Günümüzde kimileri 2000 yıllık, “Kudüs’ün eteklerine geri dönmek” gibi Yahudi geleneğine girmiş beklentileri emperyalist olarak yorumluyor. Ülkesi olmayan, bayrağı, başkenti olmayan, ordusu, topu, tüfeği olmayan bir halkın beklentilerinin ‘emperyalist’ olmakla yaftalanması tabansız bir yaklaşım gibi durmakta. Onlar, Nazi ırkçılığının mağdurları olarak kendilerine sakin bir yurt aramışlardır hiç şüphesiz. Ancak İsrail Devleti’ni salt Holokost’un sonucuna bağlamak, Ortadoğu’nun bu bölgesindeki çölleri adama çevirmek için kan ve ter dökmüşlere haksızlık olur? Holokost’un Yahudi halkının beklentilerini gündeme getirmekte sosyal bir katalizör olarak davrandığını da söylemeden geçmemek gerek. Holokost ‘Yahudi sorununun’ çözülmesi gerektiği algısını yaratmakla kalmamış, çözümün bir Yahudi Devleti kurulması olduğunu da ortaya koymuştur
Hitler 30 Nisan 1945’te Berlin’de saklanmakta olduğu bunkerde intihar etti. Nazi Almanya’sı bundan kısa bir süre sonra, 5 Mayıs’ta resmen teslim olduğunu açıkladı. Avrupa’daki amansız savaş sona ermişti. Ari ırka “hak ettiği ihtişamını” vermek için, Almanca konuşan halkları tek bayrak altında toplamak için başlayan savaş ardında milyonlarla ifade edilen insan kayıpları, travma içinde ne yapacağını bilemeden savrulan nesiller, yerle bir olmuş kentler bırakmıştı. Bir de insanlığın katli vardı ki onu hiçbir şekilde tasnif etmek olası değildi.
Naziler, henüz iktidara gelmeden yapmak istediklerini formüle etmeye başlamışlardı. Hitler’in Alman Şansölyesi olarak atandığı günden itibaren de sistematik olarak büyük bir savaşa hazırlandılar. 1 Eylül 1939’da başladığı söylenen savaş esasında çok daha önceleri start almıştı. O Eylül sabaha karşı başlayan acımasız bu sürecin silahlı bölümüydü, o kadar! Siyasi yollardan alınacak her ne vardıysa, onlar tek tek alınmıştı. Şimdi sıra ateş ve barutla ilerlemekti.
Hitler çok önceleri Kavgam’da öngördüğü gibi savaş içinde bir savaş yürüttü. Bir yanda askeri alanda ilerleyip düşman bellediklerini tek tek saf dışı ederken öte yanda tarihin öngördüğü en acımasız ırkçılık örneklerini sergiledi. Toplu mezar olacak geniş çukurların hemen yanı başlarında, gaz odalarında, gettolarda, sokak köşelerinde, meydanlarda, hemen hemen her yerde insanlar öldürüldüler.
HOLOKOST SONRASI NE OLDU?
Holokost yalnız Alman halkının değil tüm dünya uluslarının gözleri önünde gerçekleşti. Altı milyon insan alenen yok edildi. Toplumların iliklerine işlemiş kayıtsızlık toptan yok edilişleri mümkün kıldı. Bu sosyal bir birikimin, bir hazırlık döneminin sonucu ortaya çıkan bir durum oldu. Böylesi sosyal bir yapılanmanın bir takvim sayfası değişikliği ile sona ermeyeceği doğaldır. Nitekim öyle de oldu.
Dönemin sosyologları Yahudi soykırımını öne çıkartan Nazi yönetiminin yok olması ile ırkçılığın tamamen ortadan kalkacağına, insanlar arası farklılıklara geliştirilen şüpheci algının sona ereceğine, zira temelde toplumların geleneklerinde böylesi düşmanlıkların olmadığına işaret etmişlerdi. Sosyal mühendislikler çerçevesinde manipüle edilen insan yığınlarının kendilerine dikte ettirilen şartlarda mutlu yaşamak adına Yahudi düşmanlığını satın aldıklarını, buna karşı gelmediklerini, zaten bundan ekonomik alanda da nemalandıklarını savunmuşlardı.
