Nirengi Eğitim ve Danışmanlık Merkezi’nde Ortaköy sohbetlerinin geçen ayki konuğu oyuncu/yönetmen Tilbe Saran idi. Sanatçının ‘Oyunculuk nedir?’ temalı çok yönlü ve çok keyifli sohbetine konuk olduk
Yıllardır oyunlarını ve şiir dinletilerini aynı zamanda Açık Radyo’da kitap okumalarını hiç kaçırmamaya çalıştığım, çok severek izlediğim bir sanatçı Tilbe Saran...
Nirengi’deki sohbet programını duyduğumda zor günlerden geçiyorduk (maden faciası) ve birçok etkinlik iptal edilmişti. İçimdeki karanlığa rağmen iyi ki de gitmişim diyebildim sonunda. Yüzümde bir gülümseme ile oradan ayrıldığımda, paylaşmalıyım dedim. Bir umut bir çok pencereye aydınlık olur..
Nirengi’nin sıcacık atmosferinde on beş kişi kadardık. Tilbe Saran söyleşiyi ‘oyuncu olmak’ üzerine sundu, konu başlığı ise ‘Dürüstlük iyileştirir’ idi. Sanatçı konuşmasında, gerçekleştirdiği bir düşünden ve oyuncu olmanın niteliklerinden bahsetti. Söyleşinin sonunda sorulara geçildi.
Bu kadar etkin bir oyuncu olabilmek için hangi yollardan geçmişti Tilbe Saran?
Her yolculuk kişiye mahsustur. Konservatuar eğitimimden sonra oyunculuk ile psikolojinin kesiştiği alanda dolaşmayı çok sevdim. Psikanalizden geçtim, geçerken analiz odasının, analist ve analizan ilişkisinin, sahne, oyuncu ve seyirci ilişkisine benzerliğine kafa yordum. Hatta bir ara psikolojide yüksek lisans yapmak bile istedim; ama lisans eğitimim uygun bulunmadı. Sonradan iyi ki böyle oldu diye düşündüm ama aşkım devam ediyor. Bu aşkımı bilen bir analist arkadaşım, önleyici ruh sağlığında tiyatronun işlevi ile ilgilenen bir öğrencisini bana yönlendirdi.
İnanç Sümbüloğlu pek çok sosyal sorumluluk projesinde çalışan, psikodrama ve forum tiyatro deneyimi olan genç bir klinik psikolog. Çok sevindim ve birlikte “Kendini tanımayan oyuncu olabilir mi?” sorusunu yanıtlamaya çalıştık. Öğrencilerin yolculuklarını izlemek, yolda ellerinden tutmak beni çok zenginleştirdi.
Peki, kendini tanımak için nelerle yüzleşmek gerekiyordu?
“Dürüst olursan iyileşirsin, iyileştirirsin.” Şöyle bir soru sorduk. Beğendiğimiz oyuncuları diğerlerinden özel kılan ne? Yeteneğin özel bir açılımı var mı ? Ben deneyimlerime dayanarak bunun cesaret, dürüstlük, yüksek empati yeteneği ve hayal gücüne dayalı olduğunu düşünüyordum. Çünkü insanın ne kadar acırsa acısın eğer kendi karanlığına dalma cesareti varsa o zaman karşısındaki ile empati kurabilme, tele ilişkisine girebilme yeteneği de gelişiyor. Aslında biz belki tam adını koyamıyoruz ama sahnede bir suç ortaklığı oluyor. Bir sanat eseri bizi etkilediği zaman, bir anımızı ifşa ediyor ve bu suç ortaklığı bizim ruhumuzu havalandırıyor. Kendi karanlığımızla buluşup kendi benzerimizi görüyoruz. Bir aidiyet duygusu yaratmanın, belki yalnızlığımızın merhemi olduğu duygusuna kapılıyoruz. Bu yüzden sanat başlı başına, yapanı da izleyeni de iyileştiriyor.
Tiyatro oyunculuğu tam olarak ne zaman başladı?
