Fazıl Say, Sait Faik’i anıyor

‘Ölümünün 60. Yılında Sait Faik’i Hatırlamak: Fazıl Say ve Arkadaşları’

Erdoğan MİTRANİ Sanat
2 Temmuz 2014 Çarşamba

"Tamamı makamsal olacağı için benim için bir ilktir ve özeldir; bir klasik müzik bestecisinin Türk sanat musikisine bu kadar yakınlaşmak istemesi sanırım tarihte de ilk olacaktır. Piyano ile kanunun, viyolonsel ile kemençenin diyalog ve bütünleşme halinde olacağı bir ilk yaratmak istiyorum." Fazıl Say

 

 

İKSV, 1906’da Adapazarı’nda doğan ve 1954’de İstanbul’da ölen Sait Faik Abasıyanık’ı, ölümünün 60. yılında anmak için Fazıl Say’a yeni bir yapıt sipariş vermiş. Çağımızın önde gelen bestecileri arasına ismini şimdiden başlara yazdırmış olan Say, haklı olarak, kendi doğduğu tarihten onlarca yıl önce ölmüş bir yazarı ‘hatırlama’nın ancak onun eserleri üzerinden olabileceğini düşünmüş ve yapıtı, edebiyatımızın ‘büyük öykücüsü’nün ilk kitabı ‘Semaver’den ‘Stelyanos Hrisopulos Gemisi’ adlı hikâyesi üzerine bir ‘sahne eseri olarak’ tasarlamış.

Modern Türk hikâyeciliğinin öncülerinden Sait Faik Abasıyanık, getirdiği yeniliklerle klasik öykü tekniğini yıkarak doğayı ve insanları basit, samimi, hem iyi hem kötü taraflarıyla, oldukları gibi, şiirsel ve usta işi bir dille anlatmıştır. İnsanların yaşama biçimlerini, isteklerini, tasalarını, korkularını ve sevinçlerini irdeleyerek, toplumsaldan çok ‘insanı ele alan sanatçılar’ sınıfında yer alan yazar, çoğunlukla balıkçı, işsiz, kıraathane sahibi gibi şehirli alt sınıfın bireyleri hakkında yazarak insan gerçeğini anlamaya ve anlatmaya çalışmıştır.

Yaşamı boyunca çevresine uyum sağlayamamış olan Abasıyanık, hayatındaki en önemli insan olan annesinin kendine güveninin gelişmesine engel bile olan ilgisiyle babasının aşırı ilgisizliğinin oluşturduğu iç çatışmalar yüzünden, ‘çekingen, kendisini çevresinden ve kendisinden gizleyen, anlamak ve anlaşılmak istemeyen’ bir kişiliğe sahipti. Fransa’da yaşadığı yıllarda o zamana kadar toplumca kabul edilmemiş hırsızları, eşcinselleri, toplumun içinden attığı kimseleri anlayıp onlarda yaşama hakkını savunan yazarları sevmiş, kendi özgün dilini oluştururken André Gide ve Jean Genet gibi isimlerden etkilenmişti.

Kışları Şişli’de, yazları ise eşi Mehmet Faik Bey’in vefatından sonra yaşamına Burgaz Adası’ndaki evlerinde devam eden annesinin yanında yaşayan Sait Faik, kendisine 1948’de siroz teşhisi konmasından sonra ömrünün son on senesinin neredeyse tamamını adadaki köşklerinde geçirmiş, öykülerinin büyük çoğunluğunu da burada kaleme almıştır.

İlk dönem öykülerinin ortak paydası olan insan sevgisi, özellikle hastalığını öğrendikten sonra, yerini karamsarlığa ve umutsuzluğa bırakan Sait Faik’in ‘Stelyanos Hrisopulos Gemisi’, ilk hikâyelerinden olmasına karşın iç burkucu bir öyküdür: Burgaz’da yaşayan fakir, yaşlı Rum balıkçı Stelyanos Hrisopulos’un, kızı öldükten sonra ailesinden hayatta kalan son kişi, hayal gücü denizler ve balıklarla beslenen 12 yaşlarındaki torunu Trifon’dur. Trifon, bitirdiğinde büyükbabasının adını vereceği, bir metre uzunluğunda, beyaz bir yelkenli yapmaktadır. Trifon nihayet bitirdiği gemiyi denize indirdiğinde, bu oyuncak gemiye gıptayla bakan Burgaz’ın bütün çocukları pusuya yatmışlardır. Gemi hafif yana yatmış pupa yelken giderken, soba borusundan yapılmış bir top, çamların içinden patlar. Atılan bir taş geminin yanına isabet eder; bu taşı diğerleri izler. On altı çocuk ellerinde ve ceplerinde taşlar, o güzelim gemiyi batıracaklardır...

Fazıl Say’ın Sait Faik’i böyle hüzünlü bir öykü ile ‘hatırlama’sı bana şaşırtıcı gelmedi.

Ara Güler’in çekmiş olduğu ünlü fotoğraf dahil, Sait Faik’in gülümsediği bütün resimlerde,

gülümseyen dudakların birkaç santim yukarısındaki bir çift gözdeki o tarifsiz hüzün, Say gibi duyarlı bir sanatçının gözünden tabii ki kaçmamıştır. Bestenin tamamını makamsal

olarak düşünmesi de, sanırım farklı bir müzikal ataştırma yapma arzusu kadar, Türk Sanat Müziği’nin en neşeli parçasında bile alttan alta hissedilen hüznü Sait Faik’le özdeşleştirmiş olmasındandır.

