Prömiyerlerini Cannes, Venedik, Berlin, Toronto gibi festivallerde yapan, çoğu ödüllü zengin seçkisiyle Filmekimi bir sinema şöleni sunacak. Nişantaşı’na yakın oturanlar için Citylife’ta, Kadıköylüler için Rexx’te, Beyoğlu’nda da iki salonda gösterilecek filmler arasında kaçırılmayacak başyapıtlar var. Geçen haftadan devamla, evvelce izlemiş olduğum kaliteli filmleri ve uzak durulması gerekenleri bu yazımda tanıtmaya devam ediyorum
Bu yıl her ne kadar Cannes’da Büyük Ödül ve Jüri Ödülü almış olsalar da, İtalyan filmi ‘Mucizeler/Le Maraviglie’ ile İsviçreli Jean-Luc Goddard’ın ‘Dile Veda/Adieu Au Langage’ı yarışmanın en sönük filmleri arasındaydı.
Yarı İtalyan, yarı Alman Alice Rohrwacher’ın, üç kızı ve pasif karısıyla arıcılık yapan despot bir köylünün pastoral senfonisi, mayıs ayında Cannes’da ortasında çıktığım tek filmdi.
Fransız Yeni Dalga Akımı’nın ve sinema sanatının en önemli kuramcılarından biri olmasına rağmen Jean-Luc Godard’ın 83 yaşında film yapmaktaki ısrarına anlam veremiyorum. Dört yıl evvelki ‘Film Socialisme’ için söylediklerimi ‘Dile Veda/Adieu Au Language’ için tekrarlayayım:Günümüz dünyası hakkındaki mizahi bakışını dile getirmek, edebi alıntılar ve bolca kelime oyunları dolu senaryosunu görüntülerle ifade etmek yerine, Godard’ın edebiyatla yetinmesi bana daha isabetli gibi geliyor.
Yine Cannes’ın çok sevip iki kez ödüllendirdiği genç Japon kadın yönetmen Naomi Kawase’nin, ülkesinin doğa bağlantılı kadim geleneklerini anlatan, felsefi tatlar barındıran senaryolarına bağlı filmlerin sonuncusu ‘Dingin Sular/ Still de Waater’ı bana “Ya, bu kadını niye sevmiyorum?” dedirtti.
FESTİVALLERİN SİVRİLEN FİLMLERİ
“Bu adama da hiçbir şey beğendiremedik” deyip yazımı yarıda bırakmamamız için, biraz da sevdiğim filmlerden bahsedeyim. Litvanya asıllı Yahudi yönetmen Michel Hazanavicius’un, konusu İkinci Çeçen Savaşı’nda geçen ‘Arayış/The Search’ü, işçi hakları savunucusu İngiliz usta Ken Loach’ın ‘Özgürlük Dansı/Jimmy’s Hall’ü, Mali sinemasından gelme sessiz bir direniş öyksü A. Sissako’nun ‘Timbuktu’su, ülkesini cesurca eleştiren Çinli usta Zhang Yimou’nun suçluluk, aşk, sabır ve barışma temaları etrafında dönen, on yıllar ve devrimler boyu süren melodramı ‘Yuvaya Dönüş/Coming Home’u kesinlikle rahatlıkla tavsiye edebileceğim filmler.
‘Garanti belgeli filmler’ listeme, 2014’ten Berlin En İyi Yönetmen ödüllü ‘Çocukluk/Boyhood’u ilave etmeliyim. Cannes’da seanslarını denk düşüremediğim için kaçırdığıma üzüldüğüm iki film Filmekimi programında. İlkinde ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünün en çok beğenilen filmlerinden biri olan ‘Aşkın Halleri/The Dissapearance of Eleanor Rigby’de Ned Benson, beklenmedik bir kayıpla evlilikleri sarsılan bir çiftin duygusal öykülerini anlatıyor.
Aktüaliteyi izleyen insanların ikinci filmi merak etmeme gibi bir şansları yok. Çünkü ‘New York’a Hoş Geldiniz/Welcome to New York’, karizmatik Fransız politikacı Dominique Strauss-Kahn kariyerini bitiren bir kadına tecavüz ve saldırı olayını anlatıyor. Abel Ferrera’nın filminin bonusu Kahn’ı oynayan Gerard Depardieu.
BİR ÇEÇEN TRAJEDİSİ
Beş Oscar ödüllü ‘Artist’in getirdiği kredi ve prestiji arkasına alan Michel Hazanavicius, ‘Arayış / The Search’ ile 1999’daki Rus-Çeçen savaşı formunda, savaşın tahribatını gözlere seren görkemli bir filme imzasını atıyor.
Fred Zinnemdan ustanın 1948 tarihli klasiğinin yeniden çevrimi olan ‘Arayış’, savaş sonrası Berlin’de geçen konuyu Rus-Çeçen savaşına aktarıyor. İlk filmdeki Auschwitz’den kurtulan çocuğun yerini, anne-babası Ruslar tarafından katledilen dokuz yaşındaki bir Çeçen çocuk alıyor.
