19. İstanbul Tiyatro Festivali -3: ‘Ostermeier’in İbsen’i
“Ekonomik kriz yoktur, ekonominin kendisi krizdir ”
İstanbul seyircisi, Thomas Ostermeier ve Schaubühne Berlin’i 14. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nde ‘Nora, Bir Bebek Evi’ ve 18. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nde olay yaratan ‘Hamlet’ yorumlarıyla tanıdı.
Schaubühne Berlin, 1962’de kurulduğundan bu yana tiyatro tarihinde yeni bir sayfa açarak, dünya çapında sayısız turneyle, yönetmenlerin, yapımların ve oyuncuların kazanmış oldukları sayısız ödülle önde gelen çağdaş ve deneysel tiyatrolarından biri olmuştur. Bu başarıda 1999’dan beri sanat yönetmenliğini üstlenen Thomas Ostermeier’in büyük payı var tabii ki…
1968’de Soltau’da doğan Ostermeier, 1992 – 1996 yılları arasında Berlin’deki ‘Ernst Busch Sahne Sanatları Okulu’nda yönetmenlik eğitimi almış, 1996 – 1999 yılları arasında
Berlin’deki Deutsches Theater’da Barracke’nin Sanat Yönetmenliği’ni yapmış.
Barracke’de Ostermeier, fazla süslü ve şöhret düşkünü olarak gördüğü Alman Tiyatrosu estetiğine başkaldırarak, İngiliz tiyatrosunda yeni yeni filizlenmeye başlayan içsel ve şiddet dolu psikolojik gerçekçiliğe yönelmiş ve toplumlarının zorlu sorunlarından esinlenen Sarah Kane ve Mark Ravenhill gibi yazarların ‘Kitchen sink’ oyunlarını sahnelemiştir. Ostermeier, bu ‘farklı’ oyunları Alman sahnelerine getirerek bir yandan aynı çizgide yazmak isteyen genç Alman yazarların önünü açmış, diğer yandan da başta 1998’deki ödüllü ‘Shopping and F***ing’i olmak üzere, bu yorumlarla kendi adını da ulusal ve uluslararası tiyatro çevrelerinde duyurmuştur.
Acımasız kapitalist sistemin uzlaşmaz şiddetini, toplumun anlayışsızlığını ve aptallığını sergileyerek, Almanya ve Avrupa’nın çağcıl değerlerini sorguladığı, Batı Kapitalizmi’nin modern Avrupa toplumuna empoze ettiği değerleri çarpıcı bir şekilde eleştirdiği Barracke döneminin ardından, Ostermeier 1999 Eylül’ünde, halen de Sanat Yönetimi Üyesi ve Daimi Yönetmeni olarak başında olduğu Schaubühne’ye geçti.
Shakespeare metinlerine ustaca çağdaş yorumlar getirmesiyle ünlenmiş olan Schaubühne, İbsen’den Strindberg’e, danstan müzikal tiyatroya her türlü yeni formlara açık bir tiyatro. Repertuvarının kalbinde çağdaş yazarlar yer alıyor. 27 Mayıs’da Radikal’de yayınlanmış olan Zeynep Aksoy’la yaptığı söyleşide Ostermeier de bunun altını çizerek, Barracke’de çalışırken çok sayıda Alman ve İngiliz çağdaş yazarın oyununu yönettiğini, hâlen de yılda en az bir çağdaş oyun yazarının metnini sahnelediğini söylüyor. Ancak, tüm Avrupa’da övgüyle ve beğeniyle karşılanan bu çalışmalarından çok, belki de bilinen metinlere getirmiş olduğu olağanüstü çağcıl yorumları yüzünden, çoklukla klasik metinleri farklı bir şekilde okuyan ve dönüştüren bir yönetmen olarak tanınıyor.
Ostermeier, geliştirmiş olduğu antikapitalist estetiği Schaubühne’de klasik oyunların gerçekçi ve çağcıl yorumlarına uygulamaya başlar. Bunların ilki Henrik Ibsen’in, 1879’da yazdığı ‘Nora, Bir bebek Evi’dir. Oyunu okuduğumda “İşte bak, birinci sahneden itibaren tamamen paradan konuşuluyor.” dedim. Bu, benim için gerçek bir buluş olmuştu. Ibsen’in tiyatrosuna girebilmek için materyalist gözlüklerinizi takmanız gerekir.
