•Türkiye’de toplumun çoğunluk profilinin Holocaust’a ilgisinin azlığı, Yahudi hemşerilerinin kaderlerine olan ilgisizlikte de tezahür eder: Oysa Türkiye’de, Avrupa’da Şoah’ı yaşamış hatta bizzat kurbanı olmuş bir akrabası veya hısmı olmayan bir Yahudi aile yok gibidir. Almanya’da, Belçika’da, özellikle Fransa’da hayatta kalan birçok Türk kökenli kurban veya onların çocukları, o döneme ilişkin biyografiler ve anılar yayımlamıştır; sayısı onu geçen bu kitapların da biri bile şimdiye dek Türkçeye çevrilmemiştir. Buna karşılık, Holocaust’a ilişkin koca bir bayağı literatür (romanlar ve sözde bilimsel eserler) yığını vardır. Bu eserlerin birçoğu, “çok defa hayatlarını tehlikeye atarak” Türk ve diğer Yahudileri Nazilerin pençelerinden kurtaran Türk diplomatlarının sözde kahramanca hareketlerini terennüm ederler. Böylesi iddiaların doğruluktan uzaklığını başka bir yerde ortaya koymuştum, burada buna girmeyeceğim. Bu yayınlar hakikatten uzak ve kitsch olmakla kalmazlar, yaptıkları hem tehcir edilerek katledilenlerle, hem de hayatta kalan Yahudilerle alay etmektir. Yahudilerin kaderi bu yazarların umurunda değildir, onların sözüm ona “kurtarılması” sadece Türkiye lehine dış politika propagandasına hizmet eder. CORRY GUTTSTADT – www.azadalik.wordpress.com
İsrail güvenlik kuvvetleri, yaklaşık on kadar İsrailli Arap’ın IŞİD saflarına katıldığını ve İsrail’e döndüklerinde terör saldırılarında bulunabilecekleri uyarısında bulundu. Yetkililer militanların bu İsrailli Araplar’ı kullanarak İsrail hakkında bilgi toplayıp, gelecekte saldırılar planlamasından kaygılı.
Geçen hafta Newsweek dergisinde yazan tarihçi Marc Schulman, makalesinde araçlara makineli tüfek takarak savaşan bir grubun dünyadaki en gelişmiş tanklara sahip bir ülkeye herhangi bir tehdit oluşturamayacağını savunmuştu. Schulman’a göre birçok İsrailli IŞİD’in kendileri için bir tehdit unsuru oluşturmadığı düşüncesinde. Amerika’nın Sesi’ne konuşan Schulman, Hamas’ın bir hafta içinde yeniden savaş başlatmasının birçok İsrailli için çok daha geçerli bir kaygı olduğunu savundu. Eski Amerikalı istihbaratçı Paul Pillar’ın görüşlerine katılmayan Schulman, İsrail’in IŞİD’e karşı kurulan bu uluslararası koalisyonda yer almak istemediğini söylüyor.
Ancak bu, İsrail’in bölgedeki çatışmaya gelecekte katılmayacağı anlamına gelmiyor.
Geçtiğimiz haftalarda Suriye ile sınırda yaşanan gerginlik zaman zaman tartışmalı bölge olan Golan Tepeleri’ne de sıçradı. Ağustos ayında El-Kaide’ye bağlı militanları sınıra yakın Kuneytra bölgesinde Birleşmiş Milletler Barış Gücü askerlerini rehin almış ve yüzlercesini İsrail’e kaçmak zorunda bırakmıştı.
Kesin olmayan bilgilere göre IŞİD’in Suriye’nin güneyinde yer alan ve İsrail ile Ürdün sınırına yakın iki kasabada örgütün, sonradan faaliyete geçirilmek üzere hücre evler kurduğu belirtiliyor. Olasılığı en yüksek senaryonun IŞİD’in Ürdün’e sıçrayarak, bu ülkeyi de etkilemesi olabileceğini söyleyen tarihçi Marc Shulman, bu durumda İsrail’in, Ürdün’ün düşman bir ülke haline dönüşmesine seyirci kalamayacağını belirtti.
Shculman, IŞİD’in Golan Tepeleri’ne sıçraması halinde, İsrail’in müdahalede bulunmaktan başka çaresi olmadığını da sözlerine ekledi.
