Genel olarak söyleyecek olursak çeşitli sebeplerden dolayı Türkiye Yahudi toplumu muhalif olarak pek sivrilmemeyi, devletle daha uyumlu bir yol izlemeyi tercih etmiştir. öte yandan, son zamanlarda devletin değişen iktidar yapısıyla birlikte bu noktada da bazı değişimler yaşandığı söylenebilir. (Ohannes Klılçdağı-Agos Gazetesi)
Cumhurbaşkanlığı kampanya sürecine denk gelen Gazze operasyonu sırasında Musevi cemaatinin yaşadığı sıkıntıları konuştuğumuz Türk Musevilerinin önde gelen ismi şöyle aktardı:
“Türk Musevi toplumu olarak panik içindeyiz. Türkiye bugün dünyanın en gergin halkını barındıran ülke oldu. Ülkemizde savaş yok ama sanki savaştaymış gibi gerginiz. Korku içindeyiz. Yabancı düşmanlığı ve onun da üzerinde bir antisemitizm dalgası yayılmakta. Böyle devamlı sıkıntı altında yaşamanın kendine göre oksijensizliği var.”
(...) “Bugünlerde cemaatimiz mensupları nereye gitse, İsrail’in öldürdüğü Gazzeli çocukların hesabı bizden soruluyor. Biz Suriye’de, Irak’ta kafa kesip top oynayan, camileri yıkan IŞİD’in katliamlarının hesabını buradaki Müslümanlara soruyor muyuz? Türkiye’de bazı önyargılar öteden beri hep var oldu. Oysaki Filistinli çocukların öldürülmesinin yanlış olduğunu bangır bangır bağıran Museviler dünyanın her yerinde var. Biz de söylüyoruz ama dinleyen yok.”
(...) “Erdoğan uzun yıllar ABD’nin ve oradaki Musevi lobisinin dostluğunun faydasını gördü. Ta ki İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile Davos’ta ‘One minute’ olayını çıkarana kadar. Bence o gün Erdoğan Museviler ile yollarını ayırma yönünde stratejik kararını vermişti.”
“Olay önceden kurgulandı. Gitmeden önce Türk basınına ‘Peres’den Gazze’nin hesabını soracağım’ diye demeç verdi. Peres ile de o gün randevusu vardı. Baş başa görüşeceklerdi. Erdoğan son anda görüşmeyi iptal etti. Baş başa görüşüp fırça çekse kimse duymayacaktı. Onun için bekledi ve akşamki panelde 250-300 kişi önünde o meşhur çıkışını yaptı.”
Peres’le yakın tanışırlar “Aslında Şimon Peres, Erdoğan’a en çok destek olan İsrailli liderlerin başında gelir. Birkaç kez görüştüler. İkili ilişkilerde yaşanan bazı sorunların çözümü Erdoğan ile Peres’in ikili görüşmeleri yoluyla halloldu.”
Utku Çakırözer
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/103091/Museviler__Panikteyiz.html
-------
Türkiye’deki hükümetten çıkan İsrail’i kınayacı sözler ise, geçtiğimiz yılları, özellikle içinde bulunduğumuz seçim sezonunun etkisiyle kat be kat aşmış, başta Başbakan Erdoğan’ın söyledikleri nedeniyle Türkiye’yi anti-semitik etiketi ile damgalatmıştır. Türkiye’den çıkan Hitler karşılaştırmaları sokakta etki yapıyor olsa da, iç politikanın dış politikada olması gereken soğuk kanlı ve diplomatik yaklaşımı tümüyle erittiği görülmüştür. Bütün bunların etkisiyle de Türkiye, artık bir arabulucu olmak sıfatını kaybetmiştir.
İLHAN TANIR
Cumhuriyet’in dünkü manşetinde, ülkemizde, Musevi cemaatine, işyerlerine ve sinagoglara yönelik tacizler dile getirilmekteydi. Cumhuriyet’in Ankara Temsilcisi Utku Çakırözer’in bildirdiğine göre Musevi yurttaşlarımız panik içinde. Cemaatin önde gelenleri, Utku’ya dert yanıyorlar:
- İsrail’in öldürdüklerinin hesabı bizden soruluyor.
- Yabancı düşmanlığı ve onun da ötesinde antisemitizm dalgası tırmanmakta.
