Antalya Altın Portakal Film Festivali, sansür iddialarının kimi lobilerin iç çekişmelerine âlet edilerek sabote edilmeye çalışılmasına rağmen, üstelik festivalin 50 yıllık geçmişinde sansürcü zihniyetin değil yarışmaya sokmaya, göstermeye bile cesaret edemeyeceği aykırı ve muhalif filmleri ödüllendirerek 18 Ekim gecesi düzenlenen törenle 51. yılını geride bıraktı
Ulusal Uzun Metraj Film Yarışmasına paralel olarak yapılan Uluslararası yarışmanın galibi ‘Test’ adlı filmiyle Alexandr Kott oldu. Aynı yarışmada SİYAD en iyi film olarak Chaitanya Tamhane’nin ‘Court / Mahkeme’ sini seçerken, İzleyici Ödülü Kornel Mundruczo’nun ‘Féher İsten / Beyaz Tanrı’ filmine gitti…
Kısa Film Yarışmasının galipleri ‘Bir Fincan Türk Kahvesi’ ile Nazlı Eda Noyan ve Dağhan Celahir oldu.
Festivalin odağındaki Ulusal Uzun Metraj Yarışması için ön jürinin seçtiği 12 film, son yılların en düzeyli sinemasal örneklerinden oluşan ve günümüz Türkiye sinemasının çeşitliliğini çok iyi yansıtan, birbirinden iyi filmlerden oluşmuş bir seçkiydi.
Korhan Abay’ın sunduğu gecede Film-Yön Jürisi adına En İyi Yönetmen Ödülünü vermek için sahneye gelen Ertem Göreç, bence tamamen abesle iştigal olan “Türk Sineması mı? Türkiye Sineması mı?” konusunda bitmek bilmeyen konuşmasını, 80’i aşkın yaşına hiç yakışmayan kabalıkta bir küfürle bitirdi. Sinemadaki ‘farklı’ yaklaşımları Türk Sineması anlayışına ‘tecavüz’ olarak algılayan Göreç, bu tecavüzü yapanların annelerinin mahremiyetine(!!!) gireceğini söyledi ve bu ifadenin festival formatını yansıttığını belirterek tüm festivale hakaret etmeyi başardı.
Bu seviyede bir kişinin başkanlık ettiği Film-Yön Jürisi’nin, kanımca yarışmanın en zayıf filmi ‘Guruldayan Kalpler’in yönetmeni Ömer Uğur’u ödüllendirmesine şaşırmadım. Dizi oyunculuğunun hakim olduğu, mantık hataları dolu bir senaryonun cicili bicili bir sitcom tarzında anlatıldığı güldürünün kanımca en rahatsız edici tarafı, sanatı, sanatçıyı ve sanatseveri aşağılayan tavrı. Filmin kilit elemanı ‘Kaos’ adlı soyut heykel, birkaç yıl önce yitirdiğimiz dünyaca ünlü ressam heykeltıraş Ömer Uluç’un ‘Prenses’ adlı yapıtının neredeyse bire bir kopyası iken, jeneriklerde sanatçıya ya da anısına en ufak bir atıfta bile bulunulmaması sanata saygısızlığın başka bir örneği.
Neyse ki sonrasında, ödüllendirecek pek çok güzellik, ödülleri hak eden pek çok başarılı yapıt ve insan vardı.
Ses Tasarımı, özel efekt, kostüm, makyaj tasarımı, animasyon vb. teknik dallar için verilen Dr. Avni Tolunay Özel Ödülü, fazlasıyla hak eden Levent Soyarslan’ın ‘Oflu Hoca’yı Aramak’ filmine verildi.
En İyi Yardımcı Kadın ve Erkek Ödülleri Nursel Köse (Kuzu) ve Aziz Çapkurt’a (Klama Dayika Min / Annemin Şarkısı) verildi. Yuva yıkan hafif meşrep kadın klişesinden yola çıkarak karakterine çok farklı bir boyut kazandıran Köse’ye, gönlü benim gibi Gözde Kocaoğlu’nun ‘Çekmeköy Underground’daki ‘almancı’ tiplemesinde olanlar bile pek itiraz etmedi ama, Aziz Çapkurt’un 3 dakikalık tek bir sahneyle ödülü kapması çok kişiyi şaşırttı. Önemli olanın performansın süresi değil niteliği olduğunu ve Çapkurt’un o kısacık sahnede gerçekten üst düzey bir oyunculuk sergilediğini düşünüyorum. Ancak Çekmeköy Underground’daki nefis kompozisyonuyla Barış Gönenen’in ya da tüm karakterlerin iki boyutlu kaldığı ‘Kumun Tadı’nda, sıradan bir kişiliğe beklenmedik bir derinlik kazandıran Ahmet Rıfat Şungar’ın da ödülü en az Aziz Çapkurt kadar hakettikleri kanısındayım. (Bu arada bir parantez açarak bu yazıdaki tüm yorumların tamamen kişisel olduğunu ve amacımın herhangi bir jürinin ya da seçici kurulun kararını eleştirmek olmadığını belirtmek isterim.)