Cecily Hilleary
Türkiye’de bugüne kadar Holocaust diye bir konu yoktu. Bu konuyla bilimsel olarak ilgilenen yoktu, şimdi de pek yoktur. Ne Türk bilim insanları bu konuyu araştırmıştır, ne de Holocaust’a ilişkin temel eserler Türkçeye çevrilmiştir. Benim Holocaust’un sadece kısmî bir veçhesini ele alan kitabım dışında, Türkçede yayımlanan tek bilimsel eser Yehuda Bauer’in Rethinking the Holocaust’udur [Holocaust’u Yeniden Düşünmek]. Konuyla ilgili sadece birkaç anı kitabı ve edebî eser mevcuttur.
Müslüman kimliğinin ağır bastığı veya Avrupa dışı devletlerin birçoğunda durum fazla farklı olmayabilir. Türkiye örneğinde bu durumun şaşırtıcı bulunabilecek yanı, örneğin Türkçeye çevrilen edebî ve bilimsel kitapları veya gösterilen filmleri gösterge kabul ederseniz, ülkenin entelektüel ve kültürel yöneliminin hâlâ Batı’ya dönük olmasıdır. Bu ilgisizlik, Türkiye’deki eleştirel tarihçilerin veya Yahudi gazetelerinin Şoah’a ilişkin temel bilgilerinin kıt oluşunda da gösterir kendini.
Türkiye’de toplumun çoğunluk profilinin Holocaust’a ilgisinin azlığı, Yahudi hemşerilerinin kaderlerine olan ilgisizlikte de tezahür eder: Oysa Türkiye’de, Avrupa’da Şoah’ı yaşamış hatta bizzat kurbanı olmuş bir akrabası veya hısmı olmayan bir Yahudi aile yok gibidir. Almanya’da, Belçika’da, özellikle Fransa’da hayatta kalan birçok Türk kökenli kurban veya onların çocukları, o döneme ilişkin biyografiler ve anılar yayımlamıştır; sayısı onu geçen bu kitapların da biri bile şimdiye dek Türkçeye çevrilmemiştir.
Buna karşılık, Holocaust’a ilişkin koca bir bayağı literatür (romanlar ve sözde bilimsel eserler) yığını vardır. Bu eserlerin birçoğu, “çok defa hayatlarını tehlikeye atarak” Türk ve diğer Yahudileri Nazilerin pençelerinden kurtaran Türk diplomatlarının sözde kahramanca hareketlerini terennüm ederler. Böylesi iddiaların doğruluktan uzaklığını başka bir yerde ortaya koymuştum, burada buna girmeyeceğim. Bu yayınlar hakikatten uzak ve kitsch olmakla kalmazlar, yaptıkları hem tehcir edilerek katledilenlerle, hem de hayatta kalan Yahudilerle alay etmektir. Yahudilerin kaderi bu yazarların umurunda değildir, onların sözüm ona “kurtarılması” sadece Türkiye lehine dış politika propagandasına (ve Ermeni jenosidini inkâr politikasına Yahudi örgütlerinin desteğini kazanmasına) hizmet eder.
(...) 1945’ten beri tüm hükümetlerin Şoah’ın Türk-Yahudi kurbanlarına olan reel ilgisizliği, başka şeylerin yanısıra, Türk resmi makamlarının BUGÜNE kadar kurbanların isimlerini toplama ve başlarına gelenleri açıklığa kavuşturma zahmetine bile girmemiş olmalarında kendisini gösterir. Savaştan hemen sonra gelen yıllarda bu, hayatta kalabilen Türk-Yahudiler için örneğin Almanya’ya karșı tazminat talebinde bulunamamak ya da başvurularında büyük müşküllerle karşılaşmak anlamına geliyordu.
Kayıtsızlıkla geçen on yılların ardından 2012 Aralık’ında Almanya’daki Türk Büyükelçiliği başka Türk örgütleriyle beraber, eski Bergen-Belsen toplama kampının olduğu yerdeki anma merkezinde bir matem töreni düzenledi; törende “Bergen-Belsen’de katledilen Musevi ve Musevi olmayan Türk vatandaşları” anısına bir plaket çakıldı ve bir imam (yanında bir hahamla) dua okudu. Bu jest ilk bakışta Türkiye’nin kendi Yahudi vatandaşlarının Şoah sırasındaki kaderine ilgi göstermeye dönük gecikmiş bir eğilimi gibi görülebilir. Oysa ne Büyükelçiliğin ne de törene katılan diğer Türk örgütlerinden herhangi birisinin, Bergen-Belsen kurbanlarının kaderine sahici bir ilgi duyduğu aşikârdır.
