Osmanlı İmparatorluğu döneminde antisemitizm

İslam âleminde, genel olarak Yahudilere ya da herhangi bir gruba karşı, Hıristiyan dünyasındaki antisemitizm türünden köklü bir düşmanlığın varlığına ilişkin belirgin bir ize rastlanmamaktadır. Ancak her toplumda görülebilecek bir grubun diğer gruba hissedebileceği olumsuz duygulardan kaynaklanan tutumlar görülmüştür

Yusuf BESALEL Perspektif
20 Ağustos 2014 Çarşamba

Bir bütün olarak bakıldığında  Hıristiyan antisemitizmin tersine Müslümanların gayrimüslimlere karşı tutumunda nefret, korku ya da düşmanlık değil; bir tür hor görme, küçümseme duygusu hâkimdi. Örneğin kılık kıyafetlerle ilgili yasalar, aşağılama simgeselliğinin birer parçasıydılar fakat genelde yöneticilerine rızayla itaat ettikleri sürece, zımmilerin dinlerinde kalmalarına, işlerine güçlerine bakmalarına  ve kendi hayatlarını yaşamalarına olanak tanınmıştı.

Ancak özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminde dışarıdan kışkırtmalar oldu. Hıristiyan uyruklar, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Yahudi topluluklarına karşı, özellikle Hıristiyan Avrupa antisemitizminin temalarını kullandılar.

Müslüman polemikçiler nispeten önemsiz konumdaki Yahudilerle pek uğraşmadılar. Yahudiler ne İslam’ın dünya düzeyine siyasi bir tehdit, ne de İslam imanına bir dini meydan okuma da bulundular; Yahudi karşıtı polemiklere pek ender olarak girildi.

 

Mali işlerde acı hüsran

Ortaçağ’ın sonlarından itibaren Yahudilerin yaşam görüntüsü yoksulluk, sefalet ve aşağılama idi. Ancak Yahudiler sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altında statülerini ve onurlarını belli ölçüde koruyabilmiş ve geliştirebilmişlerdi. Osmanlı’nın büyük hoşgörüsü sayesinde Avrupa’nın farklı Hıristiyan bölgelerinden Osmanlı topraklarına gelmişlerdi.15. ve 16. yüzyıllarda ticarette, Osmanlı gümrüklerinde ve vergi tahsilâtında güçlenen Yahudiler, mali işlere karıştıklarında bunda acı bir hüsranla karşılaşmıştı. Yosef Nasi’nin servetine Sokullu tarafından el konmuş, III. Murat, ekonomik krizin etkisi ile bütün Yahudilerin ölmesi emrini verebilmiş; sarayın işlerine fazla karışmış ve servetini büyütmüş olan Ester Kira ve oğlu, ayaklanan Sipahilerce katledilmişler;18. ve 19. yüzyılda Yeniçeri Ocağı Sarrafbaşısı Yeşaya Acıman, Meir Yaakov ve Baruh Acıman öldürülmüşlerdi. Aynı tür işlerde çalışmış Ezekiel Gabay, Çelebi Bohor Karmona da aynı akıbete uğramışlardı. Bu durum zimmîlerin hadlerini aşarak İslam ile sözleşme koşullarını bozduklarını durumu çağrıştırmakta…

Öte yandan Yahudiler, Türklerin kendilerine olan davranış ve tutumları hakkında neredeyse tümüyle olumlu konuşmaktaydılar. 15.yüzyılın ilk yarısında Edirne’de yerleşik Almanya doğumlu bir Fransız Yahudi’si, ünlü mektubunda  din kardeşlerini ‘uyanmaya ve lanetli toprakları terk ederek’ Türk topraklarına gelmeye teşvik etmektedir. Keza 16. yüzyılda Portekiz’den gelen Yahudi Samuel Usgue, Osmanlı İmparatorluğu’nu Musa’nın Tanrı’nın merhamet asasıyla açtığı denize benzetir.

