Yüzüncü Senede Ortadoğu– Çakışan Politikalar (3)

Ortadoğu’da yaşananlar her ne kadar değişik şekillerde yorumlanmak istenmekte ise de, esas itibarı ile yalın bir toprak sorunudur. Bu sorun, yüzyılı aşan bir tarih diliminde, inişli çıkışlı dönemler geçirmiş, ancak hep var olmuştur. Ya da belki de hep var olması sağlanmıştır. Sorunun taraflarının kimlikleri ise hiçbir zaman çok net olmamıştır. Dolayısı ile bölge tarihine damgasını vuran beklentiler, ya da hassasiyetler hep değişkenlik göstermiştir. Bu da çözüme ulaşma sürecini uzatan, durumu olanaksızlaştıran önemli etkenlerden biri olmuştur.

Marsel RUSSO Perspektif
12 Kasım 2014 Çarşamba

İngilizlerin, Alman-Osmanlı oyununu bozmak adına giriştikleri, “Halife Arap olacaktır” merkezli söylemin ana hatları, Hicaz Emiri Hüseyin’in kimliğinde Araplara, kendilerine yüzyıllardır esaret hayatı yaşatan Osmanlı’ya karşı gelme fırsatı verir. Toprak karşılığında Padişah’a karşı ayaklanma fikri,  İstanbul hükümetine bağlı Arapça konuşan coğrafyada heyecan yaratır. Vaat edilen Büyük Arap Krallığı’nın kurulmasıdır. Akdeniz’den Arap Denizi’ne uzanacak, içine Osmanlı İmparatorluğu’nun önemli sancaklarını – Şam’ı, Bağdat’ı, İslamiyet’in kutsal bölgelerini - ve bu arada Kudüs’ü de - alacak bir krallıktan söz edilmektedir. Britanya, Osmanlı’yı bölgeden çıkartma ve böylece buradaki Alman çıkarlarına bir set çekmek adına Arapları bu şekilde motive etmiştir.

Aynı Britanya, McMohon’un Emir Hüseyin ile mektuplaşmasının hemen ardından, henüz bölge Osmanlı kontrolündeyken, Kasım 1917’de yayınladığı Balfur Deklarasyonu ile bu kez, bölgede yapılanma azmi ile girişimlerini sıklaştıran Yahudilere vaatte bulunur.

Dönemin liberal hükümetinin Dışişleri Bakanı Lord Balfur’un, İngiltere Yahudi toplumunun önde gelen isimlerinden Lord Rothschield’e gönderdiği mektubu paylaşıyorum:

“Majesteleri Hükümeti adına, hükümetimize sunulan ve görüşmeler sonucu kabul edilen Yahudi Siyonist emellere sempati ile yaklaştığımızı bildirmek isteriz.

Majesteleri Hükümeti, Filistin’de bir Yahudi ulusal yuvası oluşturulması fikrini desteklediğini, bu amaca ulaşılmasını kolaylaştırmak için gerekli gayretin gösterileceğini, Yahudi olmayan halkın sosyal ve dini haklarını ve benzer şekilde diğer ülkelerde yaşayan Yahudilerin siyasi hakları ve statülerini zora sokacak hiçbir adım atılmayacağını ifade etmek isteriz…”

İngilizler bu deklarasyon ile bir yanda Araplar lehine ağır basan siyaseti ayarlamışlar, öte yandan çoğunlukta bir Yahudi yerleşimi olan Kudüs’ün düşmesine beş kala, Yişuvun gönlünü de kazanmışlardı… Başbakan Lloyd George’un desteği ve ileriki yıllarda Filistin’deki manda idaresinin ilk genel valisi olacak Herbert Samuel ile Haim Weizmann’ın olağanüstü diplomatik çabaları ile yayınlanan deklarasyonun en önemli noktası, Yahudi göçünün onanması idi…

Deklarasyonun içeriği değişik dini inançlara sahip halkların haklarını güvence altına alıyorsa da, Osmanlılara karşı Araplara prim veren ve o ana dek takip edilmiş İngiliz politikasının yavaş yavaş terk edildiğinin kanıtıdır. Bunda Allenby ordularının neredeyse Kudüs’ün kapılarına dayanmasının da payı vardır. Londra hükümetinin artık Arapların kaldıraç gücüne ihtiyacı yoktur. Osmanlı, beş asırdır hâkim olduğu topraklardan çıkartılmıştır ve işler yoluna girmiştir. Dolayısı ile Lord Kitchener tarafından lanse edilen Arap yanlısı siyasette bir dönüm noktasına gelinmiştir.