Corry Guttstadt
http://azadalik.wordpress.com/2014/09/15/holocaustun-faydalari-hatirlama-banallestirme-istismar/
İD’in iç işleyişine vakıf üst düzey bir İsrail subayı, bu haftaki görüşmemizde bana şunları söyledi: “İD şu an İsrail açısından potansiyel bir tehdit arz etmiyor. Bu güç, yeterli bir örgütlenme ve donanıma sahip değil. Bölgede yarattığı heyecan ve paniğin rüzgârıyla ilerliyor. Düzenli, eğitimli ve kararlı bir orduyla henüz çarpışmış değil. O aşamaya gelindiğinde sonucun farklı olacağını düşünüyoruz. Kürtlerin yardım alıp mevzilerini güçlendirmesiyle bile oradaki cephe şimdiden hâlledildi.”
Ancak dahası var. Kaynağımız şöyle devam etti: “Bölgede İslami bir hilafet devletinin kurulması, stratejik bir felaket olur. En büyük korku, yoluna çıkan her şeyi yutan, zehirli ve bulaşıcı bir radikalleşme dalgasının ortaya çıkması. Bu adamlar, bölgede dehşet saçan radikal bir İslam devletini kurmayı gerçekten başarırlarsa hızla büyüyebilir ve kitlesel destek toplarlar. Ne olduğunu anlamadan, önemsiz taktiksel gelişme diye görülen olay stratejik bir faciaya dönüşebilir ve bununla baş etmek nesiller sürer. Bu lokomotif şimdi durdurulmalı, ivme kazanmadan raydan çıkarılmalı.”
Kaynağıma Amerikalıların bunu idrak edip etmediğini sordum ve şu yanıtı aldım: “Öyle olduğuna inanıyorum. Durumu idrak etmeleri birkaç gün, belki birkaç hafta sürdü ama şimdi görüyoruz ki süratle örgütleniyorlar ve olayı kavrıyorlar. Avrupalılar da yeni gerçekliği kavramaya başladı.”
Kaynak şöyle devam etti: “Durum şimdilik böyle görünüyor ama bu işin tam garantisi olamaz. Bu tip örgütler söz konusu olduğunda havadan saldırmak tek başına yetmez. Bölgemizde radikal İslamcı terörün yok edilmesi, ancak büyük çaplı güç kullanıldığında, köy köy, ev ev karadan temizlik yapıldığında mümkün oldu. Bizler de intihar eylemleri dalgasını kesmek için 2002’deki Koruma Kalkanı Harekâtı’nda aynen bunu yaptık. Gazze Şeridi ile Yahudiye ve Samarya (Batı Şeria) arasındaki fark da işte burada. Yani bizler Gazze Şeridi’nde yokuz. Tek yaptığımız orayı hava saldırılarıyla tehdit etmek. Bu nedenle de orası güçleniyor ve çatışmalar her seferinde daha kanlı oluyor. Buna karşın Yahudiye ve Samarya’da varız. Başını kaldıran her teröristi anında temizliyoruz. Yerinde etkin istihbaratımız var. Araziyi tanıyoruz. Bu yüzden de terör başını kaldıramıyor.”
