Emekli Büyükelçi Yalım Eralp, uzun diplomasi kariyeri boyunca farklı başbakanlar, bakanlarla çalıştı; kültürü-dili farklı birçok ülkede görev aldı ve önemli çalışmalara imza attı. Eralp, bu süreçteki edinimlerini Şalom okurları ile paylaşırken, Türkiye’nin mevcut dış politikasını da değerlendirmeyi ihmal etmedi
Yaşar BİLDİRİCİ
Foto: Alberto Modiano
Yalım Bey’le dostluğumuz uzun senelere dayanıyor. Özellikle yaz aylarında Büyükada’da beraber yaptığımız sirtakiler ve Pazar sohbetleri benim açımdan büyük bir keyif ve kazanç. Başarılı ve tecrübeli bir büyükelçi ve diplomat olmasının yanı sıra güzel bir insan. Kendisinin yaşadıklarından ve deneyimlerinden öğrenilebilecek, ders alınabilecek mutlaka çok şey vardır…
Bir yıl Kayseri /Talas Amerikan Lisesi’nde okudum, orada aldığım eğitim hayatımı değiştiren şey oldu. O okul bana disiplini öğretti. Sonra Amerika’da Ankara Koleji’nde okudum ve ifade özgürlüğünün insanlar için çok önemli olduğunu anladım. Bu yıllarda ve ardından Yunanistan’da görev yaptığım sürede başka bir şey daha anladım. Azınlık diye tabir edilen grubun -Lozan’da Müslüman olmayanlar için kullanılan tabire daima karşı çıktım, neyin azınlığıdır, eşit vatandaşız; bir şeyin azınlığı olmaz diye. Farklı etnik ya da dini gruplar diye tanımlamak daha doğru- bir ülkeye zenginlik kattığına inandım. Ne yazık ki bulunduğumuz bölgede ve Balkanlar’da herkesin sicili kötü. Balkanlar’da herkes daima kendisinden farklı olana adeta ‘beşinci kol, ajan’ gibi bakma alışkanlığında idi. Ben hem Türkiye’de Yunan işlerine baktım, hem de Gümülcine’de de konsolosluk yaptım; onun için her iki tarafı çok iyi bilirim. Gene benim tabirim değil, azınlıklar bir ülkenin aslında zenginliğidir.
Bütün bu büyükelçilik ya da dışişleri döneminizde en heyecan duyduğunuz ülke ya da görev hangisiydi?
En heyecan duyduğum iki yeri biri ilk tayin olduğum New York’taki daimi temsilciliğimiz. Birleşmiş Milletler’de çok şey öğrendim. Aslında BM’de görev yapmak bir nevi yüz ülkede görev yapmak gibi. Herkesin politikasını görüyorsunuz orada. İkincisi, Viyana’da Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı nezdindeki büyükelçilik görevi idi. Tevazuyu bir kenara bırakacağım, 1999’da Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Zirvesi’ni Türkiye’de yaptıran kişiyim. Devlete karşı yaptırdım. O sırada devletin birçok kademesi bu zirvenin Türkiye’de yapılmasını istemedi. Sayın Demirel cumhurbaşkanıydı. Bu tabir onundur: “Tebrik ederim büyükelçim, devlete karşı zirveyi yaptırdınız sonunda,” demişti. Tek destekleyen oydu.
TÜRK-YUNAN DOSTLUĞUNUN MÜZESİ
Türk-Yunan Dostluk Derneği Defne’nin başkanlığını yaptınız bir süre…
Hâlâ yapıyorum. İstifa ettim ama çöpe attılar; “şimdi çok muameleye maruz kalacak falan” dediler. Aslında dernekte güzel bir şeyin arifesindeyiz: İki Yaka Müzesi. Türk-Yunan müzesini yapmaya çalışıyoruz İstanbul’da.
Silivri Mübadele Müzesi’nin bir devamı gibi…
O müze farklı, mübadele ile ilgili. Bu müze bütün ortak şeyleri kapsayacak. Canlı bir müze olacak, bir obje müzesi değil. Fikir çalınır diye patentini de aldık.