Kaderin zalim bir oyunu sonucu yaşamları kesişen dört kişiyi izleyen filmde, Montgomery Clift’in oynadığı Amerikalı askerin yerini Avrupa İnsan Hakları Komisyonu üyesi bir Fransız kadın alıyor. Bu rolde Hazanavicius’un eşi, ‘Artist’ ile En İyi Aktris Cezar Ödülü’nü kazanmış Arjantin kökenli Benerice Bejo’yu izleyeceğiz.
Filmin diğer iki kahramanı, bölgede Kızılhaç sorumlusu olarak çalışan Amerikalı bir yetimhane yönetici ile uyuşturucu taşıdığı için askere alınan bir Rus genci.
‘Arayış’ın iki erkek kahramanı hayatlarının önemli bir dönemecinde, yazgıları değişip aksi yönlere gidiyorlar.
Yönetmen Michel Hazanavicius filmin senaryosunu yazarken İkinci Dünya Savaşı’nda mülteci olan Yahudi anne-babasının çektiklerinden de esinlenmiş.
Gözleri önünde anne-babası Ruslar tarafından katledilen dokuz yaşındaki Hadji, saklandığı evden iki yaşındaki kız kardeşini kucağına alarak tehlike bölgesinden uzaklaşmaya çalışır, sonunda mültecilere katılmaya başarır.
Ailenin üçüncü çocuğu abla Raissa evde bulamadığı iki kardeşinin izini bulmak için yollara düşer.
Bölgede Kızılhaç sorumlusu olarak görev yapan Amerikalı bir yetimhane yöneticisi olan Helen’e (Annette Benning) ısınmayan Hadji, bölgede bulunan idealist Fransız Carole’un himayesine girer.
Bu ikili arasında oluşan sıcaklık, abla Raissa’nın ilk önce iki yaşındaki kız kardeşinin, sonra Hadji’nin izini bulması, filmde Rus-Çeçen savaşına paralel olarak anlatılıyor.
Hazanavicius savaşı göstermeyen bir savaş filmi yaparken, harpten yenik ayrılan Çeçenlere yapılan katliama dünyanın kayıtsız kalışını protesto diyor.
Film ekibinin Kafkas Dağları eteğindeki okullarda gördüğü, 450 çocuk arasından seçilen Abdul-Khalim Mamatsuiev’e Cannes jürisi En İyi Aktör Ödülü’nü vermemekle haksızlık etti. Timothy Spall’in kişiliğinde (Filmekimi programında olan) ‘Mr.Truner’ filmi ödül listesine sokuldu.
Konuk olduğu Fransız kadının evinde dinlediği Bee Gees müziğiyle coşan çocuğun müthiş Kafkas dansı performansını görmek için filmi izlenmeyi hak ediyor.
FERRARA PASOLİNİ DOSYASINI AÇIYOR
Filmekimi’nde iki filmi gösterilen tek yönetmen olan aynı Abel Ferrara, 40 yıldır gizemini koruyan bir olaya, eşcinsel yönetmen Pier Paolo Pasolini’nin kendi arabasıyla ezilip öldürülüşüne ışık tutmaya çalışıyor.
Sinema tarihinde eşcinsel konulu filmlerin en büyük ustası şair, yönetmen, gazeteci ve aydın Pasolini, İtalyan sanat ve siyaset çevrelerinin en tanınmış ve aynı zamanda en tartışılan isimlerinden biriydi. Gizem, Pasolini 1975 Kasım’ında korku ve tutkunun hüküm sürdüğü, yoz ve bitik bir İtalya’da vahşice öldürüldüğünden bu yana ortadan kalkmadı. Bazı söylentiler ve zanlılar ortaya çıktı ama gerçek katil ne belirlendi ne cezalandırıldı. 2005’te bazı kanıtların ele geçmesiyle vaka dosyası yeniden açıldı.
Abel Ferrara, siyaset ve sinema tarihini bir arada ele aldığı filmin Venedik Festivali’ndeki prömiyerinde gazetecilere “Onu kimin öldürdüğünü biliyorum” demişti.
Son İstanbul Film Festivali’nin büyük sürprizi, Ettore Scola’nın Federico Fellini’yi anlattığı filmdi. Filmekimi’nde sinefilleri mest edecek filmler arasında ‘Pasolini’ de olacak.
Filmografisindeki yirmi yapıtla, bizlere Güney Kore’den benzersiz öyküler anlatan Kim Ki-Duk festivallerin ‘arıza adamı’ olarak tanınıyor. İzleyicisini şoke etmekten hoşlanan provokatör yönetmen eylülde Venedik Film Festivali’nin açılışında gösterilen ‘Bire Bir/One On One’da kaçırılan, tecavüze uğrayan ve vahşice öldürülen liseli bir kızın cinayet soruşturmasını anlatıyor.
Yedi şüpheli vardır. Gölgeler tarikatından yedi kişi, bu yedi zanlıyı teker teker bulacaktır… Tıpkı yedi gölge gibi. “Bu film yaşadığım ülke, Güney Kore hakkında. Eğer kendimizi öldürülüyor gibi hissetmiyorsanız, bu film seyretmeyin” diye izleyicisini kışkırtıyor Kim Ki-Duk.