‘Ölümünün 60. Yılında Sait Faik’i Hatırlamak’Özen Yula’nın sahneye koyduğu bir müzikli anlatı tiyatrosu olarak tanımlanabilir. Eserin dünya prömiyeri 4 Haziran’da Sait Faik’in yaşamının büyük bir bölümünü geçirdiği, Burgazada’nın Meydanı’nda gerçekleştirilmiş, etkinlik ertesi gece Zorlu Center PSM’de bir kez daha tekrarlanmıştır.

Dinletinin mekânı, merkezde besteci ve yorumcu Fazıl Say’ın piyanosu ve onu iki yandan ve arkadan çeviren alçak bir platformdan oluşmaktaydı. Platformun iki yanı vokalleri söyleyecek olan Zeynep Halvaşi ve Serenad Bağcan’a ayrılmıştı. Piyanonun arka tarafındaki oda orkestrasıysa ilginç bir karışım oluşturuyordu. Ön sırada Esen Kıvrak (1.keman), Olgu Kızılay (2. keman) , Efdal Altun (viyola) ve Çağ Erçağ (viyolonsel)’dan  oluşan  Borusan Quartet vardı. Bu klasik dörtlünün arkasında ise Derya Türkan (kemençe), Hakan Güngör (kanun) ve Aykut Köselerli (vurmalılar) yer alıyordu. Böyle bir grubun varlığı bile, Say’ın “tamamen makamsal” olarak nitelediği bestenin aslında bu tarifi aşan, 21. yüzyıl klasik müziği ile geleneksel makamî Türk müziğinin birbirine dokunacağı, birbirini okşayacağı sınırda gezinen ilginç bir deney olacağının göstergesiydi.

Fazıl Say, görsel tasarımı Fikiribaz Zenger ve ışık tasarımı Kema Yiğitcan’a ait sahneye, Machka’nın tasarladığı uçuk mavi tül giysileri içinde üç su perisini andıran Demet Evgar, Songül Öden ve Esra Bezen Bilgin’le beraber çıktı.

Piyanonun ilk notalarından itibaren bu ‘hybrid’ müzik denemesinin çok başarılı olduğu anlaşılıyordu. Malûm, at ile eşeğin çiftleşmesinden doğan katır, güçlü ve cefakâr bir hayvandır ama kısırdır. Klasik Müzikle Türk Sanat Müziği’nin bu ortak çocuğuysa kısır olmaktan çok uzaktı. Sanki her iki tür, girdikleri bu aşk ilişkisinde birbirlerine güzelliklerini ve karşıtlıklarını vererek farklı, ama derinliği ve çekiciliği olan bir müzik oluşturmuşlardı.  Orkestra işin içine girdiğindeyse, piyano ile kanunun, viyolonsel ile kemençenin diyalogları, iki aşığın oynaşması gibi birbirini devam ettiren, tamamlayan birer sevişme gibiydi.

Bu arada, bir süredir kendisi de Burgazadalı olan Fazıl Say’ın, adanın kedilerini de unutmadığını ve onlara nefis bir şarkıyla selâm gönderdiğini unutmadan söylemek isterim.

Say, son dönemdeki görkemli çalışmalarından farklı olarak, yorumcu ve besteci olarak geri plana çekilmiş, kimi zaman vokallere ya da peri kızlarının oluşturduğu üçlüye eşlik ederek Sait Faik’i öne çıkarmayı yeğlemişti ki, kanımca, bir büyük sanatçının bir başka büyük sanatçıya bu alçak gönüllü saygı duruşu en ihtişamlı oratoryodan daha etkileyiciydi.

‘Ölümünün 60. Yılında Sait Faik’i Hatırlamak’, prodüksiyon olarak da çok başarılı. Yönetmen Özen Yula, müziğin, şarkıların ve anlatının dengelendiği, trafiğin hiç aksamadığı sahnelemesinde, anlatıcıları oluşturan üç ünlü kadın oyuncusundan müthiş bir birliktelik ve dört dörtlük bir performans elde etmiş.

Müzik gurubunun tamamı çok iyi. Fazıl Say, bestelerini seslendirirken çoğunlukla aynı yorumcularla çalışmayı yeğliyor. Senfonilerinde teremin’in başındaki Carolina Eyck, keman konçertosu ve keman sonatlarından Patricia Kopachinskaja, İstanbul Senfonisi ve Hezarfen’de neyini üfleyen Burcu Karadağ, Say’ın izleyicilerinin artık çık iyi tanıdığı isimler. Bu dinletide de, vurmalılarda her zaman olduğu gibi Aykut Köselerli, kanunda Hakan Güngör ve ‘ilk şarkılar’la keşfedip hayran olduğumuz Serenad Bağcan  gibi çok sayıda eski dost vardı.

Yaklaşık bir saat süren dinletinin sonundaki coşkulu alkışlara selam verirken kendisine bir buket takdim edilen Say, her zamanki zarafetiyle sahnedeki bütün arkadaşlarına çiçekleri teker teker vererek ve her birine sarılarak teşekkür etti.

Farklı bir Fazıl Say dinletisi oldu sonuçta. Benim gibi beğenenler kadar, gümbür gümbür bir majör beste beklerken, zarif bir minör çalışma bulduklarından biraz hayal kırıklığı yaşayanlar da vardı.  Onlara da Say’ın ‘Universe /Evren’ senfonisinin tanıtımını yaparken, majör tonalitenin doğayı, atonalitenin kaosu, minör tonalitenin insanı simgelediğini söylemiş olduğunu hatırlatmak isterim.