Müşterek dostumuz, Yunanistan Konsolosu Nikos Matthioudakis’le biz de birçok ortak projede uyumlu bir şekilde birlikte çalıştık. Sanırım kendisi de bu müzeye destek veriyordur.
Çok destek veriyor. Konsolos Nikos Matthioudakis, çok başarılı, çok sevdiğimiz, saydığımız bir arkadaşımız. Ancak yakında gidiyor; yerine eskiden İzmir’de görev olan yapmış birisi geliyor.
GÜNÜMÜZ DIŞ SİYASETİ
Deneyimlerinizden bugünkü Türkiye diplomasisini nasıl görüyorsunuz? Sanki biraz geleneklerinden çıktı mı? Ya da farklı bir yöntem uygulanıyor diyebilir miyiz?
Gelenekten çıkmayı bir sakınca olarak görmüyorum da agresif olmayı, mütecaviz görünmeyi hoş karşılamıyorum. Gayet açık söyleyeyim Alman Cumhurbaşkanı Türkiye’nin bizim de eleştirdiğimiz bir takım insan hakları uygulamaları, düşünce özgürlüğü uygulamaları ile ilgili görüşlerini söyledi. “Efendim, o bizim işimize karışamaz” lafı bugün dünyada geçerli değil. Niye? Öncelikle insan hakları sorunu bugün uluslararası ilişkilerde konu edilebilen bir şeydir. Türkiye zaman zaman Beşar Esad’ı eleştiriyor. Esad, “Benim işime karışmayın” diyor mu? Diyemez. Aslında eleştiriyi yapan dostlarsa dikkate almak, kızmamak lazım. Ayrıca eğer Avrupa Birliği üyesi olmak için adaysanız önümüze bütün adaylara, daha sonra üye olmuş adaylara olduğu gibi, el ödevi veriliyor, yapın diye. Ev ödevi verilmesi ayıp değildir. O ödevi yapmanız lazım. Sık sık evrensel değerlerden bahsediyorsanız o zaman Alman Cumhurbaşkanı’nı eleştirmeyeceksiniz.
Geçtiğimiz yıllarda bir Davos krizi yaşandı. Dost iki ülke, Türkiye ve İsrail, yakın zamanda, büyükelçilerini de atayarak, geleneksel sürdürdükleri diplomasiye devam edecekler diye umuyoruz. Siz Davos’tan başlayarak bugüne kadar gelen süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye-İsrail ilişkilerini her zaman önemsedim. Eskiden beri bu bölgede üç devlet vardır; Arap olmayan: Türkiye, İsrail, İran. Bunların arasındaki ilişkiler 1960’lı, 70’li yıllarda son derece kuvvetliydi. Davos krizinden önce bir şey söylemek istiyorum: İsrail’in Filistin konusundaki tutumunu tasvip etmiyorum. Ancak Davos’ta çok daha diplomatik dille hareket etme imkânı vardı. O kriz yaratılmasaydı çok daha iyi olurdu. Şimon Peres’in sözlerine Sayın Başbakan kızdı; kızabilir. Uzun konuştu Şimon Peres. Ama ben de çoğu zaman Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nda uzun konuşurum. Türkiye’yi on kişi eleştiriyorsa, bana verilen üç dakika yetmeyebilir. Şimon Peres’e verilen sürenin uzun olmasının nedeni budur. Uluslararası toplantılarda buna dikkat edilir. Çeşitli kesimlerden eleştirilere uğrayan bir sözcüye, ki burada bir devlet başkanı, İsrail Devlet Başkanı söz konusu, daha fazla süre verilebilir. Davos’taki krizden sonra Mavi Marmara çıktı. Mavi Marmara’da, a) İsrail o gemiyi çok daha basit yollarla durdurabilirdi, silaha lüzum yoktu. b) O gemi Türkiye’den devlet destekli gitmemeliydi. Doğrusu budur. Geminin pervanesine zincir bağlatmak, bir şeyler bağlatmak, İsrail teknolojisi için çok zor bir şey değildi. İsrail’in istememesine rağmen, Gazze’ye gemiyi devlet destekli göndermek yanlıştı.
