Harika müziği, usta oyuncuları ve heyecanlı kurgusuyla unutulmazlar arasına giren Neşeli Günler-The Sound Of Music - filminin ünlü karakterleri Captain ve Maria Von Trapp’in büyük torunları Sofi, Amanda, Melanie ve August Von Trapp, nostaljik ve günümüz şarkılarını kapsayan bir repertuarla 12 Kasım’da, İş Sanat’ta, Türkiye’deki ilk solo konserlerini gerçekleştirdiler. olacaklar. Genç The Von Trapps’lerle çocukluk yıllarını, genç yetişkinler olarak yeni müziklerini, son albümlerini ve İstanbul’u konuştuk
Türkiye’de en çok sevilen gruplardan Pink Martini ile ortak çalışmaları ‘Dream A Little Dream’ ile ilk uluslararası albümlerini yayınlayan ve Japon tangolarından, Brezilya ritimli şarkılara kadar çok farklı tarzları buluşturan The Von Trapps, albümlerine The Chieftains, Wayne Newton ve Charmian Carr gibi isimleri de konuk ediyor.
Pink Martini’nin son stüdyo albümü Get Happy’de Rufus Wainwright ile ‘Kitty Come Home’ şarkısında da karşımıza çıkan grup, geçtiğimiz yaz İstanbul’da Pink Martini ile birlikte sahnedeydi.
The Sound of Music – Neşeli Günler filminin ruhunu kendilerine has tarzlarıyla sürdüren Sofi (25), Melanie (23), Amanda (22) ve August von Trapp (19), ilk solo konserleri ile Türkiye’de ilk kez İş Sanat’ta sahne alacaklar.
Henüz çocuk yaşlarda seslendirdiğiniz Avusturya folk şarkılarından sonra şimdi genç birer yetişkin olarak kendi müziklerinizle sahnelerdesiniz; yeni tarzını nasıl tanımlarsınız?
Sofi: Müziklerimizde sahnemizi bizim için de gerçekten eğlenceli ve ilginç hale getiren iki yenilik var. Birincisi bizdeki Pink Martini etkisi… Biz de artık on farklı dilde şarkı söylüyoruz ve hepsi klasik müzik ve Latin tadı da olan eski moda pop şarkıları. Diğer yenilik indie folk/pop tarzındaki kendi orijinal şarkılarımız. Sanki Beach Boys, Fleet Foxes, Rufus Wainwright gibi isimler Pink Martini’nin müzikleriyle buluşuyormuş gibi düşünebilirsiniz.
Dedeniz, ‘Neşeli Günler- The Sound Of Music’ filmindeki meşhur Kurt karakteriydi ve sizlere de çocukken folk şarkılar öğretirmiş; peki, o yaşlarda o efsanevi filmin sizde nasıl bir yeri vardı?
Sofi: Dedemizden folk şarkılar öğrenirken, ‘Neşeli Günler’in tüm dünyada gördüğü büyük ilgi hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Filmi ilk izlediğimizde tüm şarkılarını nasıl da sevdiğimizi hatırlıyorum, ama 13 yıl önce Amerika, Avustralya, Çin ve Afrika’yı kapsayan bir turneye çıkana kadar filmin ne kadar çok insana umut verdiğini görmemiştik.
Montana Dağı’nın eteklerinde büyümüşsünüz; çok farklı bir çocukluk geçirdiğinizi tahmin edebiliyorum; sizce öyle bir çocukluk müzikteki tavrınızı nasıl etkiledi?
Sofi: Montana Dağı’nın eteklerinde, ailemizin çiftliğinde büyüdük. Ailemiz şarkı söylemeye pek meraklı değildi, dolayısıyla şarkı söylememizi de kimse beklemiyordu. Bize birlikte sahneye çıkma teklifi geldiğinde eğlence olsun diye kabul ettik ve ailemiz de tüm bu yolculuğumuz boyunca bizi destekledi. Bir şekilde bu işlere başladık çünkü sevdik ve müzik yapmaktan keyif aldık. Bu, müziğimizin de amacı ve ruhu olmaya devam edecek, dinleyicileri cesaretlendirmek ve morallerini yükseltmek…
Pink Martini ile olan hikâyeniz nasıl başladı?
Melanie: Thomas’la 2012’de her sene binlerce kişinin bir araya geldiği ve Noel ilahileri söylediği ücretsiz konserlerden birinde tanıştık. O zamanlar kariyerimizi yavaş yavaş sonlandırmayı düşünüyorduk ama Thomas’la karşılaşınca Pink Martini’ye âşık olduk ve birlikte bir iş yapma teklifine hiç direnmedik. Thomas bize şarkılar için birkaç öneri sundu ve biz de onların konserlerinde söylemeye başladık. Sonunda Thomas, “İki haftalığına Portland’a gelin ve birlikte bir albüm yapalım” deyince, biz de “Elbette” dedik. İki hafta sonra albümü bitirdik ve resmen Portland’a yerleştik. Pink Martini ile turneye çıkmak ve orkestradaki herkesi yakından tanımak bir sihir gibiydi.
Pink Martini ve özellikle Thomas Lauderdale sizin enerjinizden çok heyecanlanıyor gibi görünüyor; peki, siz Pink Martini’nin en çok nesini seviyorsunuz?