- Panik içindeyiz, antisemitik dalgaya karşı hükümetin net duruşunu görmüyoruz.
Gerçekten de Tayyip Erdoğan İsrail - Filistin çatışmasını, din temelli bir savaş olarak görme eğiliminde olan tabanındaki bu yanlış algıyı düzeltmek, kamuoyunu yatıştırmak bir yana, söylemleriyle Yahudi karşıtı havayı daha da kışkırtıyor.
Sürekli vurgulamaya çalıştığım gibi tehlike büyüktür ve Tayyip Bey, Filistin davasını sandık hesabına çerez ettiği politikası uğruna Yahudi azınlığı gözden çıkarmış görünmektedir.
İsrail’in politikasını bir yandan böylesine lafta kınarken, öte yandan kaçak Irak petrolünü gizlice İsrail’e satma tezgâhı içinde olan Tayyip Bey’in ötekileştirdiği Yahudilere karşı, kör cahil ve bağnaz kitlelerin kışkırtmalar sonucunda denetim altına alınamayan tepkilerinin, meydana getireceği yıkımın telafisi mümkün olamayacak vahim olaylara yol açmasından korkulur.
Bu gibi olasılıklar karşısında, ülkeyi yönetenlerin uyanık ve hazırlıklı olmaları, yatıştırıcı konuşmalar ve jestler yapmaları beklenirken, Tayyip tam tersi yolu tutmakta, herkesi ötekileştiren, suçlayan tutumuyla Yahudileri tepkilerin hedefi haline sokmaktadır.
Ali Sirmen
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/103597/Butun_Zenciler_Siyah_Degildir.html
Bu geçerliği pek de olmayan bir seçim sloganıdır. Örneğin, Gazze’de olanlardan sonra 5 Latin Amerika ülkesi Büyükelçilerini İsrail’den çekmiştir. Fransa Dışişleri Bakanı Fabius, ağır şekilde İsrail’i eleştirmiştir. Avrupa’nın Londra, Paris, Brüksel, Dublin başta olmak üzere, birçok şehrinde, Türkiye’deki kalabalıklardan daha fazlası, Gazze’yi destekleyici protesto gösterileri yapmaktadır. (Türkiye’de göze çarpar büyüklükte bir kalabalığın Gazze protestoları için toplanmadığını da not etmek gerekir.)
Türkiye’deki hükümetten çıkan İsrail’i kınayacı sözler ise, geçtiğimiz yılları, özellikle içinde bulunduğumuz seçim sezonunun etkisiyle kat be kat aşmış, başta Başbakan Erdoğan’ın söyledikleri nedeniyle Türkiye’yi anti-semitik etiketi ile damgalatmıştır. Türkiye’den çıkan Hitler karşılaştırmaları sokakta etki yapıyor olsa da, iç politikanın dış politikada olması gereken soğukkanlı ve diplomatik yaklaşımı tümüyle erittiği görülmüştür. Bütün bunların etkisiyle de Türkiye, artık bir arabulucu olmak sıfatını kaybetmiştir.
İlhan Tanır
http://posta212.com/kose-yazisi/gazze-sorulari-turkiyenin-rolu
Bana bunları tekrar hatırlatan Etyen Mahçupyan’ın 3 Ağustos 2014 günü Akşam gazetesinde yayımlanan “Azınlıkların en hakiki sorusu” başlıklı yazısı oldu. Etyen Hoca bu yazısında Türkiye’de Müslüman olmayan azınlıkların devletle ve Müslüman geniş toplumla ilişkileri, onları algılayış biçimleri üzerinden mevcut iktidara yaklaşımlarını analiz ediyor. Söz konusu yazı sosyal medyada olumsuz anlamda hayli tepki çekti. Bu tepkilerin bazılarına katılmakla birlikte ben yazıda Mahçupyan’ın bazı doğru noktalara da işaret ettiğini düşünüyorum; fakat ciddi birtakım düzeltmeler, ince ayarlar yapılması şartıyla. Osmanlı modernleşmesinden başlayıp günümüze kadar gelen uzun bir zaman diliminde azınlıkların devlet ve komşu toplumlar algılarını, dönemselleştirmelere gitmeden, bağlamına oturtmadan, “azınlık”, “Müslüman” gibi geniş kategorileri kendi içinde ayırmadan, bir iki cümlelik yargılar olarak ifade etmeye kalktığınızda ortaya aksayan bir metin çıkıyor. Ayrıca, benzer şekilde yazıda bazı hükümler haddinden fazla genelleme yapıyor ve izlenimler olgu gibi ortaya konuluyor.
