Ortadoğu’nun bugünkü halini yüzeysel okumalarla anlamaya çalışmak, gelişen olaylara tarihin derinliklerine bakmadan yorumda bulunmak sağlıksız çıkarımlara varmak demektir. Şu anda sınırlarımızın ötesinde her ne yaşanıyorsa, 100 yıllık geçmişi olan girift bir sorun yumağının, güç ve nüfuz oyunu dolayısı ile içinden çıkılamaz bir hale gelmesinden yaşanıyor.
Elbette karar alma noktasındaki siyasilerin veya toplumları peşinden sürükleyen liderlerin beklentileri, pederşahi bir geleneğe sahip bu coğrafyada olayların akışına damga vurmuştur. Biat geleneği ile sarmalanmış feodal düzen esas itibarı ile günümüzde dahi süregelen tutarsızlıkların nedeni olmuştur. Çakışan veya çelişen çıkarların ani kararlarla değişmesi, bu kararların geniş halk kitleleri tarafından sorgulanamaması, sağlıklı ve tutarlı politikaların oluşamamasına yol açmıştır ki, bölgeyi tarif ederken göze çarpan sığ olma durumunun bir açıklaması da bu olsa gerek
Yüzyıl önce Almanlar İstanbul’daki Halife Padişahın gücünü bu pederşahi çerçeve içinde değerlendirmişler ancak bir hesap hatası yapmışlardı... Kendisinden, Osmanlılar tarafından çoktan yitirilmiş olan bir erke sahip çıkmasını beklemişler, bunu yakalamada vereceklerini vaat ettikleri desteği fazla önemsemişlerdi. Neticede Britanya’nın Büyük Oyun masasında açtığı karşılığı ters düz edememişlerdi.
İngiltere’nin Şark sorununa getirdiği model Almanlarınkinden çok daha popüler olmuştu. Londra hükümeti bir yanda Gelibolu’da kendisine hiç ummadığı bir hezimet tattıran Osmanlılara, öte yanda Ortadoğu’daki gücüne meydan okuyan Almanlara karşı kozunu kullanır: Arapları İstanbul otoritesine başkaldırmaya, kendi saflarında savaşarak Osmanlı varlığını Ortadoğu’dan söküp atmaya davet eder. Buna karşılık da Hicaz Emiri’nin kişiliğinde Araplara bir krallık sözü verir.
Ancak olaylar hiç de bu kadar basit değildir. Şimdi satır aralarına girelim.
20. yüzyıl başlarına dek milliyetçilik akımının Osmanlı’nın Arapça konuşan coğrafyasında görülmediği, bölgedeki isyan ve başkaldırı hareketlerinin daha çok otoriteye karşı gelme anlamında geliştiğini söylemek olası. Merkezi hükümetten emir almaktan hoşlanmayan ya da buraya tabi olmaktan çıkar bulamayan beylerin hareketlerini milliyetçilik olarak değerlendirmek olası değil.
ARAP MİLLİYETÇİLİĞİ
Arap milliyetçiliğinin ilk filizine 1905’te Necip Azzuri isimli Hıristiyan Arap bir gazetecinin yazısında rastlamak mümkün. ‘L’Indepandance Arabe – Arap Bağımsızlığı’ adlı gazetede yayınlanan ‘Reveil de la Nation Arabe dans l’Asie Turque – Türk Asya’sında Arap Ulusunun Uyanışı’ başlıklı makalede söyle deniyor:
“Öncelikle İslam ve Arap dünyasının çıkarları doğrultusunda dini ve sivil güçlerin birbirlerinden ayrılmaları gerekir. Bunun hemen ardından, Nil’den Fırat ve Dicle’ye, Akdeniz’den Arap Denizine, yönetim şekli anayasal bir sultanlık olacak bir Arap İmparatorluğu oluşturulmalı. Burada yaşayan tüm vatandaşlar kanun karşısında eşit olacaklar, dini inançlarını özgürce yaşayabileceklerdir.”
Makale, bütünü itibarı ile son derece Avrupai fikirler üzerine kurulmuş, bir yandan Arapların Osmanlı’dan ayrılma umutlarını ilk kez net bir şekilde dile getiren, öte yandan, aynı coğrafyada yapılanma isteklerini her geçen gün daha yüksek şekilde ortaya koyan Yahudilerin yakından takip edildiği izlenimini veren bir yazıdır ve bu anlamda ilgi çekicidir. Dünyada ve bölgedeki güç dengelerinin yapılanması da dikkate alınırsa, tarihi de ayrıca anlamlıdır. Üzerine inşa edilen değerler Fransız Devrimi’nin getirmiş olduğu laiklik ilkesine sahip çıkan, toplum içindeki bireyin haklarını savunan niteliktedir ve bu haliyle kendi ifadesi ile ‘Türkiye Asya’sı’ ile, onun yönetim şekli ile, onun tebaasına bakış şekli ile hiçbir ilgisi yoktur.
