İş Bankası Kibele Sanat Galerisi’nde retrospektif sergisini gezdiğimiz, heykel sanatçısı ve Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğretim görevlisi Prof. Meriç Hızal ile muhabbetteyiz. Sanatını konuşuyoruz. Sanatı konuştukça, ister istemez, sanatçının ülkemizdeki durumunu konuşuyoruz, kadının halini, çocukları, Soma’yı, savaşı ve barışı konuşuyoruz. Yaşadığımız şehri aslında ne kadar az tanıdığımızı fark ediyoruz…
Prof. Meriç Hızal ufak tefek bir kadın. Duruşu ile huzur yayıyor. Öte yandan beyaz saçlarının arasındaki pembe dokunuş, her şeyin göründüğü gibi olmadığının bir işareti sanki. Nitekim konuştukça büyüyor, eserlerinin arasından gezindikçe devleşiyor; yumuşacık yürek yatağından çıkan bir dev misali, gözlemlediği, içinde yaşadığımız yanlışları, haksızlıkları anlatıyor bizlere. Hem sözleri hem eseri ile.
Bir Anadolu sofrasında oturmuş sohbet ediyoruz. Sofra Anadolu’da kullanılagelen farklı etnik dillerde bir davet ile tamamlanıyor. İbranice, Ermenice, Kürtçe, Zazaca, Çerkesce, Lazca ve daha birçok lisanda davet ediyor sergiye her geleni: “Sofraya buyurun!” Biraz ötede bir başka sofra... Ortasına birbirini tamamlayacak şekilde hafifçe oyulmuş iki yarım daire, içlerine sofranın tadı/tuzu olmak üzere şeker ve tuz konulacak. Diğer yanda belki evinizin bahçesine, havuz kenarına ya da deniz kıyısına yerleşmeye hazır bir yer şezlongu/güneş saati: Her şey akar. Saatin kendisi de bir akış halinde. Üzerine oturuyorsunuz, o anda bedeniniz de, zamanın akış halinde donayazıyor. Güneş saatleri... Zamanı sükûnet içinde takip ederken tefekküre dalmak üzere faklı boy ve formlarla, bambaşka malzemelerden güneş saatleri... Mesela Beşiktaş’ta Abbasağa Parkı’nın üst kapısının hemen dibinde, Maşuklar Yokuşu’nun başında Barış İçin Güneş Saati... Yaz sıcağından kaçıp da bir ağaç gölgesinde yudumlanan köpüklü kahve eşliğinde dost muhabbetlerinin merkezi. Bulunduğu mahallenin yıllar boyu farklı etnik kökenli insana yuva olmasının sonucunda, bu beş yol ağzının etrafındaki eski Rum, Ermeni, Osmanlı, Levanten yapılarından örnek alınan motiflerle süslenmiş bir birlik, barış çalışması.
Orijinali Antalya’da bulunun Al Yazma heykeli. Üçgen bir prizma. Bir kırmızı yazma şeklinde. Üzerine şiddet mağduru 476 kadının isimleri dekupe edilmiş. Yağmur altında gözyaşları yürek yaşına dönüşüyor. Güneşli bir günde, içine girdiğinizde isimlerin her biri bedeninize yansıyor. Yerdeki isimlere basmaya korkuyor insan. Sadece birer isim değil. Onlar bizden farklı da değil. O isimler, her biri senin, benim ismim. “Sanat nesnesi ve izleyici olarak karşılıklı bir duruşma meselesi bu. Önünde durduğunuzda, içine girdiğinizde, üstüne oturduğunuzda zaman uzadığında, ister istemez okuyacak, dokunacaksınız ve ister istemez dokunamayanı ya da görmeyeni, ya da buradaki cümleleri düşüneceksiniz, ülkeyi, insanlığı düşüneceksiniz. Yani tatma, yaşantılama sürecini uzatmaya çalışıyorum böylece.
Bir de sanat nesnesi ile insanın birbirinden uzak, mesafeli, ulaşılmaz bir noktada olmasını istemiyorum. Amacım, daha hemhal olmak, daha içine girmek.”