BALFUR DEKLARASYONU

Balfur Deklarasyonu gerçekten İngilizler için bir yol ayırımını mı ifade ediyordu? Daha sonraki yıllarda açıklanan İngiliz belgeleri, Britanya İmparatorluğu’nun kesinleşmiş bir Ortadoğu politikasının olmadığına işaret edecektir. Ne bir proje vardır, ne bir öngörü… Hatta ele geçen topraklarda nasıl bir yönetim kurulacağı dahi belli değildir. Yine de deklarasyon bir eğilim belirtmesi adına önemlidir. Yahudiler için ise bir başlangıç tadındadır ve azımsanmayacak öneme sahiptir.

Bu siyasetin mimarları, iyi eğitim görmüş Hıristiyanlardır. Bunlar aynı zamanda antisemittirler ve dolayısı ile Yahudilerin kendi topraklarına göç etmeleri ve burada yapılanmaları fikri onlar için doğru bir yaklaşımdır. Yahudilerin, kendi rızaları ile ayakaltından uzaklaşmaları, Fransız Devrimi’nin kazanımları ile etkin olmaya başlamalarının önünü kesecektir. Ondan öte, yerleşecekleri yere Avrupa medeniyetini götürecekler, burada uygar bir ülke kuracaklardır. Böylece, bir yerde, böylesi uzak bir bölgede, böylesi verimsiz bir coğrafyada, ileride kendilerine yarayacak bir zemin hazırlanmış olacaktır. Gereksinim halinde kullanılacak sosyo – kültürel açıdan Avrupai değerler üzerine oturtulmuş bir destek noktasından söz edilmektedir… Hem de Osmanlı’nın terk ettiği tozlu topraklarda…

Filistin topraklarının İngilizler tarafından alınması ve daha sonra buralarda bir Yahudi yerleşimi kurulması fikri daha eskilere dayanır. 1915 yılında, İngiliz – Osmanlı savaşının başlamasından üç ay kadar önce, o zamanlar İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nda etkin bir görevi olan Sir Herbert Samuel konuyu bir memorandum ile gündeme getirir. Samuel yazısında bunun gerekçelerini ortaya koyarken, Arap çoğunluğun var olduğu bir bölgede böylesi bir girişimin başarılı olamayacağını ifade eder. Dolayısı ile Yahudi göçünün serbest bırakılması bu anlamda önem arz etmektedir. Samuel sunumunun sonunda Britanya’nın tarihi misyonundan söz eder. Kutsal toprakların yeniden eski ihtişamına döndürülmesi fikrini işler. ‘Bu onur en çok Büyük Britanya’ya yakışacaktır’ der.

Yahudi milliyetçilerine kendini uzak hissetmeyen Samuel’in memorandumunun satır aralarında klasik bir İngiliz emperyalizminin izlerini bulmak olasıdır. Bu daha önceleri benzer fikirleri değişik vesilelerle beyan etmiş birçok düşünce adamında yoktur. Örneğin ne Moses Hess ne de Leo Pisnker kitaplarında böylesi bir tat bırakırlar. Theodor Herzl, ‘Yahudi Devleti’ başlıklı kitabında, bir devlet kurmanın antisemitizmin çaresi olacağını öne sürerken de böylesi bir anlamaya maruz kalmaz. Böylesi bir yan ürüne, Haim Nahman Bialik’in şiirlerinde de, Eliezer Ben Yehuda’nın İbraniceyi yeniden diriltmek için giriştiği savaşta da rastlanmaz.

Ancak, şu bir gerçekti ki, Filistin’deki Yahudi varlığının daha derli toplu organize edilmesi fikrinin siyasi boyutunu bu kadar açık ve anlaşılır bir şekilde Herbert Samuel ortaya koymuştur. Gerçi Dışişleri Bakanı Sir Edward Gray nezdinde yaptığı çeşitli girişimler, ne hükümet ne de parlamento çevrelerinde çok taraftar toplamıştır, ancak ileride Balfur Deklarasyonu’nun oluşması sürecinde önemli rol oynamıştır.  Zaten ilgili memorandumun yazıldığı tarihlerde, İngiliz Ortadoğu politikası Lord Kitchener ile Kahire’deki ekibi tarafından oluşturuluyordu ve bu politikanın merkezinde Araplar vardı. Yahudilerden ise hiç söz edilmemekteydi.

