Ceylan Cannes’da Soma’yı andı

67. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışan ‘Kış Uykusu’ filminin galasında, Soma’daki maden kazasında hayatlarını kaybedenler anıldı

Viktor APALAÇİ Sanat
21 Mayıs 2014 Çarşamba

‘Kış Uykusu’nun galasında Yönetmen Nuri Bilge Ceylan, oyuncular Haluk Bilginer, Demet Akbağ ve Melisa Sözen ellerinde #Soma yazılı kağıtlarla basın mensuplarının karşısına geçti. Davetlilerin büyük kısmının siyah giyindiği film gösteriminde, oyuncular yakalarındaki siyah kurdelelerle kırmızı halıda poz verdi. 

CEYLAN ALTIN PALMİYEYE YAKIN

Cannes’da izlemiş olduğum festivallerde çok az sayıda yönetmenin, filmlerinin gösterildiği salona girerken beş dakika boyunca alkışlanıp, projeksiyonunun sonunda salondaki tüm izleyiciler tarafından alkışlandığına tanık oldum. Nuri Bilge Ceylan onlardan biri oldu. Kariyerinin en iyi filmi olarak tanımlanabilecek ‘Kış Uykusu’ ile Ceylan, Altın Palmiye’nin en iddialı ve ciddi favorileri arasına girdi. İngiliz yönetmen Mike Leigh’in ‘Mr. Turner’inin ödül listesinde kendine bir yer bulacağında eleştirmenler birleşiyor. Bu yazımda festivalin ilk üç gününü ve perde arkası olaylarını anlatacağım.

Cannes’da izlemiş olduğum festivallerde çok az sayıda yönetmenin filmlerinin gösterildiği salona girerken beş dakika boyunca alkışlanıp, projeksiyonun sonunda tüm izleyiciler tarafından alkışlandığına tanık oldum. Nuri Bilge Ceylan onlardan biri oldu.

67. Festival’in ikinci gününde ‘Kış Uykusu’nun basın gösteriminde, filmin ekibiyle salona giren Ceylan’a gösterilen sıcak ilgi ile bu yönetmenin kredi notunun Cannes’da çok yüksek olduğunu bir kez daha gördüm.

2003 ve 2011’de Cannes’dan Büyük Ödül ile 2008’de En İyi Yönetmen Ödülü’yle, 2006’da Uluslararası Basın (FİPRESCİ) Ödülü’yle ayrılan Ceylan, ‘Kış Uykusu’yla Altın Palmiye’nin en ciddi favorileri arasına girdi.

Bu yedinci uzun metrajlı filminde Ceylan, kariyerinin entelektüel düzeyi en yüksek yapıtına imzasını atmış oluyor. Aile içi hesaplaşma öyküsü olarak özetlenebilecek ‘Kış Uykusu’, uzun ve zekice yapılmış diyaloglara dayalı bir film.

Bir tiyatro aktörünün emekliliğinden sonra Kapadokya’da, babadan kalma bir oteli işletmeye başlamasını, karısı ve kocasından yeni boşanmış ablası ile taşra hayatını seçmesini anlatan film, bu üç kişinin yalnızlığı üzerine bir destana dönüşüyor.

Filmde, o güne kadar dile getirilmemiş gerçekler, geç kalmış aile içi hesaplaşmalar, yabancılaşma teması etrafında ustalıkla işleniyor.

Ceylan’a bazı eleştirmenler, Yunanlı sinema dehası ‘Theos Angelopoulos’un mirasçısı gözüyle bakıyorlar. Ceylan’ın insani ilişkileri işlemedeki becerisiyle, Andrei Tarkovski ve Jim Jarmush’a yakın bulanlar da var. ‘Kış Uykusu’ entelektüel içeriğiyle, gerçekçi, samimi ve kişisel özellikleriyle, bütün bu görüşleri haklı çıkaran bir film.