Arap aleminin tüm siyasi, etnik, dini bölünmüşlüğüne rağmen üzerinde mutabık kaldığı en önemli nokta Azzuri’nin yazısında sözünü ettiği topraklardır. Nil’den Dicle ve Fırat’a ve Akdeniz’den Arap Denizi’ne uzanan topraklarda kurulacak bir Arap İmparatorluğundan geri kalan hiçbir teklif, onları bir amaç etrafında toparlama gücüne sahip olamayacaktır. Ortadoğu’yu gelecekteki çıkarları için bir kaldıraç olarak gören Almanların Birinci Dünya Savaşı esnasında ıskaladıkları, İngilizlerin ise yakaladıkları buydu...
Toprak konusu, savaş yıllarında kapalı kapılar ardında sık sık gündeme geldi. Kah İngilizlerin müttefikleri Fransızlar ile yürüttükleri Sykes – Picot görüşmeleri çerçevesinde, kah Sir Henry McMahon’un Mekke Şerifi Emir Hüseyin ile olan yazışmaları çerçevesinde toprak pazarlıklarına rastlamak olasıdır. Bu mektuplardan en can alıcısı 25 Ekim 1915 tarihli olanıdır. McMahon imzası ile Emir’e gönderilen mektup şöyle der:
“Son mektubunuzu teşekkürlerimle aldım ve samimi dostane duygularınız beni ziyadesi ile memnun etti.
Son mektubumda üzerinde durduğum sınırlar konusunda soğuk ve emin olmayan bir yaklaşım sergilediğimiz konusundaki fikirleriniz beni üzdü. Durum böyle değil. Esasında bu konuların nihai bir konuşmaya esas teşkil edecek şekilde müzakere edilmesi için henüz çok erken. Ancak mektubunuzdan bu noktayı hayati öneme sahip bir husus olarak gördüğünüzü algıladım. Dolayısı ile hükümetimi hemen bu konudan haberdar ettim ve aşağıda, sizi tatmin edeceğine inandığım açıklamayı, onlar adına yapmak isterim:
- Mersin ve İskenderun bölgeleri ve Şam, Hama, Halep ve Humus bölgelerinin hemen yanı başındaki toprakları Arap olarak nitelemek doğru olmaz. Dolayısı ile bu bölgeyi olduğu gibi sınırların dışına çıkartmak gerekir.
- Bu değişikliği yaptıktan sonra Arap liderleri ile olan anlaşmalarımıza halel getirmeyecek şekilde limitleri kabul ettiğimizi beyan ederiz. Dolayısı ile Büyük Britanya’nın kontrolü altındaki bu bölgelerde, dost ve müttefikimiz Fransa’nın çıkarlarını sıkıntıya sokmayacak şekilde, size aşağıda detaylandırılmış taahhütleri vermek ve böylece mektubunuzu cevaplandırmak isterim.
Şöyle ki:
1) Yukarıdaki noktalardan hareket ederek Büyük Britanya, Hicaz Emir’inin talep ettiği sınırlar içinde onun bağımsızlığını tanımaya ve desteklemeye hazırdır.
2) Büyük Britanya kutsal mekânları tanıyacak ve onların saldırılara karşı korunacağını taahhüt edecektir.
3) Uygun zamanı geldiğinde Büyük Britanya Arap dostlarına uygun bir hükümet kurulması konusunda en detaylı önerilerini verecek ve kendilerine bu konuda destek sağlayacaktır.
4) Buna karşılık Araplar da yalnız Büyük Britanya’nın önerilerini esas alacakları konusunda karar vermişler ve bir yönetim oluşturulması sürecinde Avrupalı danışmanlar bulunması gerektiğinde, bunları İngiliz danışman ve yetkililerden bulacaklarını kabul etmişlerdir.
5) Bağdat ve Basra vilayetleri konusuna gelince… Bu bölgelerin yabancı güçlerin saldırılarına karşı korunması ve ortak çıkarlar doğrultusunda en iyi şekilde yönetilmesi için, yönetimin doğrudan İngilizlere verilmesi gerektiği açıktır.
