“Etrafın toz duman olduğu böylesi istikrarsız bir dönemde Yahudi halkı, kendi yolunu çizebilir, gitgide artan ve kendi hayatını tehdit eden antisemitizme karşı durabilir miydi? Böylesi karmaşık bir dönemde, ulusların birbirlerine silah çektikleri bir kaos ortamında, antisemitizmin öldürücü bir şekilde geleceğine kastettiğini algılayabilir miydi ?”
Yazıların arasına uzun zaman girince, bir önce nerede kalmışız diye geri dönüp bakmak gerekli oluyor. Son yazımın sonunda tartışmaya açtığım bu sorulara verilebilecek yanıtlar çok farklılık göstermiyor esas itibarı ile…
20. yüzyılın tarih sahnesine taşıdığı ‘cana kasteden’ antisemitizm gerçi Yahudi halkı için yeni bir olgu değildir. Ortaçağın karanlıklarında Avrupa’nın değişik bölgelerinde, bireysel ya da kitlesel birçok öldürme fiili yaşanmıştı. 14. yüzyılda Avrupa’yı kasıp kavuran ‘Kara Veba’ sürecinde, dindarlıktan öte kara yobazlığın egemen olduğu karanlık dönemlerde ortaya atılan ‘Kan İftiraları’ sürecinde – ki bu yüzyılları aşan, hatta ne yazık ki günümüzde dahi varlığını yitirmeyen bir konudur – Yahudiler öldürüldüler.
Yanlış bir şekilde yalnızca o dönem İspanyası ile kısıtlı kaldığı sanılan Engizisyonlarda Yahudiler, yaşamları ile din değiştirme arasında seçim yapmaya zorlandılar. Kimi göç etti… Kimi dininden vaz geçti ve yurt bildikleri topraklarda kaldılar. Ancak o toprakların, seneler önce üzerinde ihtişamlı bir uygarlık kurdukları topraklar olmadığını anlamadılar. Değişimin, yeniliğin farkına varamadılar; vardılarsa da, değişim ve yeniliğin her zaman iyiyi ve doğruyu getirmeyebileceğini bilemediler. Samimiyetleri, bağlılıkları hep sınandı. Gözler hep onların üzerlerinde oldu. Neticede, şanslı olanlar kaçtılar ve kurtuldular. Daha az şanslı olanların sonu değişmedi: Katledildiler.
Avrupa’nın her yerinde, zamandan bağımsız çalışan bir şeytanlaştırma, sindirme, katletme mekanizması hep oldu. Nazizm’in, 20. yüzyılda getirdiği yenilik, katliamın kategorik olmasıydı. Yahudilerin yok edilmesi, halkını koruması gereken siyasi irade tarafından bir varoluş ilkesi haline getirilmişti: Zaten Yahudi artık halkın bir parçası değildi.
Referans Kayması
Toplumun referanslarının değiştirilmesi yaşanmıştı Nazi Almanya’sında. Değişen referanslar sosyal davranışları, bireysel tercihleri ve hukuki yaklaşımları etkilemişti. ‘Judenfrei – Yahudi’den arındırılmış’ toplumun temel harcı böyle bir ortamda atılmıştı. Buna itiraz edecekler, çok daha önceleri toplumdan ayıklanmışlar, etkisiz hale getirilmişlerdi… Holokost sürecinde Yahudiler yalnızdılar. Yapayalnız. Her ne tepki gösterdilerse, her ne direnişte bulunmaya çalıştılarsa, bunu tek başlarına yapmak durumunda kaldılar.
Yahudiler, hem yapayalnızdılar, hem de bölük pörçüktüler. Çok değil 30 sene kadar önce, düşman kampların ordularında, birbirlerine karşı savaşmışlardı. Yalnızca Alman ordusunda 12.000 Yahudi asker savaş sırasında ölmüştü. Şimdi ise hep birlikte aynı kaderi paylaşıyorlardı. ‘Judenfrei’ olması istenen bir Avrupa’da yaşam hakları ellerinden alınıyordu. Ve işin içinde yalnızca Nasyonal Sosyalistler yoktu. Alman halkının iliklerine işlemiş irrasyonellik, esas itibarı ile tüm Avrupa’yı ele geçirmişti. Almanlar ve müttefikleri bir yana, olup bitene sessiz kalan büyük halk kitleleri vardı.