Erkek egemen burjuva dünyasında, kendi özgürlüğünün peşine düşen kadınların bu toplumun kurbanlarına dönüşmesinin anlatıldığı Madame Bovary’den 20, Anna Karenina’dan 10 yıl sonra yazılmış olan ‘Bir Bebek Evi’nde, Nora, çevresindeki yıkımın içinden bir tür zaferle çıkabilen ilk kadındır. 19.yüzyılın son çeyreğinde oyun hem müthiş ün kazanmış, hem de büyük tepkiler ve saldırılarla karşılaşmıştır.(Alman tiyatrolarında oyunun sonu değiştirilerek İbsen’in finalinde kocasını ve çocuklarını terk eden Nora, evde kalmaya ‘ikna edilmişti’). İlk sahnelenişinden 123 yıl sonra, Ostermeier’in ‘Nora’sı (2002) Alman sahnelerine farklı bir yorum ve farklı bir finalle geliyordu. Kadının günümüzdeki konumunu 19. yüzyıl burjuva kültürüyle paralel bir biçimde işleyen Ostermeier, aradan geçen zamanda kadının duruşunda nasıl bir değişiklik olduğunu sorgulayarak kişisel mutlulukla ilgili düşüncelerimizde ne denli tutucu olduğumuzu irdeliyordu. Döner bir sahne üzerinde görkemli bir pembe dizi atmosferinde başlayan ilişkiler çemberini alev alev yanan bir cehenneme dönüştüren Ostermeier, finalde 21. yüzyılda Nora’nın zaferinin çekip gitmek değil, kocasını öldürmek olduğunu söylüyordu.
2002-2013 yılları arasında beş İbsen oyununu (‘Nora-Bir bebek Evi’(2002), ‘Yapı Ustası Solness’ (2004), ‘Hedda Gabler’ (2005), ‘John Gabriel Borkman’ (2012), ‘Hayaletler’ (2013)) yeniden yorumlayan Ostermeier’in son İbsen uyarlaması, 19. İstanbul Tiyatro Festivali’ne getirdiği ‘Bir Halk Düşmanı’.
Ostermeier, artık ‘çete’sini oluşturan, başta dramaturg Florian Borchmeyer, sahne tasarımcısı Jan Pappelbaum ve ışık tasarımcısı Erich Schneider’in desteğiyle, İbsen’i çevre ve finans krizlerinin modern dünyasına başarıyla, güncel ve mizah dolu bir yorumla taşıyor.
Konu malûm: Küçük bir kaplıca kentinde eşiyle birlikte yaşayan Dr. Tomas Stockmann, kent kaplıcalarının sağlığa zararlı kimyasallar içerdiğini keşfedip durumu, yerel gazetenin editörü ile yardımcısı olan yakın arkadaşlarının ve gazetenin genel yayın yönetmeninin desteğiyle yayınlamaya karar verdiğinde, kent halkının kendisine minnet duygularıyla teşekkür etmesini beklemektedir.
Ancak, kaplıca turizminden yeni yeni para kazanmaya başlayan kasabanın belediyesinin su şebekesini yenileyecek maddi olanakları yoktur. Tomas’ın ağabeyi olan Belediye Başkanı Peter’in olayın duyurulmasına karşı çıkmasıyla başlayan ve iki kardeşin önce doktorun çevresini, sonra bütün kenti kapsayarak genişleyen mücadelesi, Stockmann’ın önce Ev Sahipleri Derneği’nin başkanı olan genel yayın yönetmeni, sonra gazetedeki arkadaşları ve hatta gelecek endişesi içindeki karısı tarafından yalnız bırakılmasına, giderek de bir ‘halk düşmanı’ ilan edilmesine varacaktı. İbsen’in metninde, bütün bu olaylar, konunun baş kahramanını, kentsoylu çıkar çevreleri ve iktidara karşı olan savaşımından döndüremeyecektir.
Ostermeier’in yorumu, klasik bir metnin özüne sadık kalarak güncelleştirilmesi üzerine sanki bir master class. Yukarıda sözü geçen söyleşide, günümüzün orta sınıfının 19.yüzyılın başındaki orta sınıfla aynı umutları ve korkuları paylaştığını, günümüz insanının, dünyanın her yerinde oluşmakta olan ekonomik, finansal ve politik krizlere cevap olarak, güçlü ulus-devlet ve milliyetçilik gibi eski çözümlere geri dönme eğiliminde olduğunu söyleyen Ostermeier, bugünün orta sınıfının hâlâ en büyük korkusunun, elde edilmiş olan gücü ve materyalist konumu yitirmek olduğunun altını çiziyor. Bu bağlamda güncelliğini zaten kaybetmemiş olan Ibsen’in metni Ostermeier’in ve dramaturg Florian Borchmeyer’in ellerinden daha da tazeleşip gençleşmiş olarak çıkıyor. O kadar ki insan izledikçe, “ İbsen bu oyunu 130 küsur yıl önce Norveç’de mi yazdı, ya da tekrar yaşama dönüp birkaç yıldır yaşadığı Türkiye’de mi” diye düşünmeye başlıyor. Tabii ki burada Ostermeier’in kimi güncel olayları hınzırca kullanabilmesinin rolü büyük. Örneğin Peter ve Tomas’ın kavgaları bedensel bir çatışmaya döndüğünde, gri-mavi takım elbisesinin içinde sırım gibi ağabey yere düşen kardeşine ‘müsteşarın’ tekmesini bire bir atıyor ve tekmeden sonra topallayarak uzaklaşıyor.