Ceylan’ın demirbaş kameramanı Gökhan Tiryaki, emsalsiz güzellikteki görüntüleriyle ‘Kış Uykusu’nda kariyerinin en parlak işine imzasını atıyor. Tiryaki Kar altındaki Kapadokya coğrafyasında, peri bacalı kartpostal manzaralarında, filmin yüzde 90’ının geçtiği mekânlarda, usta işi ışıklandırmalarda becerisini sergileme fırsatı buluyor.

Emeklilik hayatında, hazırlamakta olduğu ‘Türk Tiyatro Tarihi’ kitabı için araştırmalar yapmakla vaktini geçiren Aydın’ın (Haluk Bilginer) hayatında iki kadın vardır: Kendisinden epey genç olan güzel eşi Nihal (Melisa Sözen) ve kocasından ayrıldıktan sonra taşra hayatını seçen ablası Necla (Demet Akbağ).

Hobileri olmadığı ve hiçbir şey üretmedikleri için mutsuz olan bu iki kadın, Nihat’ın mükemmeliyetçilik tutkusunu ve eleştirel tavrını beğenmemektedir. Uzun kış gecelerinde yapılan sohbetlerde yıllardır dile getirilmemiş gerçekler ortaya dökülür. Film düzeyli bir olgunluk içinde yapılan bir aile içi hesaplaşmasına dönüşür.

Ebru ve Nuri Bilge Ceylan’ın mükemmel karakter tahlilleri barındıran bir senaryoyu, Nuri Bilge Ceylan filmin üç saat 16 dakikalık süresinde hiç düşmeyen bir ritim ve gerilim temposu içinde işliyor.

Ailenin babadan kalma mülklerinin birinde kiracı olan iki erkek kardeş, İsmail (Nejat İşler) ve Hamdi (Serhat M. Kılıç) öyküye renk katıyorlar.

67. FESTİVAL’DE HIZLI BAŞLANGIÇ

Bu yazıyı yazdığım festivalin üç gününde altı yarışma filmi izledim. Tümünü kaliteli ve seviyeli bulduğum filmleriyle, bu denli bir başlangıç yapan bir festival hatırlamıyorum.

1996’nın Altın Palmiye galibi ‘Sırlar ve Yalanlar’ın yönetmeni İngiliz Mike Leigh’in, 19. yüzyılda empresyonizmin öncüsü sayılan vatandaşı J.M.W Turner’in son 25 yılını anlatan ‘Mr. Turner’i Cannes’da çok beğenildi.

Festivalin ilk gününde gösterilen filmin ödül listesinde kendisine muhakkak bir yer bulacağında eleştirmenler hemfikir.

Afrika kıtasından gelen tek film olan, Malili Abderrahman Sissako’nun ‘Timbuktu’su, bu sancılı ülkenin bir çığlığı olarak festival izleyicilerini sarsan bir film oldu.

Cannes’ın müdavimleri arasında yer alan, evvelce katıldığı bir yarışmada, 1997’de ‘The Sweet Hereafter’ ile Büyük Ödülü kazanan Kanadalı Atom Egoyan’ın bu yılki filmi ‘Tutsak/Captive’ bir psikolojik dram.

Çocukları kaçırılan veya öldürülen ailelerin acılarını işleyen, evlat acısı temasına bağlılığını Egoyan ‘Tutsak’ ile sürdürüyor. Nehre yuvarlanan bir okul otobüsünde hayatlarını kaybeden çocukların dramını Egoyan ‘The Sweet Hereafter’da işlemişti.

Bir ay önce, İstanbul Film Festivali’nde işlediğimiz, gerçek bir hayat öyküsünden alınan ‘Şeytan’ın Düğümü/The Devil’s Knot’(2013) adlı Egoyan filminde, kaçırıldıktan sonra katledilen ve ormandaki bir gölde cesetleri bulunan üç çocuğun dramını ve ailelerin yaşadığı travmayı izlemiştik.