İsrail’de Aşkelon’da belediye binasının önünde bir başka heykel: ‘Şe Haşemeş Tair Lekulam/Güneş Herkese Işık Saçsın.’ “Dedemin çok güzel bir lafı vardı. O lafı çok severim. Muhabbeti olması gereken insanlar için ‘Anneleri aynı güneşte çamaşır kurutmuş’ derdi. Yani bu kadar özel, son derece insani bir cümle, bize insan olduğumuzu, bütün farklılıklara rağmen birbirimizi sevebileceğimizi anlatması açısından çok güzeldi. Sonra gördüm ki, ‘Hepimiz aynı güneşteyiz’ heykelinde kullandığım bu söz, İspanyol devrimcilerinin söylediği bir lafmış. Dedem bir filozof gibi onu önceden söylemiş. Ben de benzer sloganlar yazıyorum. Herkesin kolunda dijital saat varken tabii ki güneş saatleri bir anlam taşımıyor. Güneş saati kullanılır bir şey olmayabilir ama sembolik, toplayıcı bir şey. Bütün insanlık tarihi boyunca kullanılmış, değerlendirilmiş ortak bir nesne. İnsanlığın zihninden üremiş. Müslüman da olsa, Hristiyan, Yahudi de olsa güneş saatini kullanmış. Tabii onun için o ortak nesne, bence insanları zihnen bir sevgi noktasına, bir hoşgörü noktasına toplayabilecek bir şey.”
İçine girip, üstüne oturup sanat eserini bir yaşam anına dönüştürmek. Soma’da yok olan madenciler... Ve onların çocukları... Çocuk istismarı… Sanatçının olduğu kadar, bizlerin de yüreğine lök diye oturan onca acımasız sıfat... İstanbul... Gündelik hayat. Yaşam sorgulamaları, insana dair ne varsa, ama belki de en çok yüreğini acıtan ne varsa heykele dönüşüyor Prof. Meriç Hızal’ın hünerli ellerinde. Belki bir mesaj vermek üzere topluma, ama herhalde en çok da sağaltmak üzere ruhunu; çünkü insan ancak kendi ruhunu sağaltınca şifa olabilir yüreğinin değdiğine.
TÜKİYE’DE HEYKEL SANATÇILARININ DURUMU
Prof. Meriç Hızal, heykel sanatçısı olmanın ötesinde, bir de Işık Üniversitesi’nde öğretim görevlisi. Hocalık bir taraftan, sanatçılık bir yandan nasıl bir bütünlük yaratıyor?
Bütünlük mü yaratıyor? Zor oluyor tabii ki. Hiç bir zaman yeterince atölyeme giremediğimi düşünüyorum. Orada doymamış bir tarafım kalıyor sürekli. Ama çocukları ve gençleri de çok seviyorum. Onlarla beraber olmak da çok hoşuma gidiyor. Ne olursa olsun tebessümle girerim okula. Çocukluğumdan gelen bir alışkanlık olmalı. Okul sever bir çocuk oldum. Bir gün babamı okula çağırıp “Sizin çocuğunuz hasta olmaz mı” diye sordular.
Sizin öğrencileriniz de hasta olmuyorlar herhalde? Öyle keyifli ve huzurlu bir haliniz var.
Olanlar da var. Hayata yetişmek çok zor. Çok cazip olaylar var etraflarında. Onlara da katılmak hakları. Büyük bir kentte yaşayınca, sineması, tiyatrosu var, toplantısı var, genç olmanın getirdiği hayata ilişkin lezzetler var, flörtleri var vs. Tabii ki kaçamakları oluyor, gelemedikleri oluyor, kendilerini suçlu hissediyorlar, özür diliyorlar. Caydırıcı çok şey var. Buna karşılık sanata heveslerini arttıracak çok az şey var. Yani bizim yaşamımıza bakıp da bence sonucu gözlemledikten sonra hala sanatçı olmayı istiyorlarsa zaten bence hepsi birer kahraman. Ben, okula kayıt yaptırdıkları andan itibaren böyle büyük bir gönüllü grubuyla çalışıyormuş gibi hissediyorum. Yani bir iş yapacaksın yıkılabilir, soruşturma geçirebilir, tabudur, örtülür, kaldırılır, günahtır, sevap değildir filan falan. Böyle bir dünyada yaşıyorlar, bütün bunlar bence caydırıcı sebepler. Gene nasıl yaşamını idame ettirecek? Bırakın bir sanatçı olarak nasıl şöhret olacak, nereye gidecek, nerede satacak, kim doğru dürüst paylaşacak? Paylaşan olacak mı, olmayacak mı? O kaliteye, o deneyimli noktaya gelebilmek için ne eziyetler çekecek, hayatı nasıl devam ettirecek? Dünyayı nasıl tanıyacak, hayatı nasıl tanıyacak? Öyle mektebe giderek sanatçı olunmuyor ki! Yaşamak gerekiyor.
Buna karşılık çok da sanatçı yetişen bir dönemde değil miyiz? Nereye baksanız İstanbul’da bir galeri açılıyor.