Festivalde genç yeteneklere verilen Behlül Dal Jüri Özel Ödülü’nü Doğan İzci (Sivas), Sıla Lara Cantürk ve Mert Taşdan’a (Kuzu) paylaştırması çok sevimli bir karardı ama ben Barış Gönenen’e ya da başta Can Sipahi olmak üzere, Çekmeköy Underground’un tüm gencecik ekibine verilmesi taraftarıydım.
İstanbul belgeselleriyle tanınan Ayşim Türkmen Keskin’in kentsel ve toplumsal dönüşümün genç kuşak üzerindeki etkilerini hip-hop estetiğiyle ele aldığı ilk uzun metrajı Çekmeköy Underground, yanı başımızda var olan ama hiç tanımadığımız bir dünyanın kapılarını açan, çok özgün ve başarılı bir çalışma. Verilecek ödül sayısı az, ödüllendirilecek film sayısı da fazla olunca Çekmeköy Underground ya da bir aşkın anatomisini zekice işleyen Çiğdem Vitrinel’in ‘Fakat Müzeyyen bu Derin Bir Tutku’ gibi başarılı çalışmaların es geçilmesini doğal karşılamak lâzım. Ancak bazan ödülleri birden fazla filme ya da kişiye paylaştıran jüri, En İyi İlk Film Ödülü’nü kentsel dönüşümden yola çıkarak çok farklı bir yönde gelişen Erol Mintaş’ın ‘Klama Dayika Min / Annemin Şarkısı’na vereceğine Çekmeköy Underground’la paylaştırmış olsaydı festivalden eli boş dönmeyi kanımca hak etmeyen bu özgün ve sevimli film de ödüllendirilmiş olurdu diye düşünmedim değil.
Saraybosna Film Festivali’nde Erol Mintaş’a festivalin büyük ödülü ‘Saraybosna’nın Kalbi’ni kazandıran Klama Dayika Min, 90’larda zorunlu göçle Tarlabaşı’na yerleşen ve kentsel dönüşüm yüzünden bu kez ikinci kez (sanırım Esenyurt’a) göç etmek zorunda kalan bir anne-oğulun hikâyesi. Oğulu canlandıran Ali’nin bazı arkadaşları ve sevgilisiyle Türkçe konuştuğu bölümler haricinde tamamı Kürtçe olan film, hem Kürt dünyasına farklı bir açıdan bakıyor, hem de, köyünün hasretiyle yanan, bu hasreti dilinde ve şarkılarında dindirneye çalışan yaşlı anne karakteriyle yerinden yurdundan zorla koparılanları simgeleyen evrensel bir boyuta erişiyor. Ali’yi canlandıran Feyyaz Duman, henüz 32 yaşında ama, 20 yıldır tiyatro yapan, 1999’da Hüseyin Karabey’in ‘Bora’ filmiyle Kürtçe sinemaya başlayan, Hiner Saleem’in filmlerinde de oynamış deneyimli bir oyuncu. Gönlüm, annesini memnun etmek için çırpınırken özel hayatındaki maddi ve manevi sorunları çözmeye çalışan Ali’ye getirdiği son derece yalın ve bir o kadar da duyarlı yorumla Saraybosana’da aldığı En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü burada da alabilmesindeydi. Ancak ödülün ‘İtirazım Var’daki görkemli kompozisyonuyla Serkan Keskin’in de hakkı olduğunu düşünüyordum. Semaver Kumpanya’nın kıdemli oyuncusu, yönetmen, müzisyen Serkan Keskin, tiyatroda, sinemada ve televizyonda karşımıza çıkan, aslında birbirinden çok farklı olan dizi, film ve tiyatro oyunculuklarının hepsinde de çok başarılı olan bir oyuncu. Jüri bu iki oyuncunun hakkını teslim etmeye karar vermiş olacak ki ödülünü aralarında paylaştırdı.
En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nün ezilen Anadolu kadınının müthiş gücünü, pasif ama korkutucu başkaldırısını büyük başarıyla izleyiciye aktaran ‘Kuzu’nun Medine/Medea’sı Nesrin Cavadzade’ye gitmesi sanırım kimseyi şaşırtmadı.