 

Osmanlı’nın tutumu hoşgörülü ancak sevgi dolu değildi

Osmanlı’nın tutumu genel anlamda hoşgörülü olmakla beraber, bu oldukça coşkulu avuntularda resmedildiği kadar sıcak ve sevgi dolu değildi.16. yüzyılın sonu ile 17. ve 18. yüzyıllara ait Türk belgeleri, kutsal yasanın zimmîlere  dayattığı kısıtlamalara yeniden işlerlilik kazandırmıştı. Örneğin zimmîlere, ata binmelerine, köle sahibi olmalarına ya da şarap satmalarına izin verildiğini hatırlatan veya izinsiz yaptıkları ibadet yerlerinin yıkmaları talimatı veren buyruklar çıkarıldığını görüyoruz. Kılık kıyafet hoşgörüsü yerini özellikle eyaletlerde daha sert şekilde uygulanan şeriat kanunlarına bırakmıştı.

Zaman zaman zimmîlere yönelik bir husumet dalgası Yahudilerden çok Hıristiyanları etkilemişti. Türklerin Yahudilere takındıkları olumsuz tutumları bile düşmanlıktan ziyade, horlama ve küçümseme vardı. Yahudilerin Osmanlı egemenliği altında refah içinde olmalarının bir nedeni, Yahudilerin yararlı ve üretken bir unsur olarak kullanılmalarıydı. Türklerle birbirlerini bütünleyici bir ortak yaşam ilişkisi kurmuşlardı.

Ancak 19. yüzyılın başında Yahudilerin iktisadi ve kültürel çöküntüsü, siyasal ve mali konumlarını Hıristiyan ekalliyetlere kaptırmaları söz konusu oldu. Bu arada Osmanlı İmparatorluğu gerileme devrine girdi. Hıristiyan ekalliyetlerin kalkınan Hıristiyan âleminden destek görmesine rağmen, Yahudileri kimse desteklemedi.1697’de Mısır’da kötüleşen iktisadi durumu düzeltmekle görevlendirilen Yasif el Yahudi ve 1768’de Kahire limanı gümrük şefi İshak el Yahudi idam edildiler.

İmparatorluğun gerileme ve güçsüzlük döneminde Müslüman çoğunluk daha kuşkulu ve daha az hoşgörülü bir hal almıştı. Ancak aleni zulüm ve şiddet hâlâ çok seyrekti ve Yahudilere karşı yapılan saldırıların  hemen hemen tamamı Hıristiyanlar tarafından kışkırtılıyordu.

 

Fas ve İran’da Yahudiler

Buna karşılık aynı dönemlerde Fas ve İran’da Yahudilere yapılan genel muamele çok bakımdan daha kötüydü. Fas’ta Yahudiler ‘mellah’ denilen mahallelerde  yalıtılmışlar, büyük kısıtlamalara ve hatta pogromlara maruz kalmışlardı. İran’da ise Yahudilerin durumu 16. yüzyılda Şiiliğin bir devlet dini olarak yerleşmesinden evvel ve sonrasında da çok zor olmuştu. Zimmet kurumları kaldırılmış, çok sayıda Yahudi idam edilmiş, İslam’da ender görülen bir davranışla İslam’a geçmeye zorlanmışlardı. Sığındıkları Orta Asya kentlerinden Buhara’da da aynı akıbete uğramışlardı.

Bundan sonra Hıristiyan azınlıkların ve Avrupa destekçilerinin güdümünde Yahudiler sayısız kan iftirasına maruz kaldılar. Örneğin; Halep (1810, 1850, 1875), Antakya (1826), Şam (1840, 1842, 1890), Tripoli (1934), Kahire (1844, 1890, 1901, 1902), İskenderiye (1870, 1874), Kuzguncuk (1866), Edirne (1872, 1874) ve daha birçoğu…