Bu deklarasyonun siz Arap dostlarımıza duyduğumuz derin sempatiyi göstereceğini ve aramızda sıkı bir işbirliğinin temellerini atacağına inanıyorum. Bu yolla, Türklerin bölgeden kovulacağını ve yüzyıllardır Türk boyunduruğu altında zor zamanlar geçiren Arap ulusunun kendi ülkelerinde özgürleşeceğine güvenim tamdır…”
ORTADOĞU’NUN PAYLAŞIMI
Fransızlar ile yapılan gizli görüşmeler çerçevesinde imza altına alınan ve savaş sonrası – ki bu Osmanlı sonrası demek olur – Ortadoğu’nun bölüşümünü esas alan Sykes Picot Anlaşması’nın temelinde Araplara verilen bu güvence vardır. Londra’da görev yapan Arap Bürosunun titiz çalışmalardan sonra vardığı sonucu aşağıda özetlemek gerekirse:
“Türkiye’nin varlığı son bulmalı… İzmir Yunan olmalı; Antalya İtalyanca konuşmalı. Güney Toroslar ve Suriye Fransa’nın, Doğu Anadolu Ermenilerin, Filistin bizlerin, geriye ne kalıyorsa İstanbul dahil Rusların olmalı…”
1916’da Londra’nın tasarrufu bu yöndeydi. Bu arada Rus Çarlığının düşeceği ve Bolşeviklerin tek taraflı olarak savaştan çekilecekleri hesaba katılmamıştı. Bu arada Yahudilerin bölgede etkin bir rol üstlenmeye başlayacakları, Arapların zaman içinde İngilizlere başkaldıracakları da hesaba katılmamıştı. Ancak bu satırlar, Birinci Dünya Savaşı süresince Londra hükümetinin bölge ile ilgili politikalarını dile getirmesi açısından dikkate alınmalıdır.
Ortadoğu’nun tam ortasındaki Filistin ise hiçbir zaman Arap halkının öncelikleri arasında olmadı. Ne Emir Hüseyin’in oğulları Prens Faysal ile Prens Abdullah için, ne de Arap halkının geneli için bu çöl parçasının pek bir önemi yoktu. Arzu edilen bugünkü Lübnan’ı, Suriye’yi, Irak’ı, Ürdün’ü ve bu arada Filistin’i de içine alacak bir Arap İmparatorluğu kurmaktı. İngilizler ile yapılan pazarlıklar bunu gerektiriyordu. General Allenby’nin 1917 sonlarında Kudüs’e girerek buradaki Osmanlı hâkimiyetine son vermesi ile başlayan süreçte, Arap liderlerin Filistin’e sırt çevirmeye başladıklarını görmek mümkündür.
Paris’te gerçekleştirilecek 1919 barış görüşmelerinden hemen önce Prens Faysal ile Haim Weizmann arasında Akabe’de yapılan gayrı resmi buluşmada bu açık seçik ortaya çıkmıştı. Faysal, Abdullah ile kendisine Büyük Suriye’yi sağlayacak bir itiş gücü verilmesi halinde, Filistin’den vazgeçebileceklerinin sinyalini yakmıştı. Bu da, dolaylı olarak bu toprakların Yahudilere terk edilmesinde Arap liderliğinin ses çıkartmayacağı anlamına geliyordu. Eş deyişle, kısa zaman önce yayınlanan Balfur Deklarasyonu çerçevesinde bölgede oluşturulacak Yahudi ulusal yuvasına, kurulacak Arap İmparatorluğunun prensleri sesiz kalacaklar, en azından sert bir şekilde karşı gelmeyeceklerdi.
Faysal’ın benzer bir yaklaşımını Paris görüşmelerindeki toplantılarda da görmek mümkündür. Arabistanlı Lawrance’ın danışmanlığını yaptığı Faysal, Büyük Suriye projesine onay verilmesi için sürdürdüğü görüşmelerde – mutlaka ki dengeleri çok zorlamamak adına – Filistin topraklarını hiç ağzına almaz.
Son tahlilde, Faysal tam istediğine ulaşamaz. Suriye ve Lübnan, Sykes – Picot Anlaşması çerçevesinde Fransa’ya gider. Faysal Irak’ta kalır; Irak kralı olur. Kardeşi Abdullah’a, Ürdün Nehri’nin karşı kıyısı – Trans Jordan – verilir. O da oranın kralı olur. Filistin’in de İngiliz mandasına alınması kararı çıkar. Burada yaşayan Arap ve Yahudi toplumlarının yazgıları işte oralarda bir yerlerde kesişir.