Tiyatro D22 ekibi, 12 Kasım akşamı Galata-Hamursuz Fırını’ndaki sahnesindeki sezon tanıtım buluşmasında sanatçı dostları, izleyicileri ve basın mensupları ile bir araya geldi. Bu yılki çalışmalarını Bertolt Brecht’in “İnsanın kaderi insandır” sözünü tema alarak yürütecek olan D22, etkinliğe katılan sanatçılara da bu söz üzerinden birlikte üretme çağrısı yaptı
“1Mart 2013. Artarak süren bir heyecanın ilk günü… Kocaman bir hayalin gerçeğe dönüştüğü gün… Yola çıktığımız gün… O günden bu yana D22, sokakla bağını koparmadan, aksine güçlendiren bir yol izleyerek, emek vererek, tiyatro sanatının ilerlemesi adına tartışmaya yol açarak, sanata bakış açısını durmaksızın geliştirerek üretimlerini seyircisiyle buluşturdu.
Tanıştık. Hikâyelerimizi anlattık. Bildiğimizce. Dilimiz döndüğünce.
Tiyatro D22 sokakla, gündemle, yaşanan olaylarla hep içi içe durmak, bunlara farklı bir bakış açısı getirmek için çalıştı… Geçen süre zarfında birçok soru sordu veya sordurmaya çalıştı... En önemlisinin sorgulamak olduğuna inandı...
Tam da bugün her şeyin kadere bağlandığı, alın yazısının kanlı ellerin üzerini birer birer örttüğü, adalete üvey çocukların yalnız kaldığı bir dönemde, kader kelimesinin bireysel bir inanış olmaktan çıkarak; toplumu sinikleştirmek adına sistemli şekilde kullanılan bir silaha dönüştüğü bugünlerde D22 olarak bizler, hesapsız ölümü, acıyı, yıkımı hesaplı şekilde meşrulaştıranlara değil, yolumuzu aydınlatanlardan biri olan Bertolt Brecht’e kulak vermeyi seçtik.
Bu sebeple ‘İnsanın kaderi insandır’ dedik.
Tiyatro D22 bu yıl birçok sanat disiplininden dostlarıyla üretimler gerçekleştirmek ve bu yeni üretimlere alan açmak için ‘İnsanın kaderi insandır’ sözünün etrafında toplanıyor. Çünkü biliyoruz ki böyle zamanlarda yalnızlaştırılmaya çalışılan sanat daha da büyür, sanatçılar daha kenetlenir ve resme tiyatro, fotoğrafa heykel bulaşır, bir olunursa bir şeyler değişir. Yıllar sonra bu baskıyı kuranlar değil bu baskılara direnenlerin adı kalır, hatırlanır... Çünkü biliyoruz ki; ‘İnsanın kaderi ancak insandır’ ve öyle kalmaya da devam edecektir…”
D22’nin Genç İstanbul Tiyatroları arasında farklı bir yeri var. Bu gençler 2000’li yılların başında gelişen tiyatro rönesansının ikinci kuşağı. Biz tiyatro severlerin, akrabadan kardeşten yakın bulup Yiğit ya da Meltem diye hitap ettiklerimize, onlar Yiğit Hoca, Meltem Hoca diyorlar. Sahneledikleri ilk üç oyunla olsun, son yaptıkları sanatın etrafında birleşme çağrısıyla olsun, ağabeylerinin, ablalarının yakmış oldukları meşalenin emin ellerde olduğunu, bir olimpiyat ateşi gibi hiç sönmeden yanmaya devam edeceğini söylüyorlar.
Bugün devraldıkları, yarın da daha genç kardeşlerine devredecekleri meşalenin yaşamaya zorlandığımız bu ‘sanatsevmez’ ve ‘insansevmez’ karanlığı bir gün aydınlatacağını biliyoruz. Bize bu umut ışığını yakan, benim gibi yaşını başını almış kuşaklara çocukları ve torunları için aydınlık günler vadeden bu gençler “yalnız ve güzel ülkemizin” geleceği. Sağ olsunlar.
EKİP-‘İKİ KAPILI EV’
“Kanı kaynayan aşıklar, yanlış anlaşılmalar, gizli buluşmalar, esrarlı kayboluşlar, sır dolu suskunluklar, sevdanın kederiyle yüklü genç omuzlar, soylu beyzadeler ve cingöz uşaklar arasında cereyan eden fırtınalı bir eğlence” ...ya da buna benzer bir şeyler!