DEKLARASYONUN MİMARI

Deklarasyonun önemli mimarlarından diğeri ise, Haim Wiezmann’dır… Rusya doğumlu Weizmann, İsviçre’de birkaç sene kaldıktan sonra 1904 yılında İngiltere’ye yerleşir. Siyonist çevrelerde bir görevi olmamasına rağmen konu ile ilgilidir ve gelişinden kısa bir zaman sonra Londra’daki çalışmaları yönlendiren önemli şahsiyetlerden biri olur.

En önemli özelliği İngiliz hükümet çevrelerine kolay erişmesi ve burada gördüğü saygınlıktır. Böylesine önemli bir dünya imparatorluğunun koridorlarında dizlerinin bağının çözülmemesi ya da çözülse de bunu kimseye fark ettirmemesi, yeteneklerinden biridir. Winston Churchill’den Lord Balfur’a birçok önemli kişiye ulaşabilmesi, etkin çevrelerde kendi görüşleri doğrultusunda lobi çalışması yapabilmesini sağlamaktadır. Zaman zaman bilim adamı kimliği ile zaman zaman da temsil ettiği toplum adına bir dilenci edasıyla savunduklarını – bazen çok inanmasa da – ortaya koyar. Bu özelliği ile İngiliz hükümet çevrelerinde Yahudilere karşı olan çekingenliği bir avantaja dönüştürmeyi başarmıştır: 1917 yılında yayınlandığında gerçek bir şok etkisi bırakan Balfur Deklarasyonu, bunun güzel bir kanıtıdır.

Weizmann kendinden emin yaklaşımı ile Londra’daki İngiliz yetkilileri, Dünya Siyonist Kongresi’nin tek sözcüsü olduğuna ve daha da öte, Kongre’nin çeşitli ülkelere dağılmış Yahudi toplumlarını temsil ettiği fikrine ikna etmiştir. Yahudilere karşı değişik bir paranoya içindekiler için bunu duymak ve Weizmann gibi bir şahsiyeti muhatap kabul ederek ‘Yahudi Sorununa’ onun penceresinden bakmak, İngilizlere moral vermekte ve işlerini kolaylaştırmaktadır.

Oysa Herzl’in başlattığı, Yahudiler tarafından pek de tanınan, tanınsa da çok itibar gören çalışmalar değildir. Filistin’deki Yahudi toplumu dahil olmak üzere, hiçbir Yahudi toplumu kendilerinin temsili konusunda Weizmann ve Kongre’ye yetki vermemiştir. Birçok önemli Yahudi şahsiyet Siyonist amacı desteklememekte, hatta Kongre’nin içinde dahi, tartışılan konular hakkında tam bir uzlaşıya varılamamaktadır.

Ancak İngilizlerin bunu bilmesi gerekmemektedir. Weizmann onların tek muhatabı olarak hareket eder. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, yaptığı bilimsel çalışmalarla da Londra’nın siyasi çevrelerindeki itibarını pekiştirir. Kendisine bir yön veren Herbert Samuel’le işbirliği içinde, Filistin topraklarının İngilizler tarafından alınması ve bunu takiben buraya Yahudi göçünün serbest bırakılması konusunda etkin lobi çalışmalarını sürdürür…

9 Kasım 1917’de yayınlanan Balfur Deklarasyonu işte bu çalışmaların ürünüdür. Kendini antisemit bir Siyonist olarak kabul eden İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Balfur imzası ile yayınlanan bu deklarasyona göre Yahudiler, Filistin topraklarında bir ‘Yahudi Ulusal Yuvası = Jewish National Homeland’ kurma hakkına sahip ilan edilmişlerdir.

Siyonizm, doğru ya da yanlış; iyi ya da kötü, bu topraklarda yaşayan 700.000 Arap’ın isteklerinden ve önyargılarından daha derin bir öneme sahiptir.”

 

 

YA SONRASI?

Bir İngiliz Dışişleri Bakanı’nın böylesi bir beyanat vermesi ve böylesi bir deklarasyonun altına imza atması, hem siyasi hem de askeri çevreleri ayağa kaldırır. Deklarasyon esnasında Osmanlılarla yapılan savaş devam etmektedir ve sonucu hakkında belirsizlikler vardır. Henüz idaresi ele geçmemiş bir toprak parçası hakkında böylesi bir tasarrufta bulunmanın doğru olmadığı yüksek sesle dile getirilir.