Bu anlamda beklenen, ırkçılığın rafa kalkması çerçevesinde antisemitizmin da yok olmasıydı. Bu özellikle Alman toplumu için gündeme getirilen bir durumdu. Ülkeleri yerle bir olan, ondan öte, savaş sonrasında galip ülkelerin daha önceleri aralarında yapmış oldukları anlaşmalar çerçevesinde ikiye bölünen Almanların, ırkçılıktan çok daha önce halledilmesi gereken problemleri vardı. Şimdi muhasebe zamanıydı. Çizilen çizginin batısında kalanlar Amerikan yardımı ile bellerini nasıl düzelteceklerine odaklanmış, Federal Almanya Cumhuriyeti’nin ilk Başbakanı Konrad Adenauer önderliğinde de – Nazifikasyon planını devreye sokmuşlardı. Çizginin doğusunda kalanlar ise Sovyetlerin – hatta belki de Stalin’in demek gerekir – uydusu olarak Hitler dönemini devamlı lanetleyen ve ileriki sosyal oluşumlarını Stalinizm çerçevesinde gerçekleştirecek bir yapılanmaya girmişlerdi.
Alman toplumunun, doğudakileri ile batıdakileri ile savaş sonrası geçirdiği ‘kendiyle yüzleşme’ dönemi, derin mesajlar içeren yakından incelenmesi gereken bir zaman dilimidir. Denilebilir ki, savaştan neredeyse 70 yıl sonra, Berlin Duvarı’nın yıkılması ve ülkenin yeniden tek çatı altına girmesi ile dahi bitmeyen bir süreçtir bu.
HOLOKOST VE YAHUDİ DEVLETİ
Madalyonun diğer tarafında Yahudiler vardır. İki bin yıllık Diaspora deneyimi onlara paha biçilmez bir olgunluk kazandırmıştır. İçinde yaşadıkları toplumların kendilerine gösterdiği tolerans ile serpilmiş, düşmanlıklar ile de deneyim kazanmış bir halktan söz ediyoruz burada. Onlar da Fransız Devrimi’nin insanlığa kazandırmış olduğu haklardan yararlanmışlar ve halklar içinde bir halk olmak adına adımlar atmışlardır. Esas itibarı ile denilebilir ki, 19. yüzyılda tanımlanmaya başlanan Yahudi sorununa verilen her değişik cevap bir yaşam modelinin görüntüsü olarak ortaya çıkmıştır.
Bu çerçevede sözü çok fazla döndürmeden ortaya çıkan en cılız modelden söz etmekte fayda var. Theodor Herzl’in, Dreyfüs Olayı ile oluşmaya başlayan ve Nazizimin patlaması ile ayyuka çıkacak ırkçılık esaslı antisemitizme, aynı zamanda Çarlık Rusyası’nda ve Avrupa’nın doğusunda gündelik hale gelmeye başlayan pogromlara karşı önermesi: Yahudilerin kendi kendilerini yönetecekleri bir toprak parçası üzerinde yaşamaları. Bu fikir ileriki yıllarda adım adım Yahudi Devletine gidecek bir sürecin başını oluşturacaktır.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında toplanacak barış konferansına damgasını vuracak Wilson Doktrini’nin öne çıkaracağı da bu değil midir? 1919 Paris Görüşmeleri’ne bir yandan, Yahudi halkının temsilcisi sıfatı ile Haim Weizmann’ın, öte yanda Arap toplumunun temsilcisi sıfatı ile Prens Faysal’ın gitmesi ve bu ikilinin görüşmelerden hemen önce Akabe kentinde bir araya gelmeleri bir rastlantı olmasa gerektir.
Bu anlamda İsrail’in bir Yahudi Devleti kimliği ile tarih sahnesine çıkışını – çok haksız bir şekilde – Holokost’a bağlamak, bu halkın liderlerlerinin Yahudileri Filistin’e getirmek amacı ile Nazilerle işbirliği içine girmiş olduklarını – bırakın söylemeyi – düşünmek dahi o dönemlerin ne kadar yanlış ve ne kadar haksızca yorumlandığının göstergesi olacaktır.
POPÜLER ALGI VE EMPERYALİST GÜÇLER
Günümüzde kimi yazar çizerler 2000 yıllık, “Kudüs’ün eteklerine geri dönmek” gibi Yahudi geleneğine girmiş beklentileri emperyalist olarak yorumlayabilmektedirler. Ülkesi olmayan, bayrağı olmayan, başkenti olmayan, ordusu, topu, tüfeği olmayan bir halkın beklentilerinin ‘emperyalist’ olmakla yaftalanması tabansız bir yaklaşım gibi durmakta. Tarihi bugünden geriye okumak popülist bir davranıştır ve güncel çekişmeleri bu popülist yaklaşımlarla anlamaya çalışmak kişiyi hayati yanlışlıklara sürükler. Bu yaftalamayla yapılan tam da tarihi tersten okumak gibi bir şeydir.