Melanie: Pink Martini’nin nesini mi seviyorum? Pink Martini gerçekten yetenekli müzisyenlerin ve harika insanların bir araya geldiği bir grup. Hepsi bizi, ailedenmişiz gibi aralarına aldılar. Her üyesi diğerinden çok farklı bu da Pink Martini’yi ilginç hale getiriyor. Konserlerde en sevdiğim kısım, son şarkı Brazil’in seslendirildiği an. El zilleriyle China ile dans etmek ve izleyiciyi de sanki bir conga atmosferi içindeymiş gibi izlemek çok heyecan verici oluyor. Konserleri bir partiyi andırıyor.
Sydney Opera Binası ve Carnegie Hall gibi birçok ünlü mekânda sahne aldınız; ilk kez hangi sahnede kendinizi büyülenmiş hissettiniz?
Melanie: Bilirsiniz, Sydney Opera Binası ve Carnegie Hall gibi mekânlarda sahneye çıkmak büyük bir ayrıcalık, ama yine de kişisel olarak en harika deneyimlerimizin izleyicilerle iletişim kurabildiğimiz küçük ve samimi salonlarda olduğunu söyleyebilirim. Bununla beraber, eski ve tarihi mekânlar da ayrıca harika oluyorlar. İstanbul’a gelmek, tarih ve kültürle çevrelenmiş bir şehirde olmak için de sabırsızlanıyorum.
İlk uluslararası albümünüz, Pink Martini ile ortak çalışmanız olan ‘Dream A Little Dream’ oldu ve albümde çok farklı tarzları buluşturuyorsunuz; hâlâ farklı türlerde müzikler yapmaya da açık mısınız?
August: Kesinlikle yeni müziklere açığız. Belki de Pink Martini ile çalışarak en çok farklı müzikleri kendi repertuarımıza nasıl katabileceğimizi öğrenmiş olduk. Hepimiz araştırmayı ve müziklerimizle yenilikler denemeyi seviyoruz, bunu da her zaman yapmayı sürdürüyor olacağız. Aslında Portland’da Indie tarzında yepyeni bir mini albüm üzerinde çalışıyoruz. Dolayısıyla evet, sonsuza dek çok farklı, yenilikçi ve iyimser müzikler araştırıyor olacağız.
Albümde üç yepyeni şarkıda imzan var; kendi şarkılarınızda sana en çok neler ilham veriyor?
August: İki yıl önce Ukulele çalmaya başladım; yaylı bir enstrümanı ilk kez elime almak bile ilk başarım sayılabilir. Arp gibi zarif tınısının güzelliğine âşık oldum ve o özelliğini sonuna kadar gösterebilecek bir çalma stili geliştirmek üzerine odaklandım. Eğlence olsun diye de şarkılar yazmaya başladım ve Thomas o şarkılara albümde yer vermek isteyince müthiş heyecanlandım. Albümdeki ilk şarkı ‘Storm’, Portland, Oregon’un havasından ilham aldığım bir şarkı. Elbette, son şarkı olarak koyduğumuz The Chieftains parçası ‘Thunder’ı kaydederken de ilham aldım diyebilirim.
Sahnedeki ABBA şarkısı ‘Fernando’ yorumunuz harika; günlük hayatınızda da pop şarkılar dinliyor musunuz?
August: Evet, ABBA’yı çok seviyorum. İyi pop çok eğlenceli oluyor. Geleneksel İrlanda şarkılarından, Japon elektronik müziğine kadar tonlarca farklı şarkı dinliyoruz, hepsinde hoş bir taraf bulunabiliyor.
Sırada The Von Trapps için nasıl projeler var?
Amanda: Dördümüz bu hafta tekrar stüdyoya koşup kendi şarkılarımızla minik bir EP kaydediyoruz. Bu çalışmayı da Portland’dan ‘Blind Pilot’ isimli indie rock grubunun lideri Israel Nebeker ile yapıyoruz. Bu deneyim için de ayrıca çok heyecanlıyız çünkü sonunda sırf kendi şarkılarımızı kaydediyor olacağız.
İstanbul’da ilk kez Pink Martini ile birlikte sahneye çıkmıştınız ve İstanbul’u biraz keşfetmeye çalıştığınızı da biliyorum; peki İstanbul’un en çok nesini sevdiniz?
Amanda: İstanbul’a âşık olduk. Etrafı keşfetmek için sadece bir günümüz vardı ama Aya Sofya’ya, Sultanahmet Cami’ye ve elbette Kapalıçarşı’ya da gittik. Daha fazlasını görmek ve biraz da turistik olmayan yerlerini keşfetmek için sabırsızlanıyoruz. Belki biri bize rehberlik eder…
12 Kasım’da İş Sanat’ta ilk konserinizi vereceksiniz; repertuarınızın hem romantik hem de biraz nostaljik hissettireceğini söyleyebilir miyiz?
Amanda: Evet, müziğimiz romantik, nostaljik ve iyimser diyebiliriz. Müziğimizin ilham aldığı çok farklı türler var ve hepsini birleştirdiğimizde izleyicide mutluluk hissi ve umut uyandırabilir. Orijinal şarkılar söylüyoruz, eski moda pop şarkılar söylüyoruz ve Neşeli Günler filminden de şarkılar söyleyeceğiz. Konseri dört gözle bekliyoruz.