Seyirci oyunun ayrılamaz parçası haline geliyor
Bütün karakterlerin gençleştirilmesi, bu gençleştirme sonucunda genç doktorun üç koca çocuk değil yeni doğmuş bir bebek sahibi olması, Tomas’la, karısı ve arkadaşlarının–hem de çok kaliteli- amatör bir rock gurubu oluşturması gibi birkaç ikincil sayılacak değişiklik dışında, oyun bir yere kadar İbsen’in metnini izliyor. Kırılma noktası, Tomas’ın, gazetede yayımlama imkânı bulamadığı gerçekleri şehir meclisini toplayıp tartışmaya kalkmasıyla geliyor ve o andan itibaren dizginleri ele alan Ostermeier, olayları çok farklı bir mecraya sokuyor:
Tomas kürsüye çıktığında salonun ışıkları yanıyor, diğer bütün karakterler izleyicilerin arasına karışıyor ve zaten o ana kadar olaylarla iyice özdeşleşmiş, kimi repliklere alkışlarıyla katılmış olan seyirci, oyunun ayrılamaz bir parçası haline geldiğini farkediyor.
Genç adamın, zehirli sulardan değil, çağın trajedisi olan kişisel yalnızlaşma ve yaygın şizofreniden, toplumun medya eliyle aptallaştırılmasından ve bölünmesinden, çoğunluğu aptalların oluşturduğundan söz eden uzun konuşmasının sonunda, bizlere ne düşündüğümüz soruluyor.
Bu interaktif bölümde, konuşmak isteyenlere getirilen mikrofonlar vasıtasıyla oyuna artık ‘taraf’ olarak girmiş olan seyirci, sorular sormaya, sistemi eleştirmeye, politik düşüncelerini açıklamaya başlıyacaktır. Tabii ki bu tek taraflı bir konuşma değildir. Bir çevirmen izleyicilerin sorularını karakterlere, onların cevabını da seyircilere aktarmaktadır.
Tekrar oyuna döndüldüğünde de izleyici, ‘halk düşmanı’ ilân edilen Tomas’ın taşlanmasına, evinden çıkarılmasına, kendisinin ve eşinin işsiz kalmasına şahit olacaktır.
Ostermeier, ‘Bir Halk Düşmanı’nı İbsen’in göreceli olarak umutlu finaliyle bitirerek, içini dökerek rahatlamış olan seyircinin evine huzurla dönmesine tabii ki izin vermez. Tokat gibi finalinde, son sözü, suları zehirleyen fabrikanın sahibi olan doktorun karısının varlıklı babasına -yani kapitalist sisteme- söyletir: Değeri düşen kaplıca hisselerinin tümünü satın alan baba, onları ‘mirası’ olarak doktorla karısına verir. İkili, önlerine konan hisse senetlerini yırtıp atamaz, öylece kalakalır. Çünkü 21.yüzyılda, dürüstlük, doğruluk, adalet, idealizm gibi kavramlar vahşi kapitalizm tarafından içi boşaltılarak yok edilmiş ütopik hayallerden başka bir şey değildir ve sağ kalabilmek, ancak sistemin kurallarına uymakla mümkün olacaktır...
İki yıl önceki ‘Hamlet’inde sahneyi toprakla kaplayan, seyircinin burnunun dibine cinayetin, ihanetin ve ölümün simgesi olarak kalmaya devam edecek açık bir mezar oturtan, video kameranın çektiği görüntüleri arka plana aksettirerek önemli sahnelerin en ufak ayrıntısını izleyiciye dev görüntülerle vermiş olan Ostermeier, ‘Bir Halk Düşmanı’nında her türlü biçimsel gösterişten kaçınarak sahneyi, üç beş parça mobilya ve siyah fon üzerine tebeşirle çizilmiş minimalist bir dekorla, müthiş bir metnin ve Christoph Gawenda, Ingo Hülsmann, Eva Meckbach, Andreas Schröders, David Ruland, Moritz Gottwald ve Thomas Bading’den oluşan olağanüstü oyuncu kadrosunun emrine verir. Ve dekor değişikliklerinin de oyuncular tarafından yapıldığı bu yalınlık ve sadelikle de olabilecek en çarpıcı etkiye ulaşır.
Ara verilmeden oynanan, 150 dakikalık süresini hiç hissettirmeden akan nefes kesici ‘Bir Halk Düşmanı’ hem festivalin en büyük olayı, hem de Ostermeier’den bugüne kadar izlemiş olduğumuz en olgun, en mükemmel çalışma. Umarım ki artık festivalimizin müdavimlerinden olan Schaubühne ve Ostermeier, yeni çalışmalarıyla da sık sık buralara gelirler.