En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo Ödülleri’nin İtirazım Var’la Onur Ünlü’ye verilmesi de öyle. İlk filmi “Polis”in absürd mizahından hiç tat alamamış olduğum Ünlü giderek kendine has mizah duygusunu geliştirmiş, son filmlerinde ve medya fenomenine dönüşmüş TV dizisi Leyla ile Mecnun’da absürde yeni bir bakış açısı kazandırmıştır. Ünlü’nün son çalışmaları, absürdü ‘anlamsız’la eşdeğer kabul edip saçma sapan olarak nitelemeyen, öykülerini rasyonalist ve kartezyen olmayan paralel bir mantığa dayandırarak ‘kendi’ gerçeği içinde tutarlı ve keyifle izlenen işler. Son derece cesur ve de sert eleştirel yapısının yanında İtirazım Var, Jack Nicholson’un ‘Chinatown’daki kırık burnundan Agatha Christie uyarlamalarının upuzun çözüm sahnelerine göndermeleriyle gerçek bir sinefil filmi de olmuş.
Ödül törenini son anları yaklaştıkça biraz tedirgin bir bekleyiş başladı. Ödül listesinde sadece bir tek En İyi Ulusal Uzun Metraj Filme verilecek Altın Portakal kalmıştı ve yıllar sonra kurmacaya dönen Kutluğ Ataman’ın Cebrail’den İbrahim’e ve İsmail’e göndermeleriyle, antik Medea efsanesini ait olduğu Anadolu topraklarına geri getiren şaşırtıcı yapısıyla, dini ve mitolojik altyapısında “tüm sorumlulukların kadına yüklendiği bir coğrafyada, kadının adının hâlâ anılmadığı günümüz Türkiye kırsalının gerçeği”ni irdelediği SİYAD ödülünü de almış olan Kuzu’su bence de ödülün en güçlü adayıydı.
Ancak festivalin başından beri çok tartışılan ve konuşulan çok önemli iki film daha vardı.
Terkedilmiş bir Kangal köpeğini sahiplenerek onu dövüştüren çocuğun öyküsü üzerinden ataerkil toplumda şiddetin kökenlerini araştıran ve yazar-yönetmeni Kaan Müjdeci’ye Venedik’te Jüri Özel Ödülü getiren ilk uzun metrajı ‘Sivas’, köpek dövüşlerindeki (tabii ki hiç bir hayvanın zarar görmediği ustaca gerçekmiş etkisi veren) vahşetin aracılığıyla, özelde erkek egemen topluma, geneldeyse her türlü şiddete sert bir eleştiri getiriyor.
Bir diğer ilk film, Levent Soyarslan’ın yazdığı, yönettiği, kurgusunu ve ortak yapımcılığını üstlendiği ‘Oflu Hocayı Aramak- O.H.A.’ sinemamızda örneği olmayan ‘mockumentary’ (kurmaca belgesel) tarzında absürd bir kara komedi. O.H.A., ünlü bir müteahhidin sponsorluğunda Karadeniz yöresinin fenomenlerini araştıran bir ekibin maceraları aracılığıyla günümüz Türkiyesini otoritelerinden eylemcilerine dek bütün yönleriyle hicveden, ‘çapulcu’ mizahının hâlâ capcanlı, hâlâ taptaze varolmakta devam ettiğini ispatlayan, büyük bir olasılıkla Türkiye Sinemasında çekilmiş en anarşist ruhlu film. Müthiş cesareti, eleştirisini son derece zekice yapması ve her türlü muhalif düşüncenin bağıra çağıra değil, kahkahalarla güldürerek, ironiyle yapılabileceğini göstermesiyle de çok başarılı.
O.H.A.’ yı çok beğenen Nihat Genç’in uzun yazısında da belirttiği gibi işi gerçekten de çok zor olan jüri anlaşılan inisiyatifini zekice kullanarak, bir zamanlar verilmekte olan, ancak son yıllarda kaldırılmış olduğundan festivalin web sitesinin ödül listesinde yer almayan En İyi İkinci Film Ödülü’nü çok da zarif bir isimlendirmeyle yeniden ihdas ederek Ulusal Uzun Metraj Jüri Özel Ödülü adıyla Oflu Hocayı Aramak- O.H.A. ve Sivas filmlerine verdi.
Böylece aklımız bu iki güzel filmde kalmadan Kuzu’nun hak edilmiş Altın Portakal’ını doya doya alkışlayabildik. Ne yazıktır ki, Ulusal Uzun Metraj Jürisinin hakkaniyetle ve sadece sanatsal değerleri gözeterek vermiş olduğu kararların özellikle sonuncusuna, çoğu da saygın isimlerden, siyasi boyutlar arayan ve bana epey mantık dışı görünen eleştiriler geldi. Anlaşılan bu tür tartışmalar bizim festivallerin olmazsa olmazı. Hepinize iyi seyirler dilerim.