Sabah kalktığımda kendimi ne Musevi, ne Türk vatandaşı olarak görüyorum. İki kimliğimden de çok gururluyum ama ben bu kimliklerle yaşamıyorum, bir kapıdan bu kimliklerle girmiyorum. Belki de laik sistemin bana yıllardır sağladığı özgüven bu. Üst kimliğim insan benim, öteki her şey alt kimlik. Bu alt kimliklerle zenginleşiyorum ama bu alt kimliklerden beslenmiyorum. Öte yandan sadece dinsel kimliğim nedeniyle, İsrail Devleti´nin yönetimi, mevcut sağcı hükümeti ve politikalarıyla ilgili sorumlu tutulmanın dünyanın en saçma şeyi olduğuna inanıyorum. Sadece ben değil, dünyanın farklı ülkelerinde yaşayan hiçbir Yahudi vatandaşı bu konular nedeniyle yargılanmamalı. NEDİM SABAN - www.morjee.net
Sabah kalktığımda kendimi ne Musevi, ne Türk vatandaşı olarak görüyorum. İki kimliğimden de çok gururluyum ama ben bu kimliklerle yaşamıyorum, bir kapıdan bu kimliklerle girmiyorum. Belki de laik sistemin bana yıllardır sağladığı özgüven bu. Üst kimliğim insan benim, öteki her şey alt kimlik. Bu alt kimliklerle zenginleşiyorum ama bu alt kimliklerden beslenmiyorum. Öte yandan sadece dinsel kimliğim nedeniyle, İsrail Devleti'nin yönetimi, mevcut sağcı hükümeti ve politikalarıyla ilgili sorumlu tutulmanın dünyanın en saçma şeyi olduğuna inanıyorum. Sadece ben değil, dünyanın farklı ülkelerinde yaşayan hiçbir Yahudi vatandaşı bu konular nedeniyle yargılanmamalı. Bir ceza verilecekse, İsrail halkı, hükümeti sandıkta cezalandırmalı. Kaldı ki, İsrail'de yaşayan bir Yahudi de olsanız, muhalif olabilirsiniz... Bir devletin politikası, bir ırka mal edilemez ve ırkçılık bahanesi olamaz. Irkçılık için her zaman bir bahane vardır, ama hiçbir şey ırkçılığın bahanesi olamaz.
Nedim Saban
http://www.morjee.net/Haber/dus-kurabilme-ozgurlugumu-geri-istiyorum/
2013 yılında Türk Musevi Cemaati Başkanı Silvyo Ovadya’nın, Adalar Müzesi arşivine konmak üzere Viktor Albukrek’ten, kendisinin Büyükada’yla ilişkisini vurgulayan 240 kelimelik bir yazı istemesiyle başlamış kitap hikâyesi. Ve elbette 240 kelimeye sığdıramamış yaşadıklarını Albukrek: “Adada ne yaptın? Doğdum, sandal yaptım, şimdi de yaşıyorum. Bitti. 240 kelimeye ne koyabilirsin başka? Saat on bir buçukta gönderdim yazıyı, gece üçe kadar odamda oturdum. 80 yaşındaydım, tüm hayatım fotoğraf gibi gözlerimin önünden geçti. Hiç kimsenin ismini not tutmamıştım, ama hepsi aklımda canlandı. Rahmetli babam derdi ki, ‘insan gençken mürekkep yazdıklarında çok kuvvetli iz bırakır. Yaşlanınca mürekkep bulanır, iz kalmaz’ Ben de emekli olup işten çekilince çocukluğumu ve gençliğimi, hepsini hatırladım işte.”
...
Kitaptan: “Ela poraki, isi il fe serin sin sol!”
“Sokakta, vapurda, evlerin açık pencelerinden dışarıya cömertçe yayılan bir düzineye yakın değişik lisan duyulurdu.(…) Karşılıklı görüşmelerde Türkçe sorulan bir sual Fransızca, Ermenice, Rumca, İtalyanca veya Judeo Espanyol (Yahudi İspanyolcası) olarak cevaplandırıldığında, değişik bir lisanda tercümanlık yapmaya yeltenen hanımlar lafa karışırdı. Daha da komik bir lisan ise aynı cümlenin içine değişik lisandaki kelimeleri yan yana koyarak derdini anlatmak isteyenlerin lisanıydı. Biz çocuklar, bu tür konuşanları alaya almak için kasten yanına sokulur ve “Esterika Hanum, ela poraki, isi il fe serin sin sol” cümlesini duyacakları kadar yüksek sesle söyledikten sonra, çimdiği yemeden süratle yanlarından kaçardık. (Türkçe, Yunanca, Judeo Espanyol, Fransızca, tekrar Türkçe kelimelerden oluşmuş bir cümle. Manası: Ester Hanım, buradan gel, burası serin ve güneşsizdir.)
