March Of the Living yolculuğumuzda görmüş olduğumuz Majdenek’i tek bir cümleyle anlatmam gerekseydi şunu söylerdim: Her şeyin aynı kaldığı, gerçeklerin yüzümüze çarptığı, eskinin kokusunun hafızalarımıza işlendiği yer.
Hipokrat yemini etmiş ve insanlara yardım etmekle yükümlü bir doktor nasıl olur da acımasızca insanların ölümünü seyretmiş olabilir aklım almıyor. İnsanlar bu kadar kolay ve soğukkanlılıkla nasıl öldürülmüş olabilir?
30 Nisan Çarşamba
Bu sabah Kazimierz Doly kasabasında uyandık ve güne belki de yolculuğun en otantik en orijinal yapısı olan ve bugün müze haline getirilmiş kasabanın sinagoguyla başladık. 16. yüzyıldan beri ayakta kalmaya devam eden sinagogun hemen yanında bugün kullanılmasa da Yahudiliği temsil eden Mikve bölümü ayrı olarak yerini almış. Sinagogun içinde yer alan sinema salonunda kasabadaki Yahudi hayatından kesitlerin yer aldığı fotoğraf sergisini gezdikten sonra Kazimierz’den ayrılıp Lublin’e doğru yola çıktık. Lublin savaştan önceki 200 yıl Yahudi hayatının merkezi olmuş Polonya’nın en büyük şehri. En önemli özelliği de 200 yıllık süre boyunca bir Yahudi parlamentosuna sahip olması.
Nazilerin iktidara gelmesinden üç yıl önce 1930’da yapılmış Yeşiva binasının önüne geliyoruz. Antisemitizmin gittikçe arttığı bir dönemde Yahudi parlamentosundan Rabi Meir Saphiro Yahudileri savunmak, okula kabul edilen öğrencilerin iyi birer Yahudi olmaları ve öğrendiklerini dışarıda da uygulamaya devam etmeleri için en üst seviyede eğitim alabilmeleri için açmış. İçerisi oldukça etkileyici bir şekilde tasarlanmış ve savaş zamanında zarar gördüğü için aslına uygun olarak renove edilmiş. Yeşivanın tarihçesini dinledikten ve Rav İsak Alaluf bizlere Gimara’dan kısa bir bölüm okuduktan sonra oradan ayrılarak Majdanek Toplama Kampı’na gidiyoruz.
Majdenek’i tek bir cümleyle anlatmam gerekseydi şunu söylerdim: Her şeyin aynı kaldığı, gerçeklerin yüzümüze çarptığı, eskinin kokusunun hafızalarımıza işlendiği yer.
Bizi kampın girişindeki 1949 yılında yapılan büyük anıt karşıladı. Anıtı herhangi bir şekle benzetmek ya da anlam vermek mümkün değil. Anıtın mimarı Viktor Tyulkin kampı görmeyen gelen herkese hitap eden bir eser yaratmak istemiş, bu nedenle de hiçbir dile ait olmayan ve belli bir şeye benzetilemeyen şekillerden oluşan bu anıtı yapmış. Kampı gezmeden önce anıtın önündeki basamaklarda oturup rehberimizden 1933 yılı itibariyle Nazilerin tüm yaptığı hazırlıkları, kurdukları 10 bin kampı, II. Dünya Savaşı boyunca kamplarda yaşanan insanlık dışı olayları dinliyoruz.