Aslında, deklarasyondan sonraki günler ve haftalarda konu ile ilgili yapılan tartışmalar, İngilizlerin Filistin topraklarını ele geçirdikten sonra ne yapacakları konusunda kesin bir modele sahip olmamalarından kaynaklanmaktadır. Hantal yapının değişik odakları, örneğin Hindistan ve Mısır’daki İngiliz idarecilerinin beklentileri değişik, hatta çoğu zaman çelişirken, aynı konum Londra’daki Savaş Bakanlığı ile Dışişleri için de geçerlidir. Herkesin beklentisi değişiktir ve son amaç konusunda hiçbir mutabakat yoktur: Karar alma noktasındaki ya da kararları etkileyecek konumdaki birçok politikacı ve bürokrat, doğrudan kendi görüş ve çıkarları doğrultusunda hareket etmektedir.

İngiltere, Mısır ve Hindistan’daki siyasi çevreleri rahatsız eden başka bir nokta da, deklarasyonda sözü geçen ‘Ulusal Yahudi Yuvası’ tanımlamasıdır. Çoğu yetkiliye göre bu son derece muğlak bir ifadedir ve neyi anlatmak istediği açık değildir. Dolayısı ile ileride sorun çıkarması olasıdır ve çıkacak sorunların çözülmesi İngiltere’ye kalacaktır. İstenmeyen böylesi durumlardan kaçınılması gerekirken, Dışişleri Bakanı konumundaki bir kişinin böylesi diplomatik dilden yoksun bildiriye imza atması, bu çevreler tarafından hata olarak yorumlanır.

Deklarasyon Yahudiler arasında da bazı tepkilere neden olur. Bir görüşe göre, İngiltere’nin böylesi bir ‘ulusal Yahudi yuvası’ oluşumunda rol alması, Yahudileri yurtlarından kovmak için fırsat arayan ülkelerin ekmeğine yağ sürecektir. Fransız Devrimi’nden bu yana eşit vatandaş olmak için çaba harcayan Yahudiler, Lord Balfur’un başını çektiği Hıristiyan Siyonizm’in oyununa gelmiştir… Söz konusu bildiri çerçevesinde, Yahudiler kendilerine - o ana dek - yurt edindikleri topraklardan sökülüp atılacak ve küçük, fakir her tür olanaktan yoksun Filistin topraklarına sürülecekler; burada bir getto hayatı yaşamaya zorlanacaklardır. Yanı başlarındaki Arap toplumu ile sürtüşecekler ve kendilerini geliştirmek şöyle dursun, en hayati işlevlerini bile zar zor yerine getireceklerdir…

Arthur Köstler’in dediği gibi, belki de Balfur Deklarasyonu ‘Beyaz bir Zenciyi’ andırmaktadır. Bu bildiri ile bir ulus, bir ulusa, başka bir ulusun topraklarını hak olarak vermektedir…

Haim Weizmann ise gelişmelerden son derece memnundur. Birinci Dünya Siyonist Kongreleri’nden bu yana sözel olarak benimsenen çizgi, ilk kez bir dünya gücü tarafından, hem de en yetkili ağızlarından biri tarafından teyit edilmektedir.

“Pers Kralı Sirus zamanından bu yana tarihin hiçbir evresi böylesine bir siyasi öngörüyü, böylesine akıllı bir devlet adamını görmemiş, Yahudi Ulusuna böylesi adaletli bir yaklaşıma tanık olmamıştır…”

Yişuv halkı, deklarasyonu Yafa ve Tel Aviv’e giren Avustralyalı askerlerden öğrenir. Savaşın seyri içinde, bunun ne anlama geldiğini irdelemek pek de mümkün değildir. Zaten, Kudüs de bildirinin yayınlanmasından bir ay kadar sonra, 9 Aralık 1917 tarihinde düşer.

Filistin toprakları için yeni bir dönem başlamıştır. Osmanlı zamanında var olan yönetim boşluğunu artık ‘kolonyalizm’ alanında engin deneyime sahip İngiltere dolduracaktır. Bu durumdan hem Araplar hem de Yahudiler hoşnutturlar: Yahudiler, Balfur Deklarasyonu’nun izdüşümü dolayısı ile umutludurlar; Araplar ise kâh Kahire’deki yöneticilerin savaşın başında verdikleri sözlerden, kâh Londra’da kendilerini destekleyen bürokratların söylemlerinden anlam çıkarmakta, Balfur Deklarasyonu’nun düzeltileceği umudunu korumaktadırlar.

Yazının 1. ve 2. bölümleri

https://www.salom.com.tr/haber/92301

 

https://www.salom.com.tr/haber/92619