...
Kitaptan : “İskele meydanındaki saat kulesinden vapura bininceye kadar olan kısacık yolun inişinde, birbirinden çok farklı beş belirgin kokuyu içime çekerdim. Birinci lezzet, dünyanın neresinde olursam olayım, burnuma geldiğinde sevgili Ada’mızı anımsatan atlarımızın özel dışkılarının nostaljik keskin kokusuydu. Hemen arkasındaysa fırıncı Mihail Usta’nın devamlı açık tuttuğu dükkan kapısından yayılan poğaça börek kokusu hakimdi. Az son yokuşu inerken, Bahçıvan Kosoro’nun ‘mis kokulu yasemin’ veya ‘Ada’nın mimozası’ çığlıklarıyla sattığı çiçeklerin nefis bahar kokusu etrafı şenlendirirdi. Gişelere varmadan önce ise, kitapçı Ksidas’ın dükkanının önünde gazete satıcısının yerlere serdiği taze neşriyattan yayılan keskin gaz-mazot karışımı matbaa kokusu hissedilirdi. Son olarak da, iskeleden vapura doğru yürüdüğümüzde sabahın serin esintisiyle Marmaramızın sularından gelen ve sevgili Adamızın denizine has, insanı sevkten sarhoş eden, taze yosunlardan yayılan iyot kokusu hakimdi. “
Gözde Kazaz
Gerçi çok soruldu ama nereden biliyoruz tüm Yahudi cemaatinin Sözcü okuduğunu? Mahçupyan’ın elinde bilmediğimiz bir kamuoyu araştırması mı var? O da zor ya, kendisinin de vurguladığı gibi ‘Müslümanları hor gören’ azınlıklar gündelik hayatı kendilerini gizleme esasına göre yaşıyor!
Hem Sözcü hangi ‘tarihsel psikolojik ihtiyaç’a cevap veriyor Sayın Mahçupyan? “Bugün Sözcü tarafından giderilen tarihsel bir ihtiyaç” kadar tarihsellikten uzak bir cümle kurulabilir mi?
Peki nasıl kurtaracakmış azınlıklar kendilerini bu psikolojik ihtiyaçtan? Topluma yabancı durmayarak, yerliliğe direnmeyerek. Yani ‘asimile’ ya da ‘entegre’ olarak. İlginç. Bu Türkiye Cumhuriyeti’nin 90 senedir uygulamaya çalıştığı politika değil mi? Hani ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ filan?
Tabii bu kez asimile olunacak toplum, Kemalistlerin Türk milleti değil, AKP’nin Sünni Müslüman Türk milleti. Yani Mustafa Kemal dönemine ses çıkarmadıkları için eleştirilen azınlıklar kuzu kuzu ‘yerlileşecek’, Müslüman millet-i hakimeyle kaynaşacak.
Bunun ne kadar faşizan – evet, bilinçli olarak bu terimi kullanıyorum – bir öneri olduğunun farkında mısınız?
Bu iddialara, Mahçupyan’ın diğer yazılarında dile getirdiği görüşler gibi, bir ‘aydın’ın fantezileri diye gülüp geçmek mümkün tabii. Ama bu kez durum farklı.
Mahçupyan yukarıda da ifade ettiğim gibi, cumhurbaşkanlığı vizyon belgesine katkıda bulunacak kadar rejime yakın biri. Başbakan’ın Siyasi Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’a, “Etyen Mahçupyan’ı Bahçeli’ye yüz kez yeğlerim” dedirtecek kadar hem de.
Üstelik Mahçupyan aynı zamanda bir azınlık mensubu, yani ‘içeriden’ biri.
Bu kadar hassas bir konuda, bu kadar hassas bir dönemde bu yazıyı yazarının kimliğinden bağımsız değerlendirmek mümkün değil. Gazze’de yaşanan insanlık dramına tepki duyan birileri, “Bakın, cumhurbaşkanımızın güvendiği, azınlıkların dünyasını da içeriden bilen bir aydın, Yahudi Cemaati ile ilgili neler söylüyor?” diyerek durumdan vazife çıkarırsa Mahçupyan aynaya nasıl bakacak?
Bu o kadar uzak bir ihtimal da değil üstelik. Musevi yazar Rita Ender’in Yahudi Cemaati tarafından da doğrulanan “Sinagogların önüne gelip, tehditkâr şekilde bağırıyorlar, yaşadığımız mahallelerde gamalı haç ve Hitler portreli tişörtleriyle dolanıp çocukların gözlerinin içine bakıyorlar” açıklamasını okumadı mı Sayın Mahçupyan?