Majdanek diğer kamplara nazaran şehrin merkezine oldukça yakın kurulmuş bir kamp. Lublin’den sadece 2 km uzaklıkta. Bunun nedeni de ilk başta bir ölüm kampı değil, siyasi suçlular için inşa edilmesiymiş. Almanlar ilk başlarda saklayacak bir şeyleri olmadığından burayı yapmışlar ancak savaşın başlaması ve olayların yön değiştirmeye başlamasıyla Yahudileri kampa getirdiklerini öğreniyoruz. Bunun gibi daha birçok bilgiyi dinledikten sonra yavaş yavaş kampın içine doğru ilerlemeye başlıyoruz. Karşımıza ilk önce kamp komutanının evi çıkıyor. Evden çok beni kampın ilk komutanı Karl Otto Koch’un Yahudilere ait değerli eşyaları çalması ve bu nedenle cezaevine gönderilmesi dikkatimi çekiyor. Nasıl bir tezattır ki her gün öldürmekle yükümlü olduğu insanların paralarını, eşyalarını çalmaktan suçlu bulunabiliyor bir insan? Karısı Ilse’nin sapkınlıkları ve akıl almaz cinayetlerini ise dehşetle dinliyoruz.
KELİMELER YETERSİZ KALIYOR
Barakaların sonuna geldiğimizde karşımıza krematoryum çıkıyor. İçeri girdikten sonra kelimeler, sözler yetersiz kalıyor. Her şey gözlerimizin önünde duruyor zaten. Krematoryumda çekilmiş bazı fotoğraflar bakılacak gibi değil. Almanlar yaptıkları her şeyi belgelemişler. Rusların geleceğini öğrendiklerinde yok etmeye çalışmışlar ancak zaman darlığından ve krematoryumun taş olmasından dolayı burayı olduğu gibi bırakarak kaçmak zorunda kalmışlar.
Nefes almak için dışarı çıkıyoruz. Kampın kapanmasına 10 dakika var. Çabucak karşımızdaki büyük anıta doğru ilerliyoruz. Anıtın tepesi kipa şeklinde yapılmış, alt tarafı ise krematoryumdaki küllerle (ve geriye ne kaldıysa) buraya getirilmiş. Küllerin başında durup Kadiş duası ediyoruz. Sonra yavaşça otobüsümüze doğru ilerleyip Varşova’ya doğru yola çıkıyoruz. Uzun bir süre daha kimse konuşmuyor.
HER BİR BARAKADA BAŞKA BİR ACI
Yavaşça ilerleyip ilk barakaların daha doğrusu duşların olduğu bölgeye geliyoruz. Dışarıdan bakıldığında birinin tamamen aynı olan iki barakanın önünde duruyoruz. İçeride duşlar var. Her ikisinin de kapısında ‘dezenfeksiyon’ yazıyor. Ne yazık sağda olan bir gaz odası. Majdanek’te bulunan beş gaz odasından ilkiyle burada karşılaşıp tedirgince içeri giriyoruz. İlk bölüm giysilerin çıkarıldığı yer. Sonra bir kapı. Barakanın tek kapısı. Sadece dışarıdan açılabiliyor. Buraya gelenler bu kapıdan içeri sokuluyorlar ve kapı son kez üstlerine kapandığında hazin son da başlamış oluyordu. Aynı kapı tekrar açıldığında hayatlarını kaybedenler el arabalarına konarak krematoryumlara taşınıyordu. Majdanek ilk başta ölüm kampı olarak yapılmadığı için krematoryumlar daha sonran duşlardan oldukça uzak bir bölgeye inşa edilmiş. Gaz odalarında ölenler de ne yazık ki diğer tutuklar tarafından el arabalarında krematoryumlara taşınmış. Üstelik tüm bunları takip eden bir doktorun sürekli olarak gaz odasının kapısında beklediğini ve her kapı açıldığında insanların ölüm saatini kaydettiğini öğreniyoruz. Hipokrat yemini etmiş ve insanlara yardım etmekle yükümlü bir doktor nasıl olur da acımasızca insanların ölümünü seyretmiş olabilir aklım almıyor. İnsanlar bu kadar kolay ve soğukkanlılıkla nasıl öldürülmüş olabilir? Burası nasıl bir yer? En içteki odaya girdiğimde ise asıl gerçekle yüz yüze geliyorum. Duvarlar kullanılan Ziklon B gazından dolayı masmavi ama en çok içimi acıtan duvardaki muhtemelen küçük bir çocuğa ait el iziyle tırnak izleri oluyor. Buradan sonra rehberimizin anlattıklarını yarım yamalak hatırlıyorum.
