Burnumuzun ucunda duran gencecik bir küratör

Esra Sarıgedik Öktem direktörlüğündeki Rampa Galeri, ilk grup sergisi ‘Burnumuzun Ucunda Duran Gizli Bir Dünya’yı Lara Fresko eş küratörlüğünde açtı. 12 Temmuz’a kadar açık kalacak sergiyi, ‘Herkesin başına sık sık gelen, bir şeyi bir an berrak bir şekilde görüp sonra kaybetmek’ fikri üzerine yola çıkarak planladıklarını belirten Lara Fresko ile gezdik

Dalia MAYA Sanat
2 Temmuz 2014 Çarşamba

Sınırsız bir evrende salınır gibi... Zamansız ve mekânsız... Ya da tüm zamanların ve mekânların tek bir anda bir arada bulunduğu, birbirinden bağımsız ama bir o kadar da birbiriyle ilintili, birbirleriyle konuşan eserlerin oluşturduğu bir evrende asılı kalmış gibi. Tepe taklak olmuş bir dünyada, insanın insanı, hayvanı ya da bitkiyi yerinden ettiği bir evren. Berat Işık’ın tutulup bırakılan bir nefes ile olası tüm potansiyelleri içinde barındıran ‘Kelebek Etkisi’nin, bir kadının nefesini kullanmadan, mekanik bir şekilde şişirip doğaya bıraktığı balonlar ile belki de doğayı yıkıcı potansiyeli içinde barındıran ‘Düşüş’le bütünleştiği; eserleri Venedik Bienali’nde de gösterilen ve son dönemde adından sık sık bahsedilen sanatçı Ali Taptık’ın uzun yürüyüşleri boyunca kamerasına takılan, yerlerinden sökülüp kimi kırık dökük kimi zincirli kimi paslanmış saksılarda, şehrin hal ve gidişatını gözler önüne seren; yeşile kıyıldığı ama insanın yine de yaşama devam ettiği, Paris’te yerleşik sanatçı Çağdaş Kahraman’ın işinde net bir şekilde izlediğimiz zamanla yeşilin yok olup unutulduğu şehirlerimizde yine Ali Taptık’tan saksıda bir fidanın vinçle bir gökdelenin tepesine taşınması sahnesine... Yerinden edilmeler, göçler... Yaşadığı Meksika Tiguana’ya çok yakın olan San Diego’da bir sergiye davet edilen Francis Alys’in kullanılabilecek en kısa yol olan Meksika/ABD sınırının imkânsız denecek kadar zor olan siyasi geçiş şartları nedeniyle bu sınır yerine sergi projesi olarak Pasifik Okyanusu’nun çevresinden gerçekleştirilebilecek en uzun yolu seçmesi... İnadına. Tıpkı Jules Vernes’in Avrupa’dan gelen misafirine Üsküdar’da kahve içirmek isteyen ama Boğaz geçişinde kesilen vergiyi ödemek istemediği için oraya tüm Karadeniz’i dolaşarak geçen İnatçı Keraban’ın hikâyesinin Hüseyin Bahri Alptekin eserine yansıması gibi. Eser, çok güzel antika bir Karadeniz haritası ve İnatçı Keraban’ın hikâyesini anlatan oyun kartlarından oluşuyor. “Keraban vergi vermeden Üsküdar’a geçmek için Karadeniz’in etrafını dolaşıyor. Haritanın yanında gördüğümüz oyun kartı sahneleri de o seyahat içerisindeki karşılaşmaları yansıtıyor: nispeten oryantal bir takım tınıları olan fırtınalar, manzara resimleri, at üstünde yolculuklar gibi... Bu da o anlamda benzer bir hikâye. Bunu, daha da ilginç kılan bir şey ise Hüseyin Bahri Alptekin’in o dönemde aynı zamanda sanat alanındaki etkilenmenin çok batı odaklı olduğunu düşünüyor olması ve kuzeydeki komşularımızla da bir iletişime geçsek artık demesi. Berlin Duvarı yıkılmış, komünizm bitmiş, ülkeler ayrışmış, neden biz sanatçılar ve sanat çalışanları olarak bir Karadeniz turu yapmıyoruz diye düşündüğü ve bunu yapmak için Sea Elephant Travel Agency isimli bir şirket kurduğu bir dönemde yapılmış ve buzden aslında gerçek anlamda bir uygulama potansiyeli bulmuş bir iş bu. Ne yazık ki, sonra H. B. Alptekin öldü çok erken yaşta.”