D22 kendi oyunlarını oynamadığı günlerde, Hamursuz Fırını’nı, tiyatroya bakış açılarını paylaştığı farklı topluluklara açıyor. Bu mevsimin açılışını da Ekip, ‘İki Kapılı Ev’iyle yaptı.
Tiyatro sanatının bir ‘ekip işi’ olduğuna inanan bir grup genç tarafından 2010 yılında kurulan topluluğun sahnelediği ilk çalışma, Samuel Beckett’in ‘Oyun Sonu’, çok iyi eleştiriler almış ve Simel Aksünger’e birçok ödül getirmişti. Haliç Üniversitesi Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nden mezuniyet projeleri olan ikinci oyunları ‘Largo Desolato’ Avrupa’nın en önemli üniversitelerarası tiyatro festivallerinden Setkání / Encounter’da bu tür buluşmaların en prestijli ödülleri arasında yer alan The Marta Award başta olmak üzere çok sayıda ödül almış, keza üçüncü oyunları ‘Parti’ de, ödüllerden nasibini alan bir çalışma olmuştu.
İlk oyunları olsun, bunların ardından sahneledikleri ‘Kara Sohbet’ (2012), ‘Öğüt’ (2013) ve Roland Schimmelpfennig’in ‘Arap Gecesi’ (2014) olsun ciddi, dramatik yapıda çalışmalardı.
Bu kez seyircisiyle komedi üzerinden ilişki kurmak isteyen Ekip’in kurucularından Cem Uslu, Largo Desolato’dan beri yeni bir şeyler öğrenmeyi, seyirci-oyuncu-seyir alanı ilişkisine odaklanmayı özlediklerini ve kahkahalar atabilecekleri, seyirciyi de güldürebilecekleri bir oyun yapmaya karar verdiklerini söylüyor.
Ekip bu amaçla Pedro Calderón de la Barca’nın 1629’da yazdığı, Onur Alagöz’le Nihan Demirelli’nin İspanyolca’dan yaptıkları çeviriyi ele alıp gönlünce uyarlamış ve Calderón’un alt üst ettikleri metnini, tüm beceriksizlikleri ve şaşkınlıklarıyla oyunu bize sunmaya çalışan bir grup modern soytarıya emanet etmiş.
Seyircilerle bütünleşerek, eğlenerek, birbirleriyle ve izleyicilerle dalga geçerek, güle oynaya izletilen çok keyifli bir eğlencelik çıkmış ortaya. Tabii ki hiçbir iş yapmadan aşk ve meşkle uğraşan varlıklı soyluların durmadan çalıştırdıkları uşaklarını nasıl sömürdükleriyle de bir güzel dalga geçerek...
Belli ki, oyunu provalara başladıkları andan sahneledikleri günlere kadar en az seyircileri kadar eğlenerek kotarmışlar. Sonuçta iki buçuk saatin nasıl geçtiğini fark etmeden izlenen çok keyifli bir iş çıkarmışlar. Bu başarıda yönetmen Cem Uslu’nun çok sayıda farklı karakteri canlandıran altı oyuncusundan elde ettiği müthiş toplu oyunculuğun etkisi büyük. Ekip elemanlarının sadece beraber çalıştığına değil, beraber gezdiklerine ve beraber oyun izlediklerine de şahit olduğumdan Largo Desolato’daki ya da Parti’deki kusursuz uyumun, bu neredeyse sembiyotik beraberliğin sonucu olduğunu düşünmüşümdür. Aynı benzersiz uyum, ‘İki Kapılı Ev’ için de geçerli. Simel Aksünger, Ömer Fırat Köker, Ayşegül Uraz ve Duygu Yetiş en başından beri Ekip’in has elemanları. ‘Yokuş Aşağı Emanetler’de şiirleri geri dönüşüm işçilerinin dergisi KATIK’da basılan atık kâğıt toplayıcısı olarak tanıdığımız İsmail Sağır da Öğüt’den beri çetenin elemanı. Bu sebeple ilk kez takıma katılan Hakan Emre Ünal’ı prömiyerdeki performansı için bir kez daha tebrik etmek gerek.
İçteki ve dıştaki iç karartıcı olayların arasında iki saat gülmeye hepimizin ne kadar ihtiyacı olduğunu ‘İki Kapılı Ev’i izledikten sonra bir kez daha fark ettim. Hepinize tavsiye derim. 23 ve 26 Kasım’da ve aralık ayında Hamursuz Fırını’nda.
