolu, seksi komedi ‘Aşk Bilmecesi’ ile Cedric Klapisch beyazperdeye dönüyor.
Kahramanımız Xavier (Romain Duris) artık kırk yaşına gelmiş ve henüz boşanmıştır. Çocuklarından ayrı kalamayınca New York’taki Çin Mahallesi’ne taşınır.
Eski eşi Wendy (Kelly Reilly) zengin bir Amerikalıyla yeni bir evlilik yapmıştır. Ne var ki, Xavier’in varoluşsal sorunları sürüp gittikçe eski aşk meseleleri sökün ettikçe, burada da hayat pek öyle sakin geçmeyecektir. Kocasından ayrılan eski arkadaşı (Audrey Tatou) çocuklarını alıp New York’a gelmesiyle, lezbiyen arkadaşının (Cécile de France) devreye girmesiyle Xavier’in hayatı renklenecektir.
‘Herkes Kendi Kedisini Arar’ filmiyle ünlenen Klapisch bu filmde de yine kadın-erkek ilişkilerine odaklanıyor, bildik şablon ve klişelere sırtını yaslayarak ünlü oyuncularından da destek alarak izleyicisine hoşça vakit geçirtiyor.
1984 yılında çektiği ‘Brazil’ ile ünlenen, Minnesota doğumlu, 74 yaşındaki İngiliz senarist-yönetmen Terry Giliam başyapıtını yedi yıl sonra ‘Balıkçı Kral’ filmiyle (1991’de) vermişti.
‘12 Maymun’(1995) ve ‘Vegas’ta Korku ve Nefret’ (1998) ile ününü sürdüren Giliam, beş yıl önce Cannes Film Festivali’nde ‘Dr. Parnasus’ ile yarışmıştı.
Gelecekte dünyanın nasıl çarpık bir hale bürüneceğini hakkıyla filme çekecek bir yönetmen varsa, olsa olsa Terry Giliam’dır. Fütüristtik konulara bilinen meyliyle Giliam, Londra’lı bir bilgisayar dâhisinin serüveni aracılığıyla geleceğin dünyasına bakıyor.
Varoluşsal acılarla kıvranan, sıra dışı bilgisayar dâhisi Qohen Leth’in (Christoph Waltz) elinde ‘Ben neden varım?’ sorusuna yanıt olabilecek gizemli bir proje var. Patronu (Matt Damon), onun maşası (David Thewlis) ve kendisini baştan çıkarması için yolladıkları cilveli Bainsley’in ziyaretleri Qohen’in yalnızlığını sık sık bozuyor ama hayatını renklendiriyor.
Christoph Waltz gibi çift Oscar’lı dahi bir oyuncunun varlığıyla, yan rollerde Mélanie Thierry, Peter Stormare ve Tilda Swinton gibi birinci sınıf oyuncuların katkısıyla, Terry Giliam’ın bu yeni kıyamet fantezisi ilgi ile izleniyor.