Doğduğu gün sayım günü olması nedeniyle adı Saim olan Saim Habib Sirkeci’de doğdu ve büyüdü. Eski İstanbul’a ve insanlarına özlem duyan Habib Sirkeci yaşantısını ve anılarını paylaştı
Kendinizi tanıtır mısınız?
20 Ekim 1940 yılında Sirkeci’de doğdum. İsmimin Saim olmasının nedeni, doğduğum günün sayım günü olmasıdır. Sirkeci’de oturduğumuz evde, komşularımızdan biri ebe idi. Komşumuz “Bugün sayım var, bebeğin ismi Saim olsun” dedi. Ertesi gün, Hürriyet gazetesinin muhabirleri Hikmet Feridun Es ve eşi Semiha Hanım, annemle röportaj yapmaya geldiler.
İlkokulu Kırk Sekizinci İlkokul’da okudum. Ardından İstanbul Erkek Lisesi’nin ortaokulundan mezun oldum. Lise öğrenimimi ticaret lisesinde yaptım. Yeni ismi İktisat Fakültesi olan, Sultanahmet’teki Yüksek Ekonomi Okulu’nda bir buçuk yıl okudum. Annemin aniden hastalanması ve acil bir ameliyat geçirmesi yüzünden moralim bozuldu ve bu durum hayatımda beni en çok etkileyen olay oldu. Yüksek öğrenimimi yarıda bıraktım, bir süre sonra da askere gittim.
Eşim Jinet Habib. Bir kızım, bir oğlum ve üç tane de torunum var.
O yıllarda Yahudi cemaatinin yaşantı şeklinden bahseder misiniz?
1956’ya kadar Sirkeci’de yaşadım. O yıllarda, Sirkeci’de beş yüz, altı yüz Yahudi aile yaşardı. Genellikle Trakya şehirlerinden İstanbul’a göç eden Yahudiler Sirkeci’ye yerleşirdi. Hepsi bir arada yaşadığından, aralarında güzel bir dayanışma ve yardımlaşma vardı. Ayrıca, Cağaloğlu’nda, altı Yahudi aile daha otururdu. Bunlar Rusya’dan gelen dindar ailelerdi.
Bugün Tepebaşı’nda bulunan TRT binasının yanındaki alanda Darülbedayi Dram ve Komedi Antik Tiyatrosu’ndaki piyesleri (bugünkü Şehir Tiyatrosu) ailece izlerdik. Cumartesi günleri, çocuk piyeslerine annelerimizle giderdik. Galatasaray’daki Saray Sineması’nda Türk Sanat Müziği’nin değerli sanatçıları çıkardı; Münir Nurettin, Safiye Ayla, Hamiyet Yüceses, Müzeyyen Senar gibi değerli sanatçıları büyüklerimiz izlemeye giderlerdi.
Ailelerin en büyük eğlencelerinden biri de Gülhane Parkı’nda yaptıkları gezintiler idi. Akşam saatlerinde, bugünkü Harem araba vapurunun sahilinde deniz havası alırdık. Eve dönerken de, Bulgar Muhallebicisi’nin meşhur muhallebisinden yerdik. Sıcak yaz geceleri ise, kapı önünde çekirdek yiyerek sohbet ederdik. Yaz mevsiminde, pazar günleri, garın yakınındaki Menekşe Plajı’ndan denize girerdik. Bütün günü orada geçirmek için de, mutlaka evden kumanya götürülürdü.
Gençlerin yaşantı şekli nasıldı?
Gençlerin en büyük eğlencesi futboldu. Sepetçiler ile Demirciler bölgelerindeki gençler, iddialı futbol karşılaşmaları yaparlardı.
Çocukken, Gülhane Parkı’nda, çitlembik bitkileri ile yaptıkları boruları üfler, çember çevirir, çomak oynar, uzuneşek atlardık. En büyük tutkumuz, yaz aylarında Gülhane Parkı’nda çiçek bayramındaki eğlencelere gitmekti. Gülhane Parkı’na satış reyonları ve lunapark gelirdi. Cumartesi ve pazar günleri, gençler Alemdar Sineması’na matineye, büyükler ise suareye giderlerdi.