Aynı sebeplerden, şu anda okumakta olduğunuz yazı da zikrettiğim noktaların hepsine değinemez ama demek istediğimi bazı örnekler vererek anlatmaya çalışayım. Kategorilerin kendi içinde ayrılarak ele alınması gerektiğini söyledim. Azınlık kavramı bunlardan biri (bu arada Osmanlı dönemi için, belki son yılları hariç, azınlık kavramını kullanmak da sorunlu); zira fikrimce devlete ve geniş topluma bakış ve var olma stratejileri açısından Türkiye Yahudi toplumuyla Rum ve Ermeni toplumlarını aynı kategoride değerlendirmek veya aynı cümlenin öznesi yapmak çoğu zaman mümkün değil. Tabii benim ileri sürdüğüm bu yargının da kendine ait bir tarihi var ve sağlam temellere oturtmak için onun da dönemselleştirmesini yapmak gerekir. Fakat genel olarak söyleyecek olursak çeşitli sebeplerden dolayı Türkiye Yahudi toplumu muhalif olarak pek sivrilmemeyi, devletle daha uyumlu bir yol izlemeyi tercih etmiştir. Öte yandan, son zamanlarda devletin değişen iktidar yapısıyla birlikte bu noktada da bazı değişimler yaşandığı söylenebilir.
Ohannes Klılçdağı
http://www.agos.com.tr/makale.php?seo=azinlik-meselesinde-genelleme-yapmak&detay=916
“Dilerdim ki Filistin otoritesi Gazze halkıyla ilgilenebilsin. Dilerim ki; İsrail, Filistin otoritesi, Mısır, Ürdün ve hatta Suudi Arabistan hep beraber oturup, Filistinlilerin tanınacakları bir devlet olarak çiçek açacakları, büyüyen endüstrileriyle, tarımlarıyla, eğitimleriyle, turizmleriyle, dünyayla ve özellikle İsrail'le ticari ilişkilerine fırsat verecek çift devlet çözümünü geliştirebilsek. Bu, Hamas şiddet politikasından vazgeçmediği sürece asla ve ASLA olamaz. Fakat nasıl ki Amerika'nın ve İran’ın yakın bir zamanda en iyi dost olmalarını beklemiyorsam, bu bahsettiklerimin de olmasını zaten beklemiyorum.
Bu savaş, tekrar söylüyorum, İsrail'le Filistin halkı arasındaki bir savaş DEĞİLdir. Bu İsrail ile Hamas arasındaki savaştır. Bu yaşam ve ölüm savaşıdır. Bu ‘ya onlar, ya biz’le ilgilidir. Hamas sahneyi kurmuş, bunu çok net belirlemiştir. Benim insanlarım yok olma tehdidi altında yaşamaktadırlar.
İnsanlarımızı korumak için hayatlarını feda edip ölen İsrail askerleri için her gün ağlıyorum. Onlar için, aileleri ve arkadaşları için, yaşayamayacakları hayatları ve arkalarında bıraktıkları boşluklar için. Kahramanlıklarını, cesaretlerini, kararlılıklarını ve yürekten isteklerini İsrail'lilerin hayatları için kendi hayatlarını feda etmelerini ayakta alkışlıyorum. Ve bir insan olarak, özellikle de bir anne olarak, bu çatışmada ölen her bir çocuğun resmini gördüğümde içim dehşetle sızlıyor. Kontrolü dışında zorla bu duruma getirilen herkesin yasını tutuyorum. Fakat bu, hiçbir koşulda, İsrail ordusunun bu kanserli varlığın kendi varoluşuna karşı olan tehdidini yok etmek için verdiği çaba dolayısıyla özür dilemem gerektiği anlamına kesinlikle gelmiyor. Tam tersine, uluslararası hukukun sivillere zarar verilmemesi gerektiğiyle ilgili olan tüm standartlarda elinden gelenin en iyisini yapmıştır. Aynısı, stratejik olarak sivilleri hedef alan, yan etki olarak değil ve kendi sivillerini hastalıklı bir satranç oyununda piyonlar olarak kullanan Hamas için söylenemez. Sadece umuyorum ki, günü geldiğinde Gazze'deki Filistinliler kendilerini sürekli olarak tehdit eden iç kuvvetlerine karşı ayaklanacaklar, fakat bu zamanda, İsrail için bu savaş bir hayatta kalma mücadelesidir ve herhangi birisi bana saldırmaya kalkışırsa Tanrı yardımcım olsun ki ben de karşı saldırıya geçerim. Bir silahın namlusu bana doğrultulmuşsa, beni vurmaya gelenleri önce ben vururum. Bu ölüm ve yaşam oyununda ben hayatı seçiyorum”.