Ya da bir Musevi işadamının (ki Cem Hakko olduğu yönünde haberler de yayınlandı) Gazze’ye bağışta bulunması için tehdit edildiği iddialarını?
Tüm bunlar olurken Mahçupyan konumunda biri “azınlık cemaatlerin entelektüel enerjisini(n) harekete” geçirmek gibi saçmasapan bir nedenle (yani birilerini kışkırtmak için) nasıl hem siyasi hem analitik anlamda bu kadar sorunlu bir yazı kaleme alabilir? Nasıl bu kadar sorumsuz davranabilir?
Galiba yanıt, Mahçupyan’ın yukarıda alıntıladığım paragrafında gizli. Belki de kendi anlam dünyasında laikleri horlamak vazgeçilmez bir kimliksel niteliğe dönüşmüş ve Mahçupyan’ı zalimin, bugün devletin sahibi olan AKP iktidarının elinde oyuncak kılmayla sonuçlanmış.
Böylece Yeni Türkiye söyleminin ‘tüketicisi’, hatta hem ‘üreticisi’, hem ‘müptelası’ olmuş. AKP karşıtlarını, söz konusu yazıda azınlıkları çirkinleştirme arzusu, dönüp dolaşıp Mahçupyan’ı tarihsel bir çirkinliğin parçası yapmış.
Umut Özkırımlı
http://www.diken.com.tr/mahcupyan-ve-tarihsel-cirkinligin-bir-parcasi-olmak/
Tel Aviv 10 Ağustos'un ardından Ankara ile ilişkilerine bir ferahlık gelmesini bekliyor. İsrail, son dönemde yeniden gerilen ve ilişkilerin düzelmesi beklentisinin akamete uğramasını, Başbakan Erdoğan'ın İsrail'i ağır eleştirilen ifadelerini Cumhurbaşkanlığı seçim sürecine bağlıyorlar. Gazze'yi üzerlerine hiç alınmıyorlar!
Son tahlilde İsrail'in 'yeni Ankara'yı nasıl gördüğünü Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman ile ABD Dışişleri Bakanı John Kerry'in görüşmesinde zikredilenlerden çıkarabiliriz... Lieberman; 'İsrail Türkiye ile bir tırmanma istemiyor. İsrail, şimdiye kadar Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın sert açıklamaları ve suçlamalarına yanıt vermekten özenle kaçındı ve bu saldırıların Türkiye'de yapılacak seçimlerden sonra duracağını umuyor.' (07/08) Bu temenniyi bağlayan çok sayıda parametre var. Ancak değişiyorlar! Ayrıca yazılması gerekiyor.
Rusya... Kremlin'in 'Yeni Türkiye'ye bakışında daha olumlu yönde değişiklik göreceğiz! Bu yüzden seçimlerde 'değişiklik' olmamasından memnun. Batı'nın, 'Rusya her an saldırabilir' dediği bir anda Bakü ve Erivan'a, 'rahat durun' demesinin, yine Soçi'de Sisi ile görüşecek olmasının anlamı var!
Bu bağlamda Ankara ile konuşmak istedikleri bir konu da var...
Ukrayna yüzünden Rusya'ya uygulanan yaptırımların Türkiye'ye ekonomik vaadler/avantajlar sunmasını, Batı'nın 'gizli rüşveti' olarak değerlendiriyorlar. Cumhurbaşkanı Putin Cumhurbaşkanı Erdoğan ile bunu görüşebilir!
Nedret Ersanel
Kalanlar da Cumhuriyet ideolojisine uygun hareket etmek zorunda bırakıldı. Örneğin Moiz Kohen bir Yahudiyken, daha İkinci Meşrutiyet döneminde aldığı ‘Tekinalp’ takma adını Cumhuriyet ile beraber resmileştirerek Munis Tekinalp oldu, âdeta Türklük kimliğine büründü. Ermeni Berç Keresteciyan, Cumhuriyet ile beraber Berç Türker adını aldı. Bu bir tür kendini güvenceye alma biçimi, ama öte yandan Cumhuriyet, mümkün olduğu kadar az ve güçsüz azınlık bırakma programına devam etti. Bu da Türkiye tarihinde acı travmalara sebep oldu. Sırf azınlık dediğimiz üç gruba, Rum, Ermeni, Yahudi’ye karşı değil bu tutum, Adige’ye, Kürt’e, Arnavut’a karşı da aynı tutum var. Homojenleştirme, birörnekleştirme, standartlaştırma süreci. Herkes aynı olacak, resmi dairede, çarşıda, pazarda Türk dili konuşacak, İstiklal Marşı’nı duyunca heyecanlanacak, aynı isimleri duyunca kahraman, aynı isimleri duyunca hain diye düşünecek biçiminde bir millet tasarımı, yeni insan tasarımı var. “Vatandaş Türkçe konuş!” ile başlayan, ardından Yahudilere yönelik 1934’teki Trakya Olayları ile devam eden, Varlık Vergisi’yle bir trajediye ve sermaye transferine dönüşen, 6-7 Eylül Olayları’yla büyük bir gözdağı verilen, 1964’te Rumların bir gecede gönderilmesiyle iyice ayyuka çıkan bir tehdit, tektipleştirme ve korkutma politikası var.