Egoyan, senaryosunu yazdığı ‘Tutsak’ta kaçırılan dokuz yaşındaki bir kızın yaşadıklarını anlatıyor. Polisin (Scott Speedman) şüphelendiği baba (Ryan Reynolds) ve bir otelde temizlikçi olarak çalışan annenin sekiz yıl boyunca kızarını bulmak için yaşadıkları travmayı, Egoyan hiç düşmeyen bir atmosfer içinde anlatıyor.

Güney Amerika’yı temsil eden tek film, Arjantin’den dördüncü filmini yapan bir yönetmenden geliyordu. 39 yaşındaki Damian Szifron dört skeçten oluşan ‘Vahşi Hikâyeler/Relatos Salvajes’ eğlendirici atmosferiyle, özgün sinema diliyle takdir kazandı. Dört skeçin ortak teması, günümüz toplumunun (Barbarlığa varan) şiddete karşı olan zaafı.

Bu yıl ikinci Yves Saint Laurent biyografisi olan Bertrand Bonello’nun ‘Saint Laurent’ı Jalil Lespert’in yaptığı ilk versiyona nazaran, bir moda dehasının sanatını yansıtma açısından daha olgun ve daha seviyeli bulundu. Zengin oyuncu kadrosuyla bu 2,5 saatlik film keyifle izlendi.

Festivalin ikinci gününde skandal yaratan ikinci bir film, ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünden geldi. İsrailli kadın yönetmen Keren Yedaya’nın ‘Babamdan Uzak/Loin de Mon Pére’i enseste acımasız yaklaşımı ve sert tavrıyla izleyicide şok etkisi yarattı. Keren Yedaya Cannes’ın yakından tanıdığı bir yönetmen. İlk uzun metrajlı filmi ‘Hazinem/Or’ 2004’te Cannes’da Altın Kamera dâhil dört ödül kazanmıştı. Beş yıl sonra katıldığı festivalde Yedaya ‘Jaffa’ ile ses getirmişti. Üçüncü uzun metrajlı filmi olan ‘Babamdan Uzak’ karamsar tonu ve taviz vermez sert üslubuyla öne çıktı.

Doğduğu günden kızına âşık olan, 60’lı yaşlarını sürdüren Moshe, henüz yirmisine basmış kızı Tami ile ensest bir ilişki yaşamaktadır. Hiç arkadaşları ile sosyal faaliyeti olmayan, bütün vaktini ev işleriyle geçiren Tami, evinden dışarı çıkmayı reddetmekte, gününü tüm dünyasını kaplamakta olan babasını beklemekle geçirmektedir. Şişman bir kız olan Tami, ensest bir ilişki yaşamasının getirdiği huzursuzlukla, stresini bastırmak için bütün gün yemek yemektedir. Acımasız bir adam olan Moshe, kızını şişman olduğu için aşağılamakta, ama onu bir seks objesi olarak kullanmaktan geri kalmamaktadır. Kızının maket bıçağıyla bileklerini kesme intihar teşebbüsleri Moshe’yi pek etkilemez.

Kendisine yeni bir hayat kurma teşebbüsünde bulunmayı reddederek, köle muamelesi gördüğü bir evde kalıp babasının hakaretlerine katlanan Tami’nin öyküsünü, Keren Yedaya insanın içini acıtan bir tonla anlatıyor. Babasının bir bayram akşamı eve metresini getirmesine katlanamayan Tami evden kaçar, deniz kıyısında içki içen dört gençle arka arkaya seks yapmaktan çekinmez. Kendisine acıyıp evinde misafir eden, iyi davranan bir kadının insancıl yaklaşımına sırt çevirip babasının yanına döner.