Tüm bunların barış görüşmelerine ve diplomatik müzakerelerin geleceğine ciddi yansımaları olacak. Netanyahu, dünya artık onu daha iyi anlayacak diye umuyor. Bana kalırsa dünya onu henüz pek anlamıyor. Eninde sonunda anlayanlar olacak tabi, ders almak için bedel ödemeleri gerekse de…
Ben Caspit
Tilkilik, Agora, İkiçeşmelik, Mezarlıkbaşı, Bedavabahçe ve diğer semtlerde bulunan kortijoların çoğu çeşitli nedenlerle yıkılıp yok oldu. Sayıları azalsa da eski İzmir sokaklarında kortijoları görmek halen mümkün. Ayakta kalmayı başarmış harap vaziyette olanlar günümüzde bekârlara, mültecilere iş yerlerine kiraya veriliyor, atık deposu olarak kullanılıyor. İzmir’e turist gelmiyor diye yakınanlara neden burada bir kortijo müzesi açmayı düşünmüyorsunuz demekten artık yoruldum… Katipzade Reşit Efendinin Yahudihaneleri dışında sahibi olduğu Rumhaneleri de var. Gün gelir onları da yazarım. Yazımı Heyamola Yayınları’ndan çıkan ‘Basmane’ kitabımdan alıntıladığım ‘Ağlama Perla Ağlama’ başlığıyla noktalıyorum…
Türk komşularının Hahambaşı İzak Efendi dediği, aslında adı, Rebi Yitzhak Karmona olan Haham efendinin kızları Perla -Roza Karmona kardeşler yakın zamana kadar Şonşol Sinagogu’nun bulunduğu sokaktaki evlerinde yaşadılar… Roza uzun boylu güngörmüş bir kadındı. Onu sıklıkla evinin önünde taburesinde otururken görür selamlaşırdım. Ekonomik sıkıntılar içerisinde olan kardeşlerin cemaatten gelen yardımlarla yaşadığını biliyordum. Roza’nın ölümünden sonra Perla yalnız yaşamaya başladı, yaşlılığı ve evine hırsız girmesi nedeniyle huzurevine gitmek zorunda kaldı. Perla’yı son gördüğümde ağlıyordu. Niçin ağladığını sordum; eşyalarının çok ucuza satıldığına üzüldüğünü söyledi. Birkaç gün sonra bir antikacı vitrininde masif ağaçtan yapılma sünnet koltuğu, İbranice kitaplar, opalin kahve tepsisi ve şamdan görünce nereden geldiğini hemen tahmin ettim. Bu eşyalar Perla’nın evinden çıkmıştı. Sanırım eşyaların bazısı Şonşol Sinagogu yangınından kurtarılan eşyalardı… Perla’nın satılamayan eşyaları mahallenin yoksulları tarafından kapışıldı. Eşim, kapışılanlar arasında hezareni yırtık iki sandalyeyi kırılmak üzereyken para karşılığı satın alıp eve getirdi… Perla - Roza kardeşlerin hatırasına bu sandalyeleri onarıp cilaladım, ressam eşim sandalyelere çiçek desenleri yaptı; şimdi kullanıyoruz… Tabi Perla bir daha doğup büyüdüğü mahallesine geri dönemedi ve kısa bir süre sonra Karataş’ta bulunan huzurevinde hayata gözlerini yumdu… Sokaktan her geçişimde Haham Efendi’nin kızlarını anımsarım, ağlama sahnesi gözümün önünden hiç gitmez…
Orhan Beşikçi
Ben Menaşe için 1989 yılının 3 Kasım’ı kara bir gündü. Bir “iş arkadaşı” kendisini Los Angeles’e davet etmişti. Banyosunda duş alırken aniden kapısı açıldı. İçeriye giren bir grup mavi üniformalı yabancı, ellerindeki tabancaları Menaşe’ye doğrulttular. Gruptan biri, “Lütfen giyinin, tutuklusunuz” dedi.
Gazetelerde Amerikan Gümrük Muhafaza Dairesi’nin bir İsrailli silah tüccarını tutukladığına dair haberler çıktı. Haberlerde Menaşe’nin C-130 Hercules tipi üç adet askerî nakliye uçağını yasa dışı yollarla ABD’nin can düşmanı İran’a satmakla suçlandığı belirtiliyordu.
Ancak Menaşe, mahkeme jürisini İsrail hükümeti adına çalıştığına ve ABD’nin çıkarlarına uygun biçimde davrandığına ikna etti ve serbest bırakıldı.
Olayın aslı sonra ortaya çıktı. Bu uçaklar ABD tarafından savaş sonrasında Saygon’da terk edilmişti ve 90 adetti. İsrail bunları ölmüş eşek fiyatına Vietnam’dan satın almış, iki milyon dolara yenileyerek satışa çıkarmıştı. İran da sazan gibi tanesi 12 milyon dolara talip olmuştu bu hurdalara. Ama dönemin Başbakanı İzhak Şamir bu uçakların satışını o sırada Lübnan’da rehin bulunan üç İsrailli rehinenin serbest bırakılması şartıyla onaylamıştı. Ancak, şartı kabul eden İran, rehineleri kurtarma konusunda başarılı olamayınca satış da durmuştu.