Gaz odasından çıktıktan sonra bir süre hiç kimse konuşmuyor. Her bir barakada başka bir acı karşılıyor bizi. 1 milyon çift ayakkabı, eşyalar (Yahudilerin kamplara gelirken yanlarında getirdikleri mutfak eşyalarını, talletleri, kıyafetleri vb. görünce bir kez daha anlıyoruz ki hiçbir şey bilmeden gelmişler buraya), oyuncaklar … Her biri dokunulmadan saklanmış. Majdanek’i , Auschwitz’den ve diğer kamplardan daha korkunç yapan da her şeyi olduğu gibi görmemiz. Gaz odaları, barakalar, çitler, kullanılan eşyalar kısacası gördüğümüz her şey orijinal. Sadece ahşap yapılar ve eşyalar zaman içinde çürüdükleri için asıllarına sadık kalınarak yeniden yapılmış.
Barakalardan bir tanesine girip kamptaki günlük hayat hakkında bilgi alıyoruz. Toplam 22 barakanın olduğu kampta içinde olduğumuz barakanın aslında atlar için yapıldığını ve 52 atın kalabileceği şekilde dizayn edildiğini ancak burada yaklaşık 1000 kişinin kaldığını öğreniyoruz. Her bir yatağın 60 cm genişliğinde olduğu üç katlı ranzalarda ikişerli şekilde yatmak zorunda bırakılmış insanlar. Battaniyeler, örtüler olduğu gibi duruyor. Her bir barakadan çıkışımız gözyaşları içinde oluyor.
1 Mayıs Perşembe
Sabah ilk işimiz Varşova Gettosunun bulunduğu bölgeye gitmek oluyor. Bugün sadece duvardan ibaret olsa da hikâyeleri dinledikçe ve fotoğrafları gördükçe neden buranın cehenneme benzetildiğini anlayabiliyoruz. Aslında anlayabiliyor muyuz bilmiyorum ama hepimizin derinden sarsıldığı çok net görebiliyorum.
TREBLİNKA ÖLÜM KAMPI
Ardından Treblinka Ölüm Kampı’na gidiyoruz. Sivri taşlardan yapılmış yolda zorlukla tökezleyerek ilerliyoruz. İki futbol sahası büyüklüğündeki Treblinka’da bugün kampın ortasındaki büyük anıttan ve burada hayatını kaybeden insanların getirildikleri ülkelerin adlarının kazılı olduğu taşlardan başka geriye hiçbir şey kalmamış. Sessizce tanıklık ediyorlar geçmişe ve geleceğe. Daha iyi birer insan olmamız, daha iyi bir dünya yaratmamız, ailelerimize, sevdiklerimize, geleceğimize sahip çıkmamız, neslimizin devamı için savaşmamız gerektiğini fısıldıyorlar bize.
Yeniden Varşova’ya dönüyoruz. Sırada Ekim 1943’te başlatılan direniş sırasında yer altında kalarak hayatını kaybeden Mordehai Anileviç ve arkadaşları anısına yapılmış Mila 18 adlı anıtın ziyareti var. Öğrenciler direnişte ölenler anısına küçük bir sunum yaptıktan sonra gezimizin son durağı olan Rapaport Anıtı’na gidiyoruz. Varşova Ayaklanması’nı anlatan en büyük ve en etkileyici anıtın önünde duruyoruz. Anıtın önü ve arkası farklı yapılmış. Anıtın ön tarafı ayaklanması arka tarafı da gettoyu temsil ediyor.