Atakan Metin
http://www.gazeteport.com.tr/yazar/30/atakan-metin/4723/sigal-seyler-2
Yurt dışında otuz yıl boyunca ben hep Türk’tüm.
Başka ne olabilirdim ki?
Şimdilerde bazı densiz yurttaşlarım garip şeyler söylüyor: Ben galiba Türk değil de Türkiyeliymişim. Hele bazıları için ben İsrailliymişim. “Hoşgörüyle” bu vatana “misafir” edilmişim. Bir Yahudi nasıl olur da Eurovision’da Türkiye’yi temsil edermiş!.. Daha beterlerini de söyleyenler var. Osmanlıyı yıkanlar, Jön Türkler, hatta Ergenekoncular (her ne demekse) bile Yahudi’ymiş.
En son ne okudum dersiniz?
Avrupa’da Türk ve Müslüman nefreti, daha ziyade Yahudiler tarafından kışkırtılmaktaymış.
Vay ki ne vay!..
Vatanımdan pis kokular geliyor…
55’imden sonra, dinimden dolayı benden nefret eden yurttaşlarım olduğunu, hatta Türklüğümün, sadakatimin sorgulandığını duymak beni kahrediyor. “Yabancı” yaftası yüreğimi acıtıyor.
Üzgünüm, kızgınım ve çok kırgınım!..
En dayanılmazı ise içimi yiyip bitiren soru:
Köklü bir değişim mi bu yaşananlar, yoksa yıllarca ayakta mı uyudum ben?”
(Simon Bilman / İsviçre)
Yüksel Mert
http://www.adanamedya.com/bir-yahudi-turkun-feryadi-3698yy.htm
2014’te İsrail’de meşru söyleme yönelik tanım bütünüyle değişti. Tartışma artık “IDF yanlıları” ile “IDF muhalifleri” arasında. Sağcı canilerin Kudüs sokaklarında “Araplara ölüm” ve “solculara ölüm” diye haykırması ya da Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’nın Gazze operasyonuna karşı olan Arap-İsrail şirketlerini boykot etme çağrısı vatanseverlik addedilirken, operasyonun sonlandırılması talebi ya da Gazze’deki kadın ve çocuk ölümlerine dair salt empati içeren ifadeler bayrağa ve vatana ihanet olarak algılanmakta. Saldırganlığın, ırkçılığın ve empati yoksunluğunun vatan sevgisi anlamına geldiğini iddia eden hatalı ve antidemokratik bir denklemle karşı karşıyayız. Öte yandan, her farklı görüş -özelikle de güç kullanımını ve asker kaybını desteklemiyorsa- İsrail’i yok etme girişimi olarak algılanmakta.
Kimi zaman süregelen iki savaş var gibi görünüyor. Bir cephede ordu, Hamas ile savaşıyor. Öteki cephede ise, Meclis kürsüsünden Arap meslektaşlarına “terörist” diyen bir bakan ve sosyal medyada barış eylemcilerine gözdağı veren fanatikler el ele verip “içimizdeki düşmanı” yargılıyor: farklı konuşan herkesi. Hamas’ın bizlerin ve çocuklarımızın güvenliği için tehdit oluşturduğu kuşku götürmez, fakat aynı şey Filistinli çocukların ölümü karşısında duydukları kederi ifade ettiklerinde nefret dolu bir karalama kampanyasına maruz kalan komedyen Orna Banai, şarkıcı Achinoam Nini ve film yönetmeni eşim Shira Geffen için de söylenebilir mi? Onlara yöneltilen bu ölçüsüz saldırı, varoluşumuz için gerekli savunma yöntemlerinden biri mi, yoksa sadece karanlık bir nefret ve öfke patlaması mı? Konsensüsten farklı görüşleri sadece dillendirenler değil, dillendirenlerin çocukları da ölüm tehditleri almasın diye bastırmak zorunda kalacak kadar zayıf ve korkak mıyız biz?