Ari Ben Menaşe’nin özelindeki bu hikâye, İsrail’in, çıkarları için her türlü şeytani iş birliğinden çekinmediğini, tüm karanlık işlere imza attığını anlatan binlerce olaydan yalnızca biri.
Fuat Uğur
http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/fuat-ugur/582404.aspx
Vanlıların geçmişteki huzur dolu ortak yaşam kültüründen bugüne örnek olarak aktarılacak binlerce yaşamışlık var. Van’da ticaretle uğraşan Yahudi Moşe, Davut, Yayıl, Yakup ve Rahmi’nin ticaret yaşamları bunlardan sadece biridir. Vanlıların onlarla paylaştıkları ortak yaşam anlayışı bugünde anlatılır.
Türk, Kürt, Arap, Çerkes, Azeri Müslümanların yoğun olarak yaşadığı Van’da 4-5 aile olarak yaşayan Yahudilerden; Yayıl, Yakup, Şamil, Rahmi, Davut ve Moşe’nin Vanlılar ile dükkân ve ev komşulukları vardı.
Yahudi Moşe’nin iş yeri bugünkü Cumhuriyet Caddesi üzerinde Kahvaltıcılar Sokağı girişinde bulunan Türkiye Finans Katılım Bankası yerindeydi. Kerpiç ve toprak damı olan dükkânda yok yoktu. Günümüzün süpermarketi gibiydi. Van deyimiyle “Kuş sütü can dermanı” her şey bulunurdu. Loş ışık, baharat, boya, kumaş, demir kokularının iç içe gerek kendine özgü kokusu oluşturduğu dükkânın yola ve sokağa açılan çift kanatlı ahşap kapıların yanlarına asılı olan zincirler, ipler müşterileri karşılardı. 1970 yıllara kadar Van'ın ticaret ve yaşamında yer alan, o yıllarda “Binbirçeşit” ismiyle bilenen dükkânda leçek, bardak, balta, zincir, şene, defter, gömlek, iç çamaşır, Aspirin, Dermojen yara merhemi, orak, çivi, hayvan ilacı, maya bulundurdu. Anlayacağınız insanlara gerekli olan ve satılan her şey vardı. Moşe'nin (Vanlılar ona Yahudi Mişo derdi) sattığı malların fiyatı standarttı. Pazarlık yapma şansınız yoktu. Tipik Yahudi tüccarının özelliklerini taşırdı.
Moşe’den kimse haraç istemedi, kimse ona ve diğerlerine sözlü ve fili baskı yapmadı ve hiç kimse ötekileştirmedi. Moşe ve diğerlerine ırkınız, inancınız, diliniz şudur budur diyerek Van'ı terk edin imasında dahi bulunulmadı. Van’da hiçbir kimse Yahudi komşularına karşı kin, nefret, düşmanlık beslemedi. Hiç kimse Yahudi oldukları için onlardan alışverişi kesmedi. Tüccar ahlakı ve iyi komşuluk ilişkileriyle bugünde anılan Yahudi Moşe kendi isteği ile İstanbul'a gidinceye kadar ailesiyle birlikte Van'ın ortak yaşam kültürü içinde huzur dolu bir ömür geçirdi.
Vanlı dün Yahudi komşusuna gösterdiği hoşgörüyü, empatiyi maalesef özler hale geldi/getirildi. Van bugün o güzellikleri bekliyor. Van birlikte, kardeşçe, huzur içinde, her alanda ayrımcılığa tabi tutulmadan ortak yaşam kültürünün kalıcı ve sürekli hale getirilmesini arzuluyor. Çünkü Vanlılar doğaları gereği ortak yaşamı seviyor.
İkram Kali
http://vansesigazetesi.com/yazar-2003-vanin_ortak_yasam_kulturunde_yahudi_mose_ornegi.html
Netten okumalar
http://www.hasturktv.com/anti_semitizm/6866.htm
http://sosyal.hurriyet.com.tr/Yazar/91/Ayse-Arman/58980/Dun-acayip-bir-roportaj-yaptim
http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/MarkarEsayan/naziler-ve-isid-gazze-ve-auschwitz/55980