Sizinle sohbet ederken hep eski İstanbul’u özlüyorum. Papyon takmanızı çok seviyorum. Yaz aylarında sabahları beraber yaptığımız motor yolculuklarında, hava sıcaklığı 35 derece olsa bile, papyonunuz eksik olmuyor. Aslında bize de çok güzel bir ders oluyor. Bu papyon takma alışkanlığı nereden geldi?
Üniversitede de hep papyon, kravat takardım. Bir kere bürokrasiden geldiğim için, malum… Devlet dairesine gidişte belirli bir kalıp kıyafet vardır. Papyonlarımı kendim bağlarım, hazır bağlanmış papyon kullanmam. Üzerimdeki de kendi bağladığımdır. Çok düzgün durmayabilir, eğri büğrü durabilir. O onun normal halidir. Zamanında da eski Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu papyonlarıma, kravatlarıma takılırdı. Çalışmaya başladığım zaman papyon daha fazla takmaya başladım. Rahmetli Mehmet Ali Birand, “papyon takman marka oldu” demişti.
Müşterek bir sirtaki merakımız var; beraber ders alıyoruz ve dans ediyoruz. Büyükada’da çok keyifli gecelerimiz oluyor. İnşallah hep böyle devam eder.
Yunanistan’da görev yaptığım yıllarda benim sirtaki öğrenmem o sıradaki Türk-Yunan ilişkileri kapsamında Batı Trakya Türkleri tarafından vatana ihanet olarak görülebilirdi.
Yunanca çok güzel bir dildir. Görev yıllarımda ders almak için birkaç hoca tuttum, her gün hocalardan birisi kayboluyordu. Yani gelmiyor. Sonra öğrendim ki Yunan istihbaratı benim Rumca öğrenmemden hoşlanmamış, hocalara ‘ders vermeyeceksiniz’ demiş. O zaman öyleydi. Geçtiğimiz yıllarda Defne Derneği Başkanı olarak Stuttgart’ta ortak bir Türk-Yunan buluşması yaptık. Orada akşam ağzımdan çıkan sözler şuydu: “Yunanca öğrenmek için yaşım çok geç. Ama size söz veriyorum gelecek sene sirtaki yapacağım” dedim. Daha önceden de sizlerin Ada’da ders aldığını görmüştüm, hoşuma gitmişti. Ve Fasa Fisa grubuna riayet ettim. Başta amacım sirtaki öğrenip kaçmak idi. Sonra hırs bastı, hepsini öğrenecem diye. Çökertmeydi, tatavla ve her türlü sirtaki dansı… Şimdi Zorba’ya başladık.
BÜYÜKADA SEVDASI
Kuşaktan kuşağa geçen bir Büyükada sevdalısı olarak, Büyükada deyince sizin için nedir?
Çok acı. Gene tabir benim değil, Büyükada’dan azınlıklar gidince kalite düşmüştür. Bütün Adalar için söylüyorum. İstanbul’un kalitesi düştü. O zenginliği, o kozmopolitliği kaybettik. Kozmopolitlik deyince, “efendim binlerce, milyonlarca turist geliyor,” değil. Çünkü burada oturan insanların getirdiği bir kültür var. Kabul etmek lazım, Yunanistan’da balık başka türlü yapılır, meze başka türlü yapılır. Bunun milliyetçilikle falan alakası yok. İkincisi, Adalar çok kıymetli bir yer; böylesine büyük bir metropole sadece yarım saat uzaklıkta. Adaları herhangi bir ilçe gibi görürseniz yanlış olur ve yanlış yapıyoruz. Adalar’a kendine özgü bir rejim - finans olsun, gayrimenkul konusu olsun, adaları korumak olsun- ayrı bir sistem lazım, lazımdı… Türkiye’de bir şeyi bitirdikten sonra düzeltmeye çalışırız. Doğrusu düzeltmeye çalışmak değil, onu devam ettirmektir. Beceremedik. Yine de zararın neresinden dönülse kârdır. Dünyanın birçok yerinde bu tip adalar için özel rejimler vardır. İtalyanlar adalarını nasıl koruyorlar?