Bunları Rum-Yunan basını ve Fransız diplomatları kışkırtıyordu. Yahudiler ise Osmanlı yetkililerin iyi niyetlerine ve yardımlarına bel bağlamışlardı. Bu arada İngilizlerin Osmanlı Yahudilerine ilgi gösterdiğini ve başka ülkelerdeki Yahudilerin toplumsal durumlarının düzeltilmesi için Sir Moses Montefiore’yi desteklediğini;1860’ta Paris’te kurulan Alliance Israelite Universelle’in de talihsiz din kardeşlerine yardımcı olmak için tüzük hazırladığını ve Fransa’nın kültürel misyonerliğinin bir uzantısı olduğunu da görmekteyiz. Batılı gezginler, neredeyse söz birliği edercesine şu izlenimi dile getirdiler:18.yüzyılın sonlarından 19.yüzyılın ikinci yarısına kadar geçen sürede Müslüman ülkelerindeki Yahudilerin varoluş koşulları en alt düzeye indi. Örneğin 1928 yılında İstanbul’da bulunmuş olan Charles Falane Türk reaya arasında en sonda gelen, en aşağılananların; Frenk, Türk ve Ermeniler tarafından sürekli olarak ve büsbütün horlananların ‘Yahudiler’ olduğunu belirtmekte  ve birçok batılı gezgin gibi Osmanlı Yahudilerini ‘pis ve korkak’ klişesi olarak nitelendirmekteydi.

Musul’daki İngiliz Konsolosu’nun Ocak 1909’da başka bir deyimle 1908 Genç Türk Devrimi’nden sonra yazmış olduğu  bir rapordan görüleceği gibi bu tür uygulamalar modern zamanlarda da varlığını sürdürmekteydi: “Yukarıda da açıkladığımız üzere, çoğunluğa sahip Müslümanların Hıristiyanlara ve Yahudilere tutumu; bir efendinin hadlerini bildikleri sürece yukarıdan bakan, kibirli bir hoşgörü ile davrandığını köleleriyle ilişkisinden farklı değildir…”

İranlı Yahudilerle karşılaştırıldığında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Yahudiler sanki cennette yaşıyorlardı. İran ve Orta Asya’yı dolaşan Macar Yahudi’si oryantalist Arminius Vambery’nin gözlemlerine göre, “Yoksul Yahudi hem Müslümanlar, hem Hıristiyanlar, hem de Brahmanlar tarafından horlanır, dövülür…”

1892’de yayınlanan ‘Persia and the Persian’da Lord George Curzon, İran’daki Yahudilerin çok büyük kısıtlamalar içerisinde aşağılanarak yaşadıkları ve bağnazlar galeyana geldiklerinde ilk kurbanların Yahudiler olduğunu belirtmekte. Yahudiler tüm 19.yüzyıl boyunca Osmanlı eyaletlerinin çoğunda açık bir husumetle karşılaştılar; Cidde’den kovuldular, Fas’taki Tetuan’da ve Bağdat’ta kıyıma uğradılar. Barfuruş’ta bir Yahudi katliamı yaşandı; Cezayir’de Tunus’ta, Libya’da ve Ortadoğu’nun Arap ülkelerinde de benzer başka galeyanlar meydana geldi. Osmanlı yetkilileri Yahudi uyruklarını yerel halkın, rakip azınlıkların düşmanlığından korumak için ellerinden geleni yaptılar. İslamiyet’in güç kaybını Müslümanların eski zimmet ilkelerinin çiğnenmesi olarak yorumlanması ve Avrupa devletlerinin eline geçen topraklar nedeniyle kapıldıkları küskünlük, hoşgörüyü azalttı. Yahudiler asıl kötüler değildi, ancak en kolay kurbanlar onlardı, çünkü Hıristiyanlar sayıca kalabalıktılar ve iyi korunuyorlardı.

Osmanlı'da Avrupa kaynaklı antisemitizm

1860’lı yıllardan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun Hıristiyan toplulukları arasında Avrupa biçemli antisemitizm endişe verici bir şekilde yükselmeye başladı. Çünkü kapılar Avrupa’dan gelen etkilere açılmıştı. Ayrıca Osmanlı Yahudileri arasında 19.yüzyılın ikinci yarısında eğitim ve ekonomide görülen canlanma ve bunun Hıristiyan tacir ve esnafında rekabetten kaynaklanan kıskançlık da vardı.