Yerinden edilmeler... 1915’te Anadolu’dan sürülen ve ardından belki kadın olduğu, belki Ermeni olduğu için unutulan, son dönemde ufak ufak hatırlanmaya başlanan Zişan’a atfen sanatçı İz Öztat’ın hazırladığı cinnet/cennet adası... Romen kayıkçıların disiplin ve uyum içinde daire şeklinde kürek çekerek oluşturdukları olmayan ada. Zişan’ın hikâyesindeki baraj inşası ile kaybolan ada gibi. Kendilerinin görmediği ama ancak gerçekleştirildiği anda dışarıdan bakanın net ve berrak bir açıklıkla gözlemleyebileceği bir ada. Cengiz Çekil’in 1976 yılından ‘Yazısız’ isimli bir seriden işi. Yazılarından arındırılmış, resimleri bırakılmış bir gazete sayfası. İzleyiciye anlamlarından arınmış izlerken yepyeni anlamlara kavuşacak birer ada gibi sayfanın orasında burasında resimler... İmajın anlattıkları; sözlerin anlamsızlığı... “Bunu bir sürü şekilde okumak mümkün” diye açıklıyor Lara FreskoBasının aslında çok acınacak durumda olduğu bir dönemde yazsan ne olur, yazmasan ne olur? Sansürlenecek, yazmasan ne olur diye düşünülebilir, imaj üzerinde ne okunabileceğinin bir egzersizi olarak düşünülebilir, imajın ne söylediğinin taraflı olabileceği şeklinde de okunabilir. Aslında bu Cengiz Çekil’in kavramsal olarak çok kuvvetli işlerinden biri.

Bakışınızı her çevirdiğinizde yepyeni bir odak, hepsi birbirinden bağımsız ve bir o kadar da bütün. Serginin kendisi de, sergide eserleri yer alan Nilbarreş’in eserlerinde olduğu gibi: Bol boşluk, bol detay ve her bakışta yepyeni bir dünya. Bir çocuğun perspektifinden. “Çocukken, misafirliğe gittiğin yeri hiç kimseyle aynı perspektiften görmesin çünkü öncelikle zemine daha yakınsın veya bir koltuğun ya da bir masanın altından bakıyorsun dünyaya. Bu da belki de bir çocuğun algı dünyası ile ilgili bir iş biraz. Burada koltuk gibi bir şey var fakat ayaklar aslan ayağı. Buradaki halının ayağı masa ayağı. Kumaşlarla çok sık çalışıyor. Mesela şurayı bir gün anlayacağım. Burada saklanan biri var. Bir flamingo var. Orada bir meme var. Envai çeşit yoruma açık gerçekten sonu olmayan detay... Belli bir berraklık anın berraklık anı var Nilbar Güneş’in işlerinde. Yakalıyorsun, kaçıyor; yakalıyorsun bambaşka bir şey oluyor.”