Oyunculuk tüm doğada var, yani ilk canlı ile başlamış diyebiliriz; ama oyunculukla ilgili ilk derli toplu çalışma, 19.y.y’ın sonunda büyük Rus tiyatro düşünürü ve uygulayıcısı Stanislavski’nin yazdığı kitap. Ne ilginçtir ki, Freud ile aynı dönemde yaşamış. Bu çağdaş büyük yaratıcı, oyuncuların sahnede kendilerini özdeşleştirmeleri için oyuncunun kendi bilinçaltında olan biteni bilmesi ve bir araç gibi kullanabilme yoluyla ruhlarına, ruh kişiliğini verebilmenin gerekliğinden söz ediyordu. Seyircilerle etkileşim içinde bulunabilen, sahici ve düşünmeden hareket edebilen oyuncular yetiştirilmesi gerektiğini savunuyordu. Stanislavski’nin çok basit bir önermesi var: ‘Büyülü eğer/ Magic if’. “Eğer ben bu rol kişisinin olduğu durumda olsam ne yapardım?” Aslında çok basit bir önerge; işte o tarihten itibaren oyunculuk kavramı değişmeye başlıyor. Ardılları, özellikle Grotowski ile çalışmalar derinleşiyor.
Brecht? Brechtyen oyunculukta seyircinin oyundaki meseli duyması, özdeşim yaşamasından önde tutulur. Ama ben oyuncu olarak el yordamında öğrenilmiş Stanislavski geleneğiyle yetiştirildim. Eğitimim sırasında ve eğitmenliğe başladığım zamandan itibaren geçerliliğini sınadım. İnanç Sümbüloğlu ile yürüttüğümüz çalışmada oyunculuk eğitiminde güncel olan çağdaş tiyatro akımları ve psikodrama yöntemindeki benzerlikleri dikkate aldık. Yani oyunculuk çalışması ile psikodrama çalışmalarını eşzamanlı yürüttük.
Kendini bir başkasının yerine koymak çoğu zaman zor bir iş. Acaba psikodramada ne tür teknikler uygulanıyordu böyle zamanlarda?
Biz oyuncular bedenimizi tüm hafızası, anıları, beceri ve beceriksizlikleriyle bir oyun karakterine kiralıyoruz. Ve bu sırada kiracı ile ev sahibi yer değiştiriyor. Önce bir karşılaşma oluyor. Kiracımızın kim olduğunu çok iyi tanımak istiyoruz, onu merak ediyoruz. Prova süreci kiracımızla tanışma, ahbap olma dönemi. Oyunun içinde geçtiği zaman, coğrafya, iklim ve ekonomik durum, kısacası karakteri yaratan kültürü öğrenmeye çalışırız. Sonra genelden özele giderek o karakterin geçmişini kurgulamaya başlıyoruz.
Mesela Serdar Biliş’in sahnelediği İsveçli yazar Lars Noren’in Savaş oyununa hazırlanırken hem yazarın diğer metinlerini karıştırdık hem de Bosna savaşı ile ilgili pek çok belge taradık. Kitaplar, belgeseller, filmler araştırdık.
Sonra savaşın parçaladığı aileyi, öğretmen anneyi, esir düşmüş işçi babayı, okumak isteyip hiç bir baltaya sap olamamış amcayı ve çocukluklarını savaşa rehin bırakmış iki küçük kardeşi düşünmeye başladık. Sadece ve sadece hayatta kalmaya çalışan, vicdanı, ahlâki, her türlü insani değeri askıya almak zorunda bırakılan bu aileyi hayal etmeye başladık. Savaştan önce nasıllardı? Evleri, eşyaları? Babalarına sürpriz doğum günü yapmışlar mıdır? Hayalleri nelerdi? Tatilde ne yaparlardı? Bunları doğaçlarken yavaş yavaş aynı ruh haline geçmeye hazır oluyoruz. Bazı durumlarda oyuncu, o ruh durumuna dair her türlü bilgiyi zihniyle bilmesine, maddi-manevi içinde yaşadığı koşulları anlamış olmasına rağmen duygularını harekete geçiremez. Hani ışığa tutulmuş tavşan gibi sahnede kalakalır; çünkü bir dirençle karşılaşmıştır. O zaman soruyoruz işte:
Bu anlatılan durum bende ne yi tetikliyor? Benim burada direncim ne? Hangi karanlığıma dokundum?