Pek çok kişi beni bu yazıyı yayımlamaktan vazgeçirmeye çalıştı. “Küçük bir oğlun var,” dedi arkadaşlarımdan biri dün gece. “Bazen akıllı olmak haklı olmaktan iyidir.” Hiçbir zaman haklı olmadım, akıllı olduğum da pek söylenemez, fakat fikrimi söyleme özgürlüğüm uğruna, IDF’in şu anda Gazze’de sergilediği yırtıcılıkla savaşmaya hazırım. Bu savaş benim kişisel fikirlerime dair değil, ki bunlar hatalı ya da acınası olabilir. Bu savaş, yaşadığım ve sevdiğim bu yere dair.
10 Ağustos 2006’da, İkinci Lübnan Savaşı’nın sonuna doğru, yazar Amos Oz, A.B. Yehoshua ve David Grossman bir basın toplantısı düzenleyip hükümete derhal ateşkes ilan etme çağrısında bulundular. Ben taksideydim, haberi radyoda dinledim. Taksi şoförü, “Nedir bu şerefsizlerin derdi? Hizbullah’ın kayıp vermesinden hoşnut değiller mi? Bu o… çocuklarının tek istediği ülkemizden nefret etmek,” dedi. Bu olaydan beş gün sonra, David Grossman, oğlunu Mount Herzl askeri mezarlığında toprağa veriyordu. O “şerefsizin” ülkesinden nefret etme dışında da istediği bir şeyler varmış anlaşılan. En çok da oğlunun, savaşın o son ve gereksiz günlerinde ölen pek çok genç adam gibi, evine sağ dönmesini istiyordu.
Pek çok insanın hayatına mal olan trajik bir hata yapmak korkunç bir şey. Aynı hatayı defalarca tekrarlamak, bundan daha da beter. Gazze’de dört operasyon, artık atmayan, muazzam sayıda İsrailli ve Filistinli kalp ve her seferinde kendimizi aynı noktada buluyoruz. Değişen tek şey, İsrail toplumunun eleştiriye tahammülü. Bu operasyonla sağ kanadın tarifi güç “ifade özgürlüğü” ile ilgili konularda sabrını tükettiği açıkça ortaya çıktı. Son iki haftada solcuları sopalarla döven sağcılara, sol kanata mensup eylemcileri gaz odalarına göndermekle tehdit eden Facebook iletilerine ve fikirleriyle ordunun zafere ulaşmasını geciktiren herkesin lanetlenişine tanık olduk. Anlaşılan o ki her operasyonda üstünde yürüdüğümüz kanlı yol bir zamanlar sandığımız gibi döngüsel değil. Üzülerek söylemeliyim ki bu yol çember çizmiyor, görecek denli talihsiz olduğumuz daha da alçak noktalara doğru bir sarmal olarak iniyor.
Etgar Keret
http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/keret-israilin-oteki-savasini-yazdi-401936
1930’da olduğunuzu düşünün; o hitabetiyle yüzbinleri kendinden geçiren lider, yine o bildik el kol hareketleri eşliğinde, öfkeli olduğunu söyleyenlere inat, öfkenin de bir hitabet sanatı olduğunu kanıtlarcasına haykırıyor: “Korkma, söyle! Yahudi’yim de!”
“Yahudi olabilirsin. Ben sana saygı duyarım. Bundan da çekinme, korkma. Bunu da rahat rahat söyle. Ben de Almanım, ben de bunu rahat rahat söylüyorum. Bundan çekinmeye gerek yok.”
Ne kadar şövalyece değil mi?
30’lar Almanyası ile 2000’ler Türkiyesi arasında paralellik kurmak çok doğru olmaz. Evet, burada otel odalarında yakılanlar, Maraş’ta Sivas’ta kıyılanlar oldu… Yine de başkadır Almanya. Bambaşka hatta…
Ama şu kimlik siyaseti var ya; siyaseti doğuştan kazanılan kimlikler üzerine kurma... Etnik, mezhebi ayrılıklara dayanarak bir diğerini vurma, iktidarı böyle kurma... O işte; orada da aynı derecede tehlikeli ve budalaca, burada da!