Yunanistan’da durum nasıl?
Yunanistan’ı bilmiyorum. Benim için Yunanistan’da en önemli ada Korfu Adası’dır. Onu hala koruyorlar mı öyle, bilmiyorum. O adalar Yunanistan’ın. Diyebilirsiniz ki Türkiye’nin sınırlarına çok yakın. Doğru. Gerçi Lozan’da aidiyeti tespit edilemeyen adaların müzakeresi diye bir konu vardı. Bazı adaların aidiyeti konusu kuşkuludur ama bırakın bunları, ben bilinen adalardan bahsediyorum. Bu adalarda Türkiye ve Yunanistan arasında ciddi bir köprü kurması lazım. Aidiyeti Yunanistan’a ait ama birçok şeyi Türkiye’den daha kolaylıkla gidebilir. Mesela suyun adalardan birine Türkiye’den gitmesi, o adanın Türkiye’ye ait olacağı anlamına gelmez ki. Bir örnek vereyim. Bilir misiniz Amerika’nın kuzeyinde Chicago civarında Amerikan toprakları üzerindeki uçuş dairesinin bir kısmını Kanadalılar idare eder, Kanada toprakları üzerindeki uçuş güvenliğinin bir kısmını da Amerikalılar idare eder. Bu Kanada topraklarının Amerika toprağı olduğunu veya tersini göstermez. Bu sadece daha akılcı bir yöntem olduğunu gösterir. Türkiye ve Yunanistan bunu becerebilecek geçmişe sahiptir; sahiptir diye düşünmek istiyorum.
Keza Türkiye ve İsrail de öyle.
Ortadoğu politikalarında da aynen öyle. Evet İsrail’in Filistin politikaları konusundaki tutumunu eleştiriyorum, ama Filistin meselesi benim milli meselem değil. Filistin meselesi, Filistinlilerin ve Arapların meselesidir. Bence Türkiye Arapların önüne geçip de bu meseleyi ele almamalıdır.
Büyükelçilikten emekli olduktan sonra benim de keyifle seyrettiğim CNN Türk’de yorumculuğa başladınız. Biraz da sivri bir yorumcusunuz. Aslında doğruyu söylüyorsunuz, bütün mesele o. Bu programda kendinizi buluyor musunuz, kaybediyor musunuz?
Kaybetmiyorum, buluyorum. Mesut Yılmaz Bey’in danışmanlığından sonra Tansu Hanım’ın danışmanlığını da yaptım. Tansu Hanım’a bir şey söylemiştim; “Benim için en iyi danışman, en çok ‘hayır’ diyebilen danışmandır.” Çünkü etraf ‘evet’çilerle doludur. Tansu Hanım “tam aradığım gibi” dedi. “Hanımefendi, ararsınız da bir yıl sonra ‘hayır’lar artınca hoşunuza gitmez” dedim. Öyledir. Benim aile geleneğimde bu var: Doğruyu söylemek, hayır diyebilmek. Rahmetli babam Toprak Mahsulleri Ofisi genel müdür yardımcısıydı. O sırada Türkiye’de Meksika buğdayının ekilmesi konuşuluyordu. Emekliliğini almadan istifa etti, Meksika buğdayını ektirmemek için kampanya açtı ve başardı.
YALIM ERALP KİMDİR?
1962 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden birinci olarak mezun olan Yalım Eralp aynı yıl Dışişleri Bakanlığı’nda çalışmaya başladı. New York Birleşmiş Milletler, Yunanistan ve Brüksel NATO Türk Delegasyonu’nda çeşitli görevlerde bulundu. Farklı ülkelerdeki görevlerinin yanı sıra Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller’e başbakanlıkları döneminde danışmanlık yaptı. 1996-2000 yılları arasında Viyana’da Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı nezdinde Türkiye Büyükelçiliği görevini yaptı. 2000 yılında emekli oldu. CNN TÜRK dış politika danışmanlığı yapan Eralp ve İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Uluslararası Güncel Sorunlar ve Diplomasi dersleri veriyor.