Daha anlatacak çok hikâyem, paylaşacak çok anım var ama ne yazık ki hepsi bu sayfalardan sizlere aktarmam imkânsız. Hele ki duygularım… Onların hepsi kalbimin bir köşesinde. Bir hafta boyunca çok yürüdüm, çok yoruldum, çok üzüldüm, bazı anlar oldu ki kalbim sızısını hiçbir şey dindirmedi ama bazen de dinlediğim güzel bir hikâyeden sonra geleceğe dair umutlarım arttı. Her şeye rağmen hâlâ bütün değerlerimizle birlikte ayakta olduğumuz, dünyanın neresine gidersek gidelim aynı duaları edip, aynı şarkılarla dans ettiğimiz ve aynı bağlılıkla geleneklerimizi sürdürdüğümüz için duyduğum gurur ise bambaşka. Şimdi eve dönüş zamanı. Onlar da geri dönmek istediler ama dönemediler. Bana, bize düşen bu hikâyeleri anlatıp, geçmişten ders alıp geleceğimizi en güzel şekilde şekillendirmeye devam etmek. Yahudi olsun olmasın herkesin bu deneyimi yaşamasını tavsiye ederim. Yolculuk süresince 20 birbirinden akıllı gençle birlikteydim. Her birinin zekâsına, heyecanına ayrı ayrı hayran oldum. Gözlerindeki pırıltıdan, sordukları sorulardan bu bayrağı devralıp yeni nesillere aktaracaklarından hiç birimizin kuşkusu olmasın.
Hazır fırsatını bulmuşken bana bu deneyimi yaşama fırsatı veren sevgili Yayın Yönetmenim İvo Molinas’a ve Yayın Koordinatörüm Virna B. Gümüşgerdan’a bir kez daha buradan teşekkür etmek istiyorum. Tüm yolculuk boyunca sürekli yanımda olan, duygusal olarak zorlandığım anlarda desteğini hiç esirgemeyen, haber peşinde koşarken tüm yükümü taşıyan sevgili eşime de ayrıca teşekkür ederim. Son sözüm ise: “UMUT HERŞEYDİR”
RONİT ASA: "Çok hikâye okudum, çok film izledim, çok resim gördüm. Çok ağladım, çok duygulandım. Ama gördüklerimin, okuduklarımın aslında bir film seti veya bir masal olmadığını gerçeklerle yüzleşince daha iyi anladım. Gitmeden önce gördüklerimi kaldıramayacağımı düşünüyordum ama oraya gittiğimde filmleri izlerken hiç hissetmediğim duygular içindeydim. Auschwitz’in o meşhur kapısını görünce bir an durakladım ve dedim ki biz artık özgürüz. Bizi yok etmeye çalıştılar ama şimdi binlerce kişi oraya, “Biz hala buradayız,” demeye geldik. Bizi ölüm yürüyüşü ile yok etmeye çalıştılar ama biz şimdi oraya Yaşam Yürüyüşü için geldik. İçimde büyük bir gurur vardı. Yürüyüşe başladığımızda başka ülkelerden gelen Yahudi gençlerle aynı şarkıları söyleyerek, buradayız diyerek, bir daha asla diyerek haykırdık. Kamplarda gezerken geriye kalan ayakkabılara dokunarak her birinin hikâyelerini öğrenmek ve neler hissettiklerini anlamaya çalıştım. Bu kadar insanın ölümüne neden olanların bunları nasıl yaptıklarını sorguladım ama sorularıma cevap bulamadım. Hissedemedim onların hissettiklerini. Bu insanların tek suçları Yahudi olarak doğmaktı, onların yaşamlarıma vahşice son verenlerin birer insan olduklarını ve bir insanın başka bir insana bunları nasıl ve neden yapabileceğini hiç anlamadım. Tek anladığım şey hâlâ burada olduğumuz, bununla gurur duymamız ve birlikteliğimizi asla kaybetmememiz gerektiği. Biz gözyaşlarını zafere çevirmeyi başaran ve asla pes etmeyen bir toplumun çocuklarıyız. Bu toplumun bir parçası olmaktan gurur duyuyorum.”
Umudun Yolculuğu 1
https://www.salom.com.tr/haber/90965
Umudun Yolculuğu 2
https://www.salom.com.tr/haber/91080