Hele hele, Hitler’i durdurmak için geniş bir cephede kıyasıya savaşan ülkeler bile, Yahudilerin yanında değildiler. Ne İngilizlerin, ne Amerikalıların, elbette ne de Rusların umurunda değildi katledilen bu insanlar. Alman ordusunun denetimine geçen birçok bölgede endişe ile harmanlanmış kayıtsızlık zaten bölgedeki Yahudi halkını Nazilere teslim ediyordu. Romanya, Ukrayna, Macaristan, Vichy Fransa’sı ve bu gibilerin altını çizmek gerek.
Yahudiler kimden medet umabilirlerdi? Yaşamlarının değişmezi antisemitizme nasıl kafa tutabilirlerdi? O dönemde yaşanan fikirsel bir antisemitizm değildi. Yaşanan öldürücü, kasıp kavurucu bir düşmanlıktı. Kuvvetli rüzgâra dayanmaya çalışan kırılgan bir dal misali, Yahudi halkı kendisini nasıl koruyabilirdi, korunmanın ne olduğu hakkında hiçbir fikir sahibi olmadan?
Yaşanan akıl tutulması antisemitizmin en öldürücü şeklini ortaya koyuyordu. İrrasyonellik, korkunun kucağına mahkûm edilmiş toplumları o denli etkisi altına almış, değer yargılarında o denli sapmalar olmuştu ki, Yahudi olan, kıymetsiz her ne varsa ondan daha kıymetsize indirgenmiş, Yahudi olanı yok etme vazgeçilmez bir oyuna dönüşmüştü. Bu öylesine bir oyundu ki, toplum içinde saygın olmanın, başarılı olmanın ölçütü, Yahudi karşıtlığına dayanıyordu.
Oyun Bitti
Gelin görün ki, ne Nürnberg mahkemeleri sürecinde ne de benzer davalarda, sanık sandalyesine oturanlar bu gerçeği kabul etmediler. İşledikleri insanlık suçunun farkında bile olmadıkları savunmalarından anlaşılıyordu. Neden? Çünkü onlar uzun zamandır Yahudilerin insan olarak kabul edilmedikleri bir oyunun parçasıydılar.
O insanlardan biri Adolf Eichmann’dı. Kudüs’te görülen davası esnasında dile getirdiği kan dondurucu bakış açısı durumu örneklemeye yeter.
Adolf Eichmann, 6 milyon Yahudi’nin katledilmesi süreci içinde yer alan, sisteme su taşıyan oyunculardan biridir. Mekanizma içinde büyüklüğünün önemini tespit etmek ve tartışmaya açmak kolay değil, çünkü en küçük dişli dahi – bilerek veya bilmeyerek- görevini o denli eksiksiz yerine getiriyordu ki!
Zorlu bir çocukluğun ardından zayıf bir eğitim hayatı ve nihayetinde yine başarısızlıklarla yoğrulmuş bir iş hayatı… Nasyonal Sosyalizme soluk verenlerin çok önemli bir kısmının ortak paydası şeklinde gelişen gençlik yılları sonunda, Eichmann kendini bu çarkın içinde buluyor.
Verdiği ifadelerden öğrenildiğine göre, geliştirdiği aidiyet duygusu o denli derin ki, ‘oyun bittiğinde’ içinde ciddi bir boşluk hissetmiş. Kendini Yahudi düşmanı olarak tanımlanıyor. Hatta annesinin ailesinde Yahudilerin bulunduğunu, kendilerine çok sempati ile baktığını ifade ediyor. Hele Siyonistlerin kişiliğinde, ‘Yahudi geleceğine kalıcı çözüm bulmaya çalışan insanlar’ bulduğunu ve onları kendisine yakın hissettiğini söylüyordu. Neticede, “Siyonistler de Naziler gibi Yahudi sorununa çözüm arayan idealist insanlardı…”
Eichmann, SS’lere katılmasından kısa bir süre sonra bir Yahudi sorunu uzmanı oluyor... Sorgusu esnasında Herzl’i okuduğunu ve etkilendiğini söylüyor. Buradan hareketle aklını meşgul eden bu soruna ‘çözüm arama’ yolculuğunda buluyor kendisini. Kendi ifadesi ile “Yahudilerin üzerinde duracakları sağlam bir zemin hazırlamak” istiyor. Ancak, bu gayret Hitler’in Yahudilerin imhasını (Son Çözüm) emretmesi ile değişik bir hal alıyor. Bu emir ve Wansee’de başlayan süreç önceleri kendisini dehşete düşürüyor… Ancak daha sonra dönen çarkın içinde, yaşananlarda ve yaşanacaklarda tutarlı bir anlatım buluyor.