Söz konusu Ortadoğu olunca, 20. yüzyılın ilk yarısı itibarı ile emperyalist olarak tanımlanabilcek unsurlar yok değildir. Örneğin bu, Bu Britanya İmparatorluğu için geçerli olabilir.
İngilizlerin kolonyalist emellerle Fransızlarla imza altına aldıkları Sykes – Picot Anlaşması, Kahire’deki İngiliz varlığının sözcüsü Sir McMahon’ın vasıtası ile Hicaz Emiri’ne gönderdikleri “Osmanlı’ya karşı isyan edin” mesajları, 1917 Kasım’ında yayınladıkları Balfour Deklarasyonu ile Yahudi Ulusal Yuvasına yeşil ışık yakmaları, savaşın eşiğinde Arapları kendi taraflarına çekmek adına oluşturdukları White Paper – Beyaz Kitap ve Manda idaresine girişlerin kotalarla sınırlandırılması, ve daha da acısı kotaları Yahudilerin katledildiklerini bildikleri halde – sırf Arapları karşılarına almamak için – kaldırmamaları not etmekte fayda var.
Yine bölge ile ilgili emperyalist emeller besleyen ülkeler arasında Büyük Suriye’yi her ne pahasına olursa olsun elde etmeye çalışan Fransa’yı, 19 yüzyılın sonlarından itibaren Berlin – Bağdat Demiryolu projesi ile bölgeye sarkmaya çalışan Almanya’yı, hem Çarlık dönemindeki ve hem de Bolşevik dönemdeki Rusya’yı da eklemek gerekir diye düşünüyorum.
Yahudileri bu devletlerin arasında saymak nasıl bir hatadır, anlamak münkün değil… Onlar, Nazi ırkçılığının madurları olarak kendilerine sakin bir yurt aramışlardır hiç şüphesiz. Ancak İsrail Devleti’ni salt Holokost’un sonucuna bağlamak, Ortadoğu’nun bu bölgesindeki çölleri adama çevirmek için kan ve ter dökmüşlere haksızlık olmaz mı? Yahudiler, kurdukları yerleşimlerle, tarım okulları ile, getirdikleri batılı kültürle, oluşturdukları sosyal sistemle, geliştirdikleri endüstri ile bölgeye çok değişik bir hava getirmişlerdir, hiç şüphesiz. Eğitimi ön plana çıkartan, insan haklarına ve emeğe saygılı, düşünce özgürlüğüne sahip çıkan bu yapının, Arap toplumunun içinde yaşadığı toplumsal çerçeveye hiç uymadığı bir gerçek.
Buna başarı denilirse, yişuv bu başarıları Almanlar Avrupa Yahudiliğinin yaşamına kastettiğinden çok önceleri kazanmışlardı. Toplum içindeki değişik yaşam şekillerini temsil edecek siyasi yapıyı da Nihai Çözüm’ün başlatıldığı 1942 yılından önce oluşturmuşlardı.
HOLOKOST: SOSYAL KATALİZÖR
Dolayısı ile resmen bir devletin kurulması dışında, 1917 Balfour Deklarasyonu’nun kendilerine tanıdığı tüm hakları – Beyaz Kitabın ironik olarak getirdiği kısıtlamalara karşın – kullanmışlar, 20 yüzyıldır ilk kez kendini yöneten, kendini savunan bir toplumun temellerini atmışlardı. Bunun Holokost ile bir ilgisi yoktu. Kaldı ki yişuv gençlerinin, savaş esnasında, doğup büyüdükleri kentlerdeki Yahudi toplumlarına fayda sağlamak adına buralara döndükleri ve Nazilere karşı girişilen aktif mücadelerde ve direnişlerde yer aldıkları da bir gerçektir.
Bütün bunları not ettikten sonra, Holokost’un Yahudi halkının beklentilerini gündeme getirmekte sosyal bir katalizör olarak davrandığını da söylemeden geçmemek gerek. Holokost ‘Yahudi sorununun’ çözülmesi gerektiği algısını yaratmakla kalmamış, çözümün bir Yahudi Devleti kurulması olduğunu da ortaya koymuştur.