‘KARABATAK’
Çınarın gölgesinde, / Toprağın Renginde, / Kavganın ortasında, mücadele ede ede, /
Yumruklarla, şarkılarla, mücadele ede ede, / Ellerindeki ter, gözlerindeki umutla, mücadele ede ede, / Suyun içinde, dışında, her nerede olursa olsun, / Karabatağın özgürlüğüne dönmek isteyen, / Özgürce yaşamağa ayak direyip, / Yeni bir dünya kurmak isteyen, / Haziran’ın güzel çocuklarına… / Şimdi susuyoruz belki yine, / Ancak yeri geldiğinde konuşmak güzeldir!
Web sitelerinde kendilerini “yaşadığımız coğrafyadan kaçmadan evrensel metinler sahneleyen ve sokakla bağı olan bir tiyatro” diye anlatan, bir söyleşilerinde “toplumsal tiyatro yaptıklarını, toplumsal hikâyeler anlattıklarını, derdi olan metinler seçen, derdi olan insanlar” olduklarını belirten D22 kurucuları, sahneledikleri oyunlarla bu söylediklerinin laftan ibaret olmadığını, kişisel felsefi görüşlerinin aynası olan bu ifadenin çizgisinde hiç şaşmadan ilerlediklerini şimdiden ispatladılar.
Yukarıdaki çağrıda da bir leitmotiv gibi tekrarladıkları, “sokakla bağını koparmadan, aksine güçlendiren bir yol izlemek” kolay iş değil aslında. Seyircisini sokağa çıkarıp Gezi Parkı’nın içine sokuveren üçüncü oyunları ‘Karabatak’, bu çok zor işin altından başarıyla kalktıklarını gösteriyor.
Söyleşilerinde bile üçü beraber resim çektiren kurucuları Berkay Ateş, Can Kulan ve Emir Çubukçu, D22 için “tek bir kişiye bağlı olmayan, karar mekanizması üç kişiden oluşan bir tiyatrodur” diyorlar ve önemli olanın “ekibin heyecanlanması, herkesin aynı özveriyle çalışması” olduğunu ekliyorlar.
Bu kolektif bilinç sadece üçünün sahneye çıktığı ‘Bent’ ve ‘Yirmibeş’de değil, Berkay Ateş’in yazdığı, yönettiği ve tasarladığı Karabatak’da da hissediliyor.
İlk sahnelendiğinde üçünün de rol aldığı beş kişi tarafından oynanan oyun bu kez, Irmak Ecem Aydemir, Esra Şengünalp ve Emir Çubukçu tarafından yorumlanıyor. Berkay Ateş ve Can Kulan sacayağını ses ve ışık masasında tamamlıyorlar.
Oyunun üç kişilik bir kadroyla sahnelenmesinin metni bir bakıma damıttığını, özünü daha da iyi ortaya çıkardığını düşünüyorum. Berkay’ın asıl başarısının da, Gezi’de yaşananların trajik boyutunu ortaya koyarken, bunu sadece orada yitirilenlere bir ağıt olarak görmeyip, suya dalıp yok olduğunu sandığımızda, bambaşka bir yerden tekrar su yüzüne çıkan karabatak simgesiyle, bir özgürlük şarkısına dönüştürmesi olduğu kanaatindeyim.
Berkay Ateş, bu ikinci yazarlık çalışmasında çok farklı ve başarılı bir yola girerek oyunu, zaman zaman şiirsel bir metnin eşlik ettiği bir ‘dans tiyatrosu’ olarak tasarlamış. Mekânın oturma düzenini tamamen değiştirerek gösteriyi seyircilerin merkezine oturtmuş.
Devinimleriyle hem birbiriyle hem de izleyiciyle bire bir iletişim kuran üç genç beden, birinden diğerine yankılanan kısa ama çok çarpıcı bir metin, Nurkan Renda’nın müziği, Yüksel Aymaz’ın ışık tasarımı ve Büşra Firidin’in koreografik hareket tasarımı, 45 dakika boyunca, Gezi ruhunu aktarmayı başarıyor. Dış sesler, merkezdeki stilize çadırın giderek izleyicileri içine alması ve finaldeki ‘su’ kullanımı çok parlak birer buluş.
Anlatılması değil, seyredilmesi gereken çok etkileyici bir çalışma. 27 Kasım’da ve aralık ayında Hamursuz Fırını’nda. Mutlaka izlenmeli.