Dini geleneklere bağlı bir toplum muydunuz?
Avram Hased Sinagogu cemaatimizin tek sinagoguydu. Derme çatma bir sinagogdu. Daha sonraları, bağışlarla bugünkü duruma geldi. Halen, Şabat günleri ve bayramlarda bu sinagoga giderim. Eskiden, sinagogumuz o kadar dolardı ki, evlerden iskemle getirmek zorunda kalırdık. Kadınlar azara’da oturur, genç kızlar duaları avluda dinlerdi. Sinagogda dualardan önce gençler din dersi alırlardı. Bar-mitzvam bu sinagogda oldu. Teyzelerim ve diğer akrabalarımızın düğünleri orada yapıldı.
Bilhassa Sukot Bayramı’nda, sinagogda suka kurulur, palamut mevsimi olduğu için, bağışlardan bol bol palamut alınır, suka’da palamut ikram edilirdi. Hanımlar da, borekas ve benzeri yiyecekler hazırlardı.
Dindar bir cemaat sayılmazdık. Esnaf bir toplum olduğumuz için, cumartesi günleri, Yahudi esnafın çoğunluğu dükkânlarını açarlardı. Cuma akşamları geleneksel Şabat yemekleri yenirdi. Cumartesi sabahları ise, sinagogda seuda verilirdi.
Özellikle Purim ve Tu Bişvat Bayramları’nın kutlanış şeklini hiç unutmam. Purim’den üç-dört gün önce mavlaçlar satın alınır, masapan, tişpişti ve borekalar yapılırdı. Purim sabahı, annem evde yaptığı tatlıları gümüş bir tepsiye dizer, üstüne de kolalı bir örtü koyduktan sonra, akrabalara ve komşulara dağıtırdı. Tatlıları dağıtma işi biz çocukların göreviydi. Bahşiş alacağımızı bildiğimiz için Purim Bayramı’nı çok severdik.
Tu Bişvat Bayramı’nda ise evimiz büyük olduğu için, bütün akrabalar bizim evimizde toplanırdık. Salonda boydan boya bir sofra kurulur, herkesin getirdiği meyveleri ve yemişleri masaya dizdikten sonra, her meyvenin duasını tek tek okur, bayramı neşeli bir şekilde kutlardık.
Aile reisleri genellikle esnaftı. Terzi, berber, kundura tamircisi, tenekeci, manav, kasap, gömlek terzisi en yaygın mesleklerdi.
Aileler gençlerin eğitimine önem verirler miydi?
Halk esnaf olduğu için okuyan gençler azdı, zira küçük yaştan itibaren çalışmak zorunda idiler. Genç kızlar, Cağaloğlu Enstitüsü’ne gider, dikiş nakış öğrenirlerdi. Hanımlar ise, eşlerinin işyerlerinde onlara yardım ederlerdi.
Çocuklar, ailelerin ekonomik durumları kötü olduğundan, devlet okullarına devam ederlerdi. Fransız liselerinde okuyanlar çok azdı.
Geniş toplumla ilişkileriniz nasıldı?
Geniş toplumla ilişkilerimiz çok iyiydi. Aynı bölgede yaşadığımız için yardımlaşır, karşılıklı bayram ziyaretlerine gider, üzüntülerimizi ve sevinçlerimizi paylaşırdık.
Eski yılların yaşantısının özlemini çekiyor musunuz?
Hem de çok çekiyorum. O zamanlar Beyoğlu eğlence merkezi idi. Herkes şık ve temiz giyimliydi. Beyoğlu’na gideceğimizde babam, “Annene söyle, ayakkabıların boyalı, gömleğin ütülü olsun,” derdi. Pazar günleri, yabancı elçiliklerden çıkanlar şık şık giyimli kiliseye giderlerdi. O zamanlar insanlar birbirine yakındı, birbirimizle selamlaşır, hal hatır sorardık. İnsanlar saygılı, hoşgörülüydüler. Bugün, her şey gibi, insanlar da değişti. Herkes artık kendisi için yaşıyor. İstanbul çok farklıydı o zamanlar. Nüfus azdı. İstanbul efendisi kalmadı artık. İstanbul kozmopolit bir şehir oldu. Tadı tuzu kalmadı.