Bir rüyanın bakışından, esasen her birimizin her an içinde yaşadığı, kalıplar ve yönlendirmeler olmayan bir algılama anı. Bilinçli ciddi bir çalışma sonucu oluşmasına rağmen, sanki bilinç dışının dışa vurumu. Öyle ya bilinç odağına neyi koyarsa onu algılar, anlamlandırır ve yorumlar. Oysa bilinç dışı çok daha fazlasını görür, duyar, koklar, hisseder. Her düzlemde ve her boyutta ne olup bitiyorsa, bilir. Geçmiş yılların pembe dizilerinde, Cesur ve Güzel’de ya da diğerlerinde olanları o yılların skandal ve önemli haberleri ile ve hatta günümüzün haberleri ve olayları ile aynı anda işler. Susurluk’ta ayran içer. (Yasemin Özcan). Eserdeki Versace kravat, düşüncenizdeki Patek Philippe saatle aynı kareye girer. Aynaya baktığımızda içimizdeki hayvansı yanımızı görürüz. Aynı bir köpeğin ya da bir meleğin gözleri ile bakarız. Dile gelir renkler, kelimeler, duvarlar; anlatırlar yaşananları, yaşanmışlıkları ve hatta yaşanacakları... Okumak, izlemek, dinlemek isterseniz eğer. Farklı coğrafyaların ve farklı zamanların sanatçıları olan Etel Adnan, Hüseyin Bahri Alptekin, Francis Alys, Otto Berchem, Atilla Csörgö, Ergin Çavuşoğlu, Cengiz Çekil, Nilbar Güreş, Berat Işık, Çağdaş Kahraman, Yasemin Özcan, Funda Özgünaydın, İz Öztat&Zişan, Kiki Smith ve Ali Taptık’ın eserlerinin bir araya gelmesi ile yerinden edilmeleri, algıları, berraklık anlarını, zamansızlık ve mekânsızlık hallerini düşünmek üzere Burnumuzun Ucunda Duran Gizli Bir Dünya algımızda yeniden yaratmak üzere Beşiktaş’ta Rampa Galeri’de 12 Temmuz’a kadar ziyaretçiye açık.

 

“Esra ile çalışmak tabii çok muazzam bir şey. Çünkü çok geniş bir küratoryel deneyimi var. Yurt dışında, bienallerde, kurumlarda çalışmışlığı var. O yüzden mesela ben paniklediğim noktada o beni sakinleştiriyordu, o paniklediği noktada ben de saflığımla onu sakinleştiriyorum. İyi işleyen bir birlikteliğimiz var.”

Lara Fresko

LARA FRESKO KENDİNİ ANLATIYOR

Lisans eğitimimi Sabancı Üniversitesi’nde Kültürel Çalışmalar Bölümü’nde yaptım. Ardından Bilgi Üniversitesi’nde karşılaştırmalı edebiyat mastırı yaptım. İlki antropoloji, siyaset felsefesi gibi sosyolojik bir şeylere odaklandığım bir eğitimdi. İkincisinde karşılaştırmalı edebiyat, hem teori, hem Türk Edebiyatı hem yabancı edebiyat gibi konular. Şimdi de Amerika’da Cornell Üniversitesi’nde doktoraya gidiyorum. Sanat tarihine ancak girebiliyorum. Buradaki referansları da göreceksiniz, girişte bir film alıntısı yapıyoruz. Aslında tüm serginin omurgasını oluşturan fikir de oradan geliyor. Filmin kahramanı Frances’in dile getirdiği çok evrensel bir hissi ele alıyoruz: bir şeyi berrak bir şekilde görüp sonra kaybetmek. Bu herkesin başına gelen fakat aslında tam da 20’lerin sonlarındaki insanların sık sık başına gelen bir şey.  Frances de zaten 20’lerinin sonunda New York’ta hayatını kurmaya çalışan bir koreograf. Biraz benim halim de belki: ben de yirmilerimin sonlarında olduğuma göre...

 

 

 

Hayat o anın arayışı mı?

Ya da yok yani o anın arayışı değil de o an varken var, sonra eriyip gidiyor. O film alıntısında hafif sarhoş, bir şeyi yakaladığını sanıyor, çok da tanımadığı insanlara bunu anlatmaya başlıyor ve sonunda “ay kafam iyiymiş” gibi konuşuyorum deyip vaz geçiyor. Elinden, kafasından o berraklık gidiveriyor. O fikir de tam sergide yapmak istediğimiz şeydi.