Tilbe Saran’da nasıl bir direnç olmuştu ?
Benim en zorlandığım oyunlardan biri Brecht’in ‘Cesaret Ana ve Çocukları’ oyunu idi. Tüm çocuklarını yitirdikten sonra bile savaşı arzulayan bir kadın! Onun gerçeğini zihnim algılıyor ama sahneye taşıyamıyordum. Sonra dedim ki “Ben neden vazgeçersem hayattan vazgeçmiş olurum?
SAHNE! Ben sahneden vazgeçemem.”
O günden sonra oyun akmaya başladı. Cesaret Ana’nın arabası benim sahnem olunca ‘kiracıya’ yer açıldı. Duygusal farkındalık arttıkça, kişilerin içine bulundukları olumsuz duygulara müdahale edebildikleri, yönetebildikleri görülür. Kendisi ile yüzleşebilen, duygularını okuyabilen ve kişiliğini yeniden yapılandırmaya hevesli olanlar, sahnede de aynı oranda özgürleşirler.
Seyirci ile etkileşimi hissediyor musunuz?
Elbette her zaman. Beraber nefes alıp veririz. Bir keresinde Molly S adlı oyunda kör bir kadını canlandırıyorum; üç dakikalık mutlak karanlık bir sahne var (bütün ışıklı exit yazılarını söndürüyorduk, bu da sadece Türkiye’de olur!). Rolüm gereği zifiri karanlıkta seyirciler arasında dolaşıyorum. Seyirci ‘kör’ kalınca huzursuzlanır, nefes alış verişler hızlanır, kıpırdanır, öksürür vs…
Bir keresinde yine seyirciler arasında dolaşıyorum, baktım hiç ses yok. Şaşırdım, bir tuhaflık var, meğer izleyenler körlermiş. Her şeyi hissederiz. Tiyatroyu izleyenler tamamlar, seyreden yoksa oyun da yoktur.
Normal yaşantınızda kendinizi, çok sevdiğiniz bir rolde oynarken buluyor musunuz?
Hayatta da sahnede de dürüst kalmaya uğraşıyorum, kendi sesimi bulmak için hata yapmayı göze almaya gayret ediyorum, farkındalığımı arttırma cesaretimi canlı tutmaya özen gösteriyorum. Sahne iyileştiriyor, doğruluk iyileştiriyor bizi, aynı yaşam gibi… Ama Althusser’in dediği gibi “Gelecek Uzun Sürer”…
Oynadığınız bir karakter, oyundan sonra dürüstlük getiriyor mu?
Savaş oyununda “Ben bu oyunu neden seçtim? “ diye sordum kendime. Üç-dört yıldır beklettiğim oyunu neden şimdi çalışmak istiyorum? Cevap şuydu: Öncelikle savaş kapımızdan içeri girdi (o zamanlar Suriye’ye girdik, giriyoruz) ve ben çok korkuyordum, yani bir tür başa çıkma tekniği! (Hâlâ çok korkuyorum); ama bu oyun bir yandan savaşı, bir yandan yeni bir hayat kurmayı anlatıyor. Benim de kayıplarımı yaşadığım bir dönemdi. Annemi, uzun yıllar birlikte yaşadığım hayat arkadaşımı kaybetmiştim. Oyun, kayıplardan sonra yeni bir varolmayı anlatıyordu. İşte bu oyunu belki de yeni bir hayat kurmayı arzuladığım için seçtim. Yıkıntılar ve acıların ortasında her şeyin sıfırlandığı bir anda yeşeren umutlar…