Bu aşamada günümüz siyasi polemiklerine girmeden yol almakta fayda var. Yahudilerin ülkelerini Filistin topraklarına kuracakları, buna azimli oldukları ve bu çerçevede son derece sistemli br altyapı oluşturdukları hem manda idaresi tarafından hem de Araplar tarafından uzun zamandır biliniyordu. Savaştan galip ancak ağır yaralı çıkan İngiltere’nin bu toprklardan çekilme isteği de hem Yahudiler hem de Araplar tarafından bilinen bu noktaydı. BM Genel Kurulu’nda oylanan ve kabul gören 1947 tarihli Taksim Planı esas itibarı ile bu topraklara yerleşmek isteyenler / hak iddia edenlere iyi bir tartışma – veya buna pazarlık da diyebiliriz – zemini tanıyordu. Ancak olmadı.
Şimdi durup, geri dönüp ‘emperyalist Yahudilerin biçare Arapları’ yurtlarından ettiklerinden dem vurmak ne kadar doğru olur ? Elbette ki yurtlarından sürülen ve uzun yıllar boyunca mülteci hayatı yaşamaya zorlananlar olmuştur ve bunların sayısı az değildir. Ancak bunların günahını yalnız Yahudilere yüklemek de razı olunamayacak bir hata oluşturur.
Günümüzde sıkça dile getirilen bir sav, batının (Burada esas itibarı ile Almanlar kastediliyor, ancak genel söylemde ‘batı’ kelimesi kullanılıyor) gerçekleştirdiği Soykırım’ın maliyetinin Filistinlilere ödetildiğidir. Bu savı öne sürenler Yahudilerin geldikleri yerlere dönmeleri gerektiğini ve onları kovan Avrupa’nın üzerine düşeni yapıp sürdüklerini geri almasının lüzumunu söyler. Elbette bunu yaparken de Arap coğrafyasından kovalananlar yok sayılır, nedense. Yemen’den Irak’a, Suriye’den Mısır’a, Kuzey Afrika ülkelerine, buraları kendilerine yüzyıllar boyu yurt edinmiş Yahudi toplumlarının baskılar ve pogrom tadında saldırılar nedeni ile İsrail’e göç etmek zorunda kaldıkları atlanmamalıdır.
Son tahlilde son derece karmaşık bir coğrafyada geçmiş bir yüzılda olup biteni anlamak, buna nedenleri, niçinleri ve nasılları tam olarak tanımlanamamış ancak acı sonuçları gayet iyi bilinen Holokost’u oturtmak çok kolay değil. Neticede birbirinden bağımsız çalışan mekanizmalara sahip her iki süreç sonuçları açısından Yahudi halkını yakından ilgilendiren niteliktedir.
Süreçlerin birinde Avrupa Yahudiliğinin üçte ikilik bölümü geri dönüşü olmayacak bir şekilde topyekûn ortadan kaldırılmıştır, diğerinde ise bir halkın kendi geleceğini kendisinin tanınması hakkı çerçevesinde bir Yahudi Devleti kurulmuştur.
Bu sonuçlar çerçevesinde Holokost inkârcılarının veya şu veya bu şekilde İsrail Devleti’nin meşruiyetini tartışmaya açanların söylemlerini devamlı sorgulamak doğru olanı tespit etmek adına gereklidir.
Günümüzde sıkça dile getirilen bir sav, batının gerçekleştirdiği Soykırım’ın maliyetinin Filistinlilere ödetildiğidir. Bu savı öne sürenler Yahudilerin geldikleri yerlere dönmeleri gerektiğini ve onları kovan Avrupa’nın üzerine düşeni yapıp sürdüklerini geri almasının lüzumunu söyler. Bunu yaparken de Arap coğrafyasından kovalananlar yok sayılır, nedense. Yemen’den Irak’a, Suriye’den Mısır’a, Kuzey Afrika ülkelerine, buraları kendilerine yüzyıllar boyu yurt edinmiş Yahudi toplumlarının baskılar ve pogrom tadında saldırılar nedeni ile İsrail’e göç etmek zorunda kaldıkları atlanmamalıdır.
Holokost yalnız Alman halkının değil tüm dünya uluslarının gözleri önünde gerçekleşti. Altı milyon insan alenen yok edildi. Toplumların iliklerine işlemiş kayıtsızlık toptan yok edilişleri mümkün kıldı. Bu sosyal bir birikimin, bir hazırlık döneminin sonucu ortaya çıkan bir durum oldu. Böylesi sosyal bir yapılanmanın bir takvim sayfası değişikliği ile sona ermeyeceği doğaldır. Nitekim öyle de oldu.