Yahudi dükkânlarına ve işyerlerine bu yüzden doğan saldırılara karşı Osmanlılar Yahudi uyruklarına elinden gelen korumayı sağlamışlardı. Türk kamuoyu genelde Yahudi karşıtı olmadıkları gibi; Türk yetkililer de zaman zaman Yahudileri yerel zalimlerden koruma yönünde resmi önlemler almışlardı. Genel olarak kültürel olarak daha az gelişmiş ve Arapların çoğunlukla yaşadıkları bölgelerde Yahudi karşıtı olaylara daha sık rastlanmaktaydı.

 

Komplo teorileri

20.yüzyılın ilk yarılarında oluşmaya başlayan ve batıdan kaynaklanan liberalizm sayesinde Yahudiler az da olsa siyasal yaşamda dahi görevler üstlenmeye başladılar. Halk arasında yaygın söylenceler, Sultan II. Abdülhamit devrinde gizliden gizliye yürüttükleri faaliyetlerle  1908 Genç Türk Devrimi’ne yol açan komplocu grupların içinde Yahudilere önemli rol biçmektedirler.

Çok geçmeden bu devrimin bir Yahudi tertibi olduğu suçlaması yapıldı. Genç Türklere yönetilen suçlamalardan biri iktidarı gayrimüslimlere, daha doğrusu Yahudilere aktardıkları yolundaydı.

Komplo teorilerine düşkünlükleriyle tanınan İngiliz Büyükelçisi Sir General Louther ile yardımcısı Gerald Fitzmaurice bu konuya sarıldılar. Yahudi Masonik tertipler hakkında klasik öykü ve söylenceler ortaya çıktı. Müttefik propagandasının, Genç Türk rejimini Arapların  daha da genel olarak İslam dünyasının gözünde düşürmenin yollarını aradığı Birinci Dünya Savaşı sırasında bu söylenceler son derece yararlı bulunmuştu. Aslında Genç Türk hareketi içinde Yahudilerin rolü devrimden önce çok azdı. Yahudilerin de devam ettiği Mason localarının Genç Türkler tarafından kılıf olarak kullanılması ve Genç Türklerin başkent dışındaki üssü olan Selanik’in büyük bir Yahudi yerleşim merkezi oluşu da  malzeme olarak kullanılmıştı. Ayrıca Genç Türkler arasında yer alan Carasso (Karasu) adlı Selanikli bir Yahudi’nin varlığı da malzeme olarak kullanılmıştı. Karasu tek Yahudi’ydi ve kariyeri fazla uzun sürmedi. 1908 devriminde yer alan ve Genç Türk hükümetlerinde çeşitli kereler maliye bakanlığı yapmış Cavit Bey ise sonradan Müslümanlığı seçmiş bir kişi idi.

Görüldüğü gibi Osmanlı döneminde bariz bir antisemit politika saptanamaz; Yahudilerin hor görülmesi, zimmî statüleri dâhilinde anlaşılabilir, antisemit davranışlar çoğunlukla Hıristiyanlar tarafından körüklenmiştir. Nitekim 1856’da Tanzimat’ın ürünü Hatt-ı Hümayun’un ilan edilmesiyle, Osmanlı İmparatorluğu’nda Müslümanların ve gayrimüslimlerin eşitliği güvenceye alınıyordu.

Ne var ki bu durumda eskiden Osmanlı İmparatorluğu’nda bir sıralamaya tabi olan azınlık cemaatleri de eşitlenmişti. Bazı Rumlar, bu duruma itiraz ederek şöyle dediler: “Hükümet bizleri Yahudilerle eşit konuma soktu, biz İslam’ın hükümdarlığından memnunduk.” Zaman süresi açısından karşılaştırıldığında dahi, daha önceki yazılarda yer alan ve çeşitli tarihlerde vuku bulan olaylar açısından Cumhuriyet dönemi ise; antisemit yansımalarda belirgin bir şekilde daha yoğundur.