Mehmet Ö. Alkan
http://www.agos.com.tr/neden-kimse-soze-musluman-turk-vatandaslarimiz-diye-baslamaz-7884.html
Gazze'deki savaşın yaklaşık bir ay önce başlamasından bu yana, görüşlerim yüzünden "ırkçı" ilan edildiğim ve Gazze'de yaşamayı isteyip istemediğimi soran öfkeli mektuplar ve twitler alıyorum.
İkinci soruya yanıtım; hayır, haksız savaşlar başlatan, sivilleri kalkan olarak kullanan, siyasi muhalefeti ölümle tehdit eden ve kendi liderleri hastane örtüleri ardına gizlernirken, başkalarını ölüme gönderen hiçbir fanatik dikatörlüğün idaresi altında yaşamak istemeyeceğim gibi, Hamas yönetimi altında da yaşamak istemem.
Irkçılığa gelince... İnsanlar sık sık İsrail'in, alışılmadık bir şekilde, başka hiçbir yerde olmadığı kadar kınama aldığına dikkat çekiyor. Ancak belki de asıl ırkçılık, dünyanın, ölenin de öldürülenin de Müslüman olduğu durumlara kayıtsızlığıdır.
İsrail'i suçlama fetişi olan dünya, aynı zamanda Müslümanların hayatını da ucuz gören bir dünya.
Bret Stephens
http://www.wsj.com.tr/article/SB10001424052702303800604580074873909862884.html
Bakın Ali Murat Güven, kendi Facebook duvarında nasıl sitem ediyor;
“Türk halkı çok merhametlidir... çok misafirperverdir... çok yardımseverdir...
Nah öyledir! Her somut tecrübe, insani kalitesizliğimizi biraz daha net bir şekilde ortaya koyuyor. Biz, İsveçliler kadar bile merhametli değiliz. Gaziantep’te dört gündür Suriyeli mülteciler linç ediliyor, yaralı olarak hastaneye götürülen Suriyeliyi hastane kapısında öldürmeye kalkıyorlar... Ülkenin her yerinde mültecilere yönelik iğrenç bir nefret ve saldırganlık dalgası hakim.
Siz bakmayın bu kuru kalabalıkların 'Gazze, Gazze' diye çığırmasına... Gazze ile direkt sınırımız olsa ve oradan da 500 bin mülteci gelse, onları da linç ederiz. Biz, alışkanlıkları ve kültürü bizden farklı olan herkesten nefret ederiz...
Bu saldırganlığımızı ve eleştirelliğimizi, son yıllardaki bütün küresel felaketlerde tekrarladık... Haiti’de deprem oldu, Pakistan’da sel oldu, Arakan‘da etnik kıyım oldu. Bunlara yardım amacıyla açılan her yardım kampanyası, gönderilen her yardım kolisi yerden yere vuruldu... Oysa, aynı ülkeler ve daha fazlası, bizlere başımıza gelen her felakette ayni ve nakdi yardım göndermişti.”
Sevgili Ali Murat Güven’in sitemkar tespitlerine katılmakla birlikte öyle olmadığımızı ummak istiyorum ancak bizim Gaziantep’te Suriyeli mültecilere yaptığımızı, bir Avrupa ülkesinde yaşayan Türklere yapsalar ne hissederdik acaba?
Bu nefretin yayılmasında devletin berbat mülteci organizasyonun da büyük etkisi olduğunu gözardı etmeden yazıyı bitiriyorum. Bir arada yaşamayı öğrenmeliyiz, dünya tüm insanlığın artık.
Murat Tolga Şen
http://www.medyaradar.com/yoksa-biz-irkci-miyiz-haberi-125471
Netten okumalar
http://www.haber3.com/dinde-yahudi-dusmanligi-108130y.htm
http://www.zaman.com.tr/abdulhamit-bilici/uskuplu-yahudi-nin-icki-satis-dilekcesi_277437.html
https://www.opendemocracy.net/author/rabbi-arik-ascherman
http://gokhanavci.wordpress.com/category/israil-notlari/
http://www.aljazeera.com.tr/gorus/israli-elestirmek-antisemitizm-mi