Doğru görece birçokluk var. 80 küsur milyonluk bir ülkede bu kadar galeri ama hepsi İstanbul’da. Biraz Ankara’da, birkaç tane İzmir’de, bir tane Antalya’da... Böyle olmaz ki. Homojen dağılmamış vaziyette bu entelektüel paylaşım. Onun için bu durumu birçokluk saymıyorum ben. İstanbul, bir ülke genişliğinde bir kent. Lübnan’dan, İsrail’den, Yunanistan’dan geniş ve kalabalık. Daha çok sanat eseri olmalı. Üstelik boynumuzun borcu. Çünkü bizim yaşamakta olduğumuz topraklar, bize son derece zengin bir hazine sunmuş vaziyette. Müzelerimiz ağzına kadar dolu, bastığımız toprağın altı dolu. Yani nereyi kazsak bir şey bulacak haldeyiz. Ona layık mıyız? Biz böyle bir ülkenin sanatçıları olarak yaşayabiliyor, üretebiliyor muyuz? Arkeolojimiz bile kör topal yürüyor. Bir kayık buluyorlar, nereye koyacaklarını şaşırıyorlar. Bir mozaik buluyorlar, götürüp koyacak müze bulamıyorlar. Şimdi tamam, çok güzel bir müze yapıldı, hayran oldum ben mozaik müzesine ama azdır. Bizim nüfusumuza, ülke genişliği alanımıza göre ve de bizim zenginliğimize göre bize miras kalmış nesnelere göre çok azdır.
Bunun da aslında toplumsal bir mantaliteden mi kaynaklandığını söylüyoruz?
Tabii ki adam yerine konmayışından. Hoca olmak çok güzel, çok keyifli. Gözünüzün içine bakan bir sürü pırıl pırıl genç var. Ama -hani akıllıya hediye gelince oturup kara kara düşünürmüş ya- ben de elime gelmiş hediye gibi bu çocukların mezun olunca nasıl istihdam edilecekleri konusunda ciddi endişelere sahibim. Eski öğrencilerimi görüyorum. Şimdi bir grup Yeldeğirmeni’nde toplandı, bir grup Moda’da, bir grup sanayide Maslak’ta toplandı. Bütün Türkiye’nin gençleri buraya geliyorlar sanat eğitimi almaya. Çok büyük bir bölümü diyelim. Peki, ne iş yapıyorlar? Neyle yaşıyorlar? Pek de iç açıcı değil yaşam koşulları çocukların… Ne sigortaları var, ne yarın güvenceleri var; ne de, ne zaman ne satacaklarını biliyorlar. Her şeyden öte, kendi mesleklerini icra eder vaziyette yaşayamıyorlar. Heykeltıraş oluyorlar, ellerine böyle bir diploma veriyoruz ama onlara heykel yapacak bir ortamı belediye sunmuyor.
Ne yapacak belediye?
Mekân sunması gerekiyor.
Yani bir park sunup burada istediğini yapsın mı demeli?
Hayır. Bir çalışacak mekân verilmesi gerekiyor bu çocuklara, atölye gibi. Ona da bir şart koyarsınız, dersiniz ki, sattığın zaman yüzde şu kadarını devlete bunun kirası olarak vereceksin. Yani almaya hazır bir entelektüel kesimimiz olduğunu da tam olarak düşünmüyorum.
Belki biraz resim, o da ölmeyecek kadar demek lazım. Ne yapıyorlar, bir yerin dekorunu yapıyor, öbür tarafta bir şeyin kalıbını alıyorlar.
Bu koşullarda sanat yapmak bir çeşit direniş midir?
Her şeye rağmen var olmak savaşı diyelim. Onların halinde bunu görüyorum: Her şeye rağmen. Rağmen sanatçı oluyor. Toplumumuzdaki algı sanatçının muhakkak bohem olduğu yönünde. Aklına eser, esrik olur, öyle resim yapar gibi. Hâlbuki sanatçının çok sağlıklı olması gerekiyor. Yanlış iş yapmamak için, bir kaza yapmamak için, makul bir insan olmanız, derin düşünmeniz gerekiyor. Bir felsefenizin olması gerekiyor. Düşünmeyi bilen insan olmanız gerekiyor her şeyden önce. Toplum hakkında, hayat hakkında, doğa hakkında derin ve hassas bilgilere sahip olmanız gerekiyor. Bunlar öyle alelusul insanlar değiller. Hakikaten bulunması zor insanlar.
YABANCI BİR ÜLKEDE HEYKEL ÜRETMEK
Bir Türk sanatçı olarak Yugoslavya’da, İsrail’de, farklı ülkelerde heykelleriniz var. Davet mi alıyorsunuz? Süreç nasıl işliyor?