“Führer’in komutası mevcut yasal düzenin merkezidir…” Dolayısı ile bunu sorgulamak mümkün değildir. Kanunun Führer ile özdeşleştiği, kararların iki dudak arasında kaldığı dönemlerde, buna karşı gelmek elbette ki kanunsuzlukların en büyüğüdür. Kısaca ihanettir.
Eichmann davasını detaylı bir şekilde irdeleyen düşünür Hannah Arendt, ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ adı ile yayınladığı kitabında, insanın nasıl canavarlaşabileceğini mercek altına alıyor. İnsanların uzun yıllar boyunca iç içe yaşadıkları, ancak zamanla ötekileştirdiklerine nasıl artan bir zulüm tattırabildiklerini anlatmaya çalışıyor.
Seküler Şeytan
Oyun ! ‘Son Çözüm’ün Nazi Almanya’sındaki algısı bu ! Buradan hareketle, referans kaymasına geri dönebiliriz. Toplumların genleri ile oynamanın bireyleri nasıl yoldan çıkarabildiğinin en iyi kanıtı Holokost sürecidir. Eichmann’ın savunduğu gibi Alman halkının antisemit olup olmadığı burada öncelikle irdelenmesi gereken bir konu değil. Asıl üzerinde düşünülmesi gereken, böylesi akıl tutulmasına yol açan süreç ve bunun bireyleri nasıl savunmasız bırakıp esir aldığıdır.
Öte yandan Yahudi’nin şeytanlaştırılması konusu yukarıda tartıştıklarımızdan uzak tutulmaması gereken bir konu başlığıdır. Konuyu tartışmaya açtığı ‘The Devil That Never Dies’ adlı kitabında düşünür / tarihçi Daniel Jonah Goldhagen, antisemitlerin Yahudi düşmanlığını uzun zamandır ırkçı bir çerçeveye oturttuklarını söylüyor. Onların dünyaya egemen olan fikirlerini şöyle özetliyor: “Yahudilik biyolojik bir ırktır ve diğer ırkları – yani tüm insanlığı - etkisi altına almak onun var oluş nedenidir. Yahudi, dini temellere de dayandırılan bu özelliği ile ‘seküler bir şeytan’ olarak betimlenir. Ulusların bölünmeleri, dünyada yaşanan birçok kargaşa hali onun yüzündendir. Naif halk toplulukları bunun bilincinde değildir.”
Doğal olarak, buradan hareketle, 20.yüzyıl öncesi antisemitizminin, dini görüşlerle kısıtlanmış boyutunun ırkçı karakterle zenginleştiğini söylemek yanlış olmaz. Fransa’da Dreyfüs olayı ile görülen bu ırkçı karakterin beslediği bir ortamdır. Avrupa’nın batısında hâkim olacak ırkçı antisemitizm, Bolşevizmi de, kapitalizmi de Yahudi olana yükleyecektir. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarını da, 1929 Büyük Buhranı’nı da Yahudi olana fatura edecektir.
Bu durum 20. yüzyıl ortasına dek gelecek ve 1945’te savaşın bitmesi, Almanya’nın yenilmesi ile değişik bir durum ile karşılaşılacaktır. Bu tarihten sonra Nazi kimliğinden hızla sıyrılmaya başlayan bölünmüş Almanya’da ve onun boşalttığı Avrupa toprakları üzerinde antisemitizmin ortadan kaybolduğu söylenir. Ancak bunun ne kadar samimi bir tespit olduğu tartışmaya açık ve değer bir noktadır. Holokost gibi tekil süreçlerin ‘kronolojinin tırnakları’ arasına alınması ve antisemitizm gibi derin ve bir o kadar eski nefretlerin, bir tarihten öncesi ve sonrası şeklinde kategorize edilmesi son derece yanlış olur. Akan zaman zaten bunu kanıtlamış durumdadır, ne yazık ki!
'Kötülüğün sıradanlığı' ifadesi Hannah Arendt’in kitabının adından alıntıdır.