Günümüz gençlerinin belli bir yaşam çıtasını tutturma amacıyla gecesini gündüzüne katarak çalışmasını, toplumda saygın olmak ve çevresinde beğenilmek için üzerinde hissettiği baskıyı dile getiren Psikolog Leyla Navaro, toplumsal bir eleştiriye imza atıyor.
Leyla Navaro
Ey Dostlar! Bu maraton ne? Nereye koşuyor ve koşturuyoruz? Gençlerimizi ve onların çocuklarını nasıl bir dünyaya doğru hazırlıyor, ne tür bir merhametsiz çarkın içine sokuyoruz? Farkında mıyız? Hayata atılır atılmaz belirlenmiş bir yaşam çıtasını tutturma koşulu, lüks sitelerin çevrelediği semtlerde oturmanın acımasız baskısı, hafta sonlarını AVM’lerde geçirmek, marka giyinmek, çocuğunu isim okullarda okutmak, yüceltilmiş tatil yerlerine gitmek, falanca restoranlarda yenilen yemekler gençlerimiz için toplum içinde geçerli sayılmanın, var olabilmenin bir mutlak simgesi oluvermiş! Sahi, hayat denen şey bu mu? Çocuklarımıza bırakmak istediğimiz değerler sadece bunlar mı? Zamanında kimi ebeveynin elli veya altmışlarında erişebildikleri bir yaşam standardına şimdiki gençler hemen, acele, hayata atılır atılmaz ulaşabilmeyi arzu ediyor. Bu uğurda gecesini gündüzüne katarak güneş yüzü görmeyen plazalarda ömür tüketiyor. Kimi genç erkek toplumda saygın olmak, çevresince beğenilmek için bu çıtayı tutturmak zorunda hissediyor, kimi genç kız evlilik ve birlikteliğin ancak bu çıtayla başarılı olacağı yanılgısında... Yaşam denen şey sadece bu çıtaya erişmek mi? Gençlerimizin önüne koyduğumuz arzu edilir yaşam modeli bu habis, tüketici, yaşam törpüsü çıtaya ulaşmak mı? Bu uğurda canını dişine takarak en iyi, en verimli yıllarını bu koşuda yitirmek mi? Herkesin kendini ve birbirini kıyasladığı bu merhametsiz rekabet girdabında, çıtanın altında kalmamak veya kalmış olduğunu gizleyebilmek için takınılan yalan dünya, sunilik, ‘mış’ gibi yapmak, görüntüyü kurtarmak! Bu mu gerçekten yaşamak? Oysaki dipte derin kaygı, tükenmişlik, öfke, yalnızlık ve sinsice yolunu yapan habis utanç… Uzun mesai saatlerinin ardından, uzun trafik çilesi, eve yorgun argın dönen tükenmiş suratlar, çocuğunu görebilmekle görememenin yarattığı hüsran, esirgenmişlik; aşırı yorgunluğun gerginliği, giderek büyüyen duygusal ve cinsel mesafe sonucu kaçınılmaz aile içi çatışmalar: işte sunduğumuz ‘geçerli, saygın’ hayat: geçimsizliğin şiddet sarmalında kendinin ve ötekinin yitirilişi… Gençlerimizi ne tür bir merhametsiz çarkın içinde unufak ettiğimizin farkında mıyız? Önlerinde toplumun beklentilerine cevap vermek istemenin zalim baskısı, dehşetengiz başarısızlık korkusu, zihinsel yıpranma, ruhsal/bedensel yorgunluk ve pusuda bekleyen sinsi utanç, katil utanç, küçük düşme, dışlanma tehlikesi…
Hayır, bu yitiriliş, bu körleşmiş kendine kıyış kişisel bir patoloji değil; aslında tüketim çılgınlığının habis virüsüne fena halde kolunu kaptırmış olan toplumumuzun bir patolojisi bu: değerlerini sadece varlıklı olmaya endekslemiş, belirli konfor alanlarını mutlak kılmış, saygınlığı mal değeriyle eşleştiren, gençlerini bu koşuyolunda yiyip bitiren bir değer-sizliğin patolojisi. Varlıklı olma uğruna var olamamak...
Yahu durdurun artık şu dünyayı, inecek var!!