Alevi misin, Sünni misin, Kürt müsün, Zaza mısın, rahat rahat söyle; “Bundan çekinmeye gerek yok. Onun için milleti aldatmaya da gerek yok” demek, bir seçimde etnik ya da mezhebi kimliğinizi belirtip öne çıkarmadan kampanya yürütmeyi “milleti aldatmak” saymak hastalıklı olduğu kadar tehlikeli bir kafa.
Alevi ya da Sünni olduğunuzu söylemediğinizde değil, çalmayacağım deyip çaldığınızda aldatırsınız milleti!
“Korkma, söyle…” diye kurulan cümlelerin önüne ve arkasına 77 milyonun birliğini beraberliğini vurgulayan cümleler yerleştirmek söylenenlerin vahametini azaltmıyor. Tam da 77 milyonun tümünü temsil etmeye aday olunan bir seçimde bunları söylemek, söyleyenin gözünü diktiği makama uygun olmadığının bir başka kanıtı.
L.Doğan Tılıç
http://birgun.net/news/view/korkma-soyle-yahudiyim-de/3161
Geçtiğimiz Pazar günü Etyen Mahçupyan’ın Akşam Gazetesi’nde bir yazısı yayınlandı. Azınlıkların AKP ve Müslümanlarla ilişkisini konu alan bu yazıda şahsen mahsurlu bulduğum saptamalar var. Yazı Türkiye’deki Yahudi Cemaati’nin tümünün Sözcü Gazetesi okuduğu gibi dayanağı belli olmayan bir “veri”den yola çıkıyor. Şöyle diyor:
“Azınlıklar devletin altında ezildiler ama kendilerini de bir türlü Müslümanlarla eşit görmediler. Dolayısıyla AKP’nin taşımakta olduğu ihtilalci değişim sürecinde halen çözemedikleri bir ikilemle karşı karşıya kaldılar. Bunu somut olarak Sözcü Gazetesi örneği üzerinden anlatmak mümkün… Bugün azınlıkların büyük çoğunluğu, ama Yahudi cemaatinin neredeyse tümü Sözcü okuyor. Erdoğan’a hakaretleri ezberleyerek ve aralarında paylaşarak biriktirdikleri öfke ve nefret duygusunu günlük olarak tazeliyorlar. Oysa sorsanız AKP hükumetlerinin bugüne dek en azınlık yanlısı iktidar olduğunu da söylerler! Ama ortada birkaç yüzyıl geriye giden bir Müslüman alerjisi ve gizli aşağılaması var. Bu nedenle Sözcü tarihsel bir psikolojik ihtiyaca cevap veriyor.” Mahçupyan tarihsel planda azınlıkları bir türlü “çoğunluğa” karışmamak, yerlileşmemekle de suçluyor.
Özel olarak Yahudilerin genel olarak Hıristiyanların bu toplumda (hala) çoğunluk tarafından maruz kaldığı ayrımcılığı, aşağılanmayı ikinci plana atan ve Azınlıklar/Yahudileri “çoğunluğa” ayak uydurmaya çağıran (kabahati burada bulan) sorunlu bir bakış açısı bu. Ve Kemalizm’in Cumhuriyet’in ilk yıllarında çok daha kaba biçimde yaptığı işi kategorik açıdan hatırlatıyor maalesef. (Nihayetinde onlar da kendilerini “ihtilalci” olarak görüyordu) Ayrıca İslamcı siyasetin ve tabanın Yahudiler ve Hıristiyanlarla ilgili “problem”iyle yüzleşmeden Yahudileri ortaya itmek, onları kendi kişisel kanaatlerine dayanarak Müslümanları “aşağılamak”la suçlamak, üstelik bunu tam da bugünlerde yapmak, gayet tehlikeli bir tutum. Umarım Mahçupyan ne yaptığının farkındadır.
Yetvart Danzikyan
http://www.agos.com.tr/makale.php?seo=aman-size-demesinler-ama-siz-deyin&detay=915
Netten okumalar
http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=1168&makale=Siyonizmin
http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/08/140805_gazze_marcus.shtml
http://fotibenlisoy.tumblr.com/post/93778567704/az-nl-klar-n-degil-mahcupyan-n-en-hakiki-sorusu
http://t24.com.tr/yazarlar/aris-nalci/cirkin-ermeni-afedersiniz-rum-ve-korkak-yahudi-benim-,9894
http://www.gazeteport.com.tr/yazar/14/ayse-ozgun/4716