Festivalin açılışını yapan film, yarışma dışı olarak gösterilen ‘Grace de Monaco’, Monako kraliyet ailesinin tepkisini çekti. Genellikle her yıl katıldıkları Cannes’a (davet edilmiş olmalarına rağmen) aile gelmeyerek filmi boykot ettiklerini açıkladı. Monako Prensesi Grace’in evliliğinin altıncı yılında geçirdiği sarsıntıyı anlatan film Saray’ın tepkisini çekti; gerçekleri yansıtmadığı iddia edildi. Prens II Albert, Prenses Caroline ve Prenses Stéphanie, anne ve babalarının tanışmasına vesile olan Cannes Film Festivali’ne bu yıl gelmeyeceklerini, yalanlarla dolu filmin ticari amaçlı olarak tarihi saptırdığını iddia ettiler

AÇILIŞI PRENSES YAPTI

Hayatı boyunca Cannes Film Festivalleri’ne olan ilgisini gösteren Monako Prensesi Grace, 67. Cannes Film Festivali’nin Açılış Galası’nda gösterilen filmin kahramanıydı.

Fransız yönetmen Olivier Dahan’ın yarışma dışı olarak gösterilen ‘Grace de Monaco’da prensesi Nicole Kidman, Prens Rainier’yi Tim Roth, Alfred Hitchcock’u Roger Ashton Griffiths, Onasis’i Robert Lindsay, Maria Callas’ı Paz Vega, Rahip Tucker’i Frank Langella canlandırıyor.

Filmde 1961 ve 1962 yılları eksen alınıyor ve hem dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle’ün, Fransız ordusunun Monako’yu işgal edeceği tehdidi, hem de Grace Kelly’nin evliliğinde yaşadığı sıkıntılar konu ediliyor.

Filmde İzmir doğumlu, büyük İzmir yangınından sonra Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan Yunanlı milyarder, armatör Aristotle Onasis ve sevgilisi efsanevi opera sanatçısı Maria Callas da var. Tabii Grace Kelly’nin yazgısını değiştiren Alfred Hitchcock’tan da söz ediliyor.

Film hakkında eğlendirici bir not: Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ile ilişkisi çok konuşulan, geçenlerde bu ilişkinin bittiğini ilan eden, aktris Julie Gayet, ‘Grace de Monaco’nun Fransızca uyarlamasında, Nicole Kidman’ı seslendiriyor.

1967 Rhone doğumlu Fransız yönetmen Olivier Dahan, kendisini şöhrete kavuşturan ‘Kaldırım Serçesi/ La Vie En Rose’dan sonra ‘Grace de Monaco’da biyografik filmlere olan zaafını yineliyor. Ancak bu son filmi ‘Kaldırım Serçesi’nin sinematografik başarısını yakalayamıyor.

2008 yılında Olivier Dahan’a En iyi Yönetmen dalında Oscar adaylığı getiren ‘Kaldırım Serçesi’ Edith Piaf’ın fırtınalı yaşamını konu alıyordu.

Müthiş makyajıyla tanımakta zorlandığımız Marion Cotillard, şaşırtıcı başarısıyla perdenin en sahici Edith Piaf’ı oluyor ve o yılın En İyi Aktris Oscar Ödülü’nün sahibi oluyordu. Filmin ikinci Oscar’ı En iyi Makyaj Ödülü hak edilmiş bir ödüldü.

 

CANNES NOTLARI

 

 1929 yılında Philadelphia’lı orta halli bir ailenin kızı olarak dünyaya gelen Grace Kelly’nin yazgısı, 1955’te katıldığı bir Cannes Film Festivali’nde değişti. Nice’li bir foto muhabiri olan Pierre Galante, kendisine Paris-Match dergisi için Monako Sarayı’nda poz vermesini teklif etti. Grace Kelly’yi bizzat ağırlayan ve sarayı gezdiren Prens Rainier olmuştu. Aynı yıl Alfred Hitchcock’un ‘Kelepçeli Âşık’ filminin bazı sahnelerini çekmek için Fransız Riviera’sına giden Grace Kelly, bir resepsiyonda Prens Rainier ile tekrar bir araya gelmişti.