Bir sempozyum duyurusu yapılır. O sempozyum duyurusuna eskizleriniz, öz geçmişiniz ve yaptığınız işlerden örneklerle başvuruda bulunursunuz. Bütün başvurular masaya yatırılır. Genellikle 8-10 kişi kadar seçilir. Orda şöyle koşullar var:
Bu çalışma kamu alanında yapılacak. Yani insanlar, sizin bir yapıtı projeden sonuca ulaştırana kadar hangi aşamalardan geçirdiğinizi, nasıl bir çalışma sistemi, nasıl bir yöntem uyguladığınızı, hangi aletleri kullandığınızı, hangi mantıkla o eseri ürettiğinizi sorarlar, öğrenirler, konuşurlar, sizinle paylaşırlar. Uygulamalı sempozyumdur bu. Aslında sözcük Latinceden geliyor: Sinposis. Birlikte içip şiirler okumak anlamında. Özetle birlikte bir rezonansla bir iş üretmek. Şu halde bu neye yarıyor bir bakalım:
1--Kamu sizin bir şeyi nasıl ürettiğinizi görüyor. Bir bakıma siz yaygın bir eğitim yapmış oluyorsunuz. Gençler, çocuklar görüyor, potansiyel sanatçı ortaya çıkıyor.
2--Farklı ülkelerin sanatçıları bir araya geliyorlar. Ve her şey masaya yatırılıyor. Özel duygularınızdan, aşk hayatınızdan, sağlığınızdan, ekonominizden tutun, ülkelerin birbirleriyle ilişkileri, insanlığın halleri akşamları o sohbetlerin içerisine iriyor. Bu çok önemli bir şey. Bence bu sempozyumların en güzel, en tapılası taraflarından bir tanesidir insanın insanla, farklı olanla onu anlamak için bir araya gelmesi, birbirine değmesi.
3--Sorunlar samimi bir biçimde ortaya konuyor çünkü orası siyasi ya da dini bir ortam değil ve bir çıkar savaşı yok orda. Beraber akşama kadar birlikte yorulduğunuz arkadaşlarınızla bu sıkı paylaşımlar sırasında farklı sorunları görmek ve zihninizin onlar içinde çözüm üretmesi gibi bir aşamayı yaşıyorsunuz. Sosyolojik olarak bence muhteşem bir şey.
4--Tabii ki teknikler birbirini besliyor.
5--Tabii ki aletler karşılaşıyor.
6--O sırada mutlaka işçiye ihtiyacınız oluyor. Sizi çağıran çevre aslında entelektüel bir çevredir. Hem kültürel, hem artistik olarak. Ama işçi de onun içerisine giriyor ve tabii ki yönetici de giriyor çünkü yapılan her şey kamu alanında yapılıyor. Yöneticiler bunda bir sorumluluk sahibiler ve yapılıp da kente bırakıldığı zaman, zaten açık havaya bırakılır, satılmaz onlar, kentin malıdır, kentin parçasıdır. Süsü değildir ama yanlış anlaşılmasın. Ona sahip olacak olan idari kadro da bu olayın içerisine giriyor. Yani siz çok farklı sosyal gruplardan insanlarla bir arada olma şansını elde ediyorsunuz.
7--Akşam yemeğe gidiyorsunuz garsonla da, yandaki masayla da iletişim kuruyorsunuz, yani karşılıklı ülkeler birbirlerini gayet güzel tanımış oluyorlar ve bence ön yargıların kalkması, sevginin ve hoş görünün başlaması için muhteşem bir ortam oluyor.
Zaten sanat ne ki? Sanat ne için yapılır? Benim için kendime bir yolculuk, kendimi bulma yolculuğu. İnsanı tanımak. Varsa günah çıkartmak, pişmanlıklar duymak, zihnen öneriler getirmek. Kendini bulma yolculuğu. Bu benim için böyle olduğu gibi, birçok kişi için de böyle. O yüzden bir aradayken çok rahat ediyoruz.
Üstelik bu sempozyumlara gidenler farklı ülkeler, kültürler tanıyorlar. Hiç bir şey öyle kitapta yazıldığı gibi değil. Tarihçilerin nefret duyguları ile beslenmiş bir ülke görmüyorlar tabii. Daha içerden, daha insani tarafını keşfedebiliyor o gittiği ülkenin. Aynı zamanda kent de güzelleşiyor. İster istemez o insanların zihinlerinde, heykelin üç boyutlu olmaktan gelen bir kabahatinin bulunmadığı, yere gölgesi düşüyor diye cezalandırılması gerekmeyen bir şey olduğu fikri gelişiyor.