 Kariyeri boyunca Cannes Film Festivali’ne birkaç kez katılan Grace Kelly, sinemayı bıraktıktan sonra da bu festivale ilgisini sürdürdü. Evlenme teklifi alınca, lüks bir transatlantik içinde Montecarlo’ya giden Grace Kelly, 1956’da görkemli bir düğünle evlendi, üç evlat sahibi oldu. Alfred Hitchcock’un 1962’de ‘Marnie’ filminde oynaması için yaptığı teklifi reddetti. Ancak Cannes Film Festivali’nin tertiplediği ‘Alfred Hitchcock’un Sanatı’na Saygı gecesinde bulunmak üzere Cannes’a gitti. İlk kez 1966 yılındaki bir galada gördüğüm Prenses Grace’i, 15 yıl içinde 3-4 kez daha gördüm. Duru güzelliği, sadeliği ve asaletiyle göz kamaştıran Prenses Grace’i en son 1980 Festivali’nde gördüm. İki yıl sonra 14 Eylül 1982’de trajik bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Prens Rainier 2005’te öldüğünde Prenses Grace’in yanına gömüldü.

 Efsanevi İtalyan oyuncu Sophia Loren 67. Festival’in ‘Cannes Classics’ bölümünde Sophia Loren’in rol aldığı, Vittorio de Sica ustanın unutulmaz eseri ‘İtalyan Usulü Evlilik/Matrimonio All’Italiana’nın (1964) yenilenmiş kopyası gösterildi. Loren’in partneri yabancımız değildi. Evet, tahmin ettiniz: 67. Festival’in yüzü seçilen Marcello Mastrianni…

 Bu yıl festivalin yüzü olarak seçilen, 67. Festival’in afişinde yer alan ve Cannes’ın müdavimleri arasında yer alan Marcello Mastroianni’yi Cannes’da sayısız kez gördüm. Bu festivallerin ikisinde Mastroianni’yi elinde En İyi Aktör Ödülü’yle poz verirken gördüm. Bunların birincisi 1970’de, Ettore Scola’nın ‘Kıskançlık Dramı/Drama Della Gelosia’daki kompozisyonuyla aldığı ödüldü. İkincisi ise Nikita Mikhalkov’un ‘Siyah Gözler/Oci Ciorne’ ile 1987’de aldığı ödüldü. Cannes’a ilk kez Federico Fellini’nin kült filmi ‘Tatlı Hayat/La Dolce Vita’sı ile 1960’ta gelen Marcello Mastroianni, iki yıl sonra Pietro Germi’nin en ünlü filmi olan ‘İtalyan Usulü Boşanma/Divorzio All Italliana’sıyla festivale katıldı. Mastroianni’nin bu yıl festivalin yüzü seçilmesinden sonra Catherine Deneuve’den olma kızı Chiara Mastroianni, “Festivalin babamın hatırasına saygı duruşunda bulunması olarak kabul ettiğim bu tercihten dolayı çok mutlu ve gururluyum. Festival afişinde bizlere gözlüklerinin üstünden bir bakış atan babamın fotoğrafını çok güzel ve modern buluyorum” dedi.

 1955 yılında Vittorio de Sica’nın ‘Napoli Altını/L’oro di Napoli’ ile ilk kez geldiği Cannes’da görkemli güzelliğiyle dikkati çeken Sophia Loren’in başrolünü oynadığı altı film Cannes’da yarıştı.

 1961’de yine Vittorio de Sica’nın unutulmaz başyapıtı ‘La Ciociara’da, kızı gözleri önünde tecavüze uğrayan acılı anne rolüyle Sophia Loren En iyi Aktris Ödülü’nü kazandı. İlk katıldığım festival olan 1966’da Sophia Loren’i, jüri başkanı olduğu için, birçok filmin galasında gördüm. Hayatta iken (kendisinden bir karış kısa olan) kocası, yapımcı Carlo Ponti ile festivallere gelen Loren’e, kocasının ölümünden sonra festivaldeki galalara oğlu kavalyelik etti.