Başka ülkelerin yöneticileri de Edirne valisinin kafasıyla hareket etmeye kalksa; mesela IŞİD´in, El-Kaide´nin yaptıklarını da bütün İslam dünyasına, Müslümanlara mal edebilirler, hepimizi suçlayabilirler. Nitekim öyle yapanlar da var. Bu bir ilkel ırkçılıktır, gericiliktir. Böyle konuşabilen, kendi ülkesinin yurttaşlarını sırf inançları farklı diye düşman gören bir zihniyetin o koltukta oturması ayıptır. Üzüntü vericidir. Şimdiye kadar hala görevden alınmamış olması bile üzerinde düşünmeye değer, bir acı durumdur. Bu konuşmanın neresinden tutacaksınız. Edirne Sinagogu, Türkiye´nin bir eseri. Bu ülkenin tarihsel mirasları arasında. Edirne Valisi´ne diyeceğim şu: Bu sinagog ve ülkemizdeki diğer dini yapılar bu ülkenin, insanlığın tarihi zenginliğidir. Türkiye´nin Yahudi yurttaşlarını dinleri nedeniyle cezalandırmaya kalkışmak ağır bir insanlık suçudur. ORAL ÇALIŞLAR - RADİKAL
Edirne Sinagogu Üzerine
Şu sözler, Erdoğan iktidarının Edirne Valisi Şahin’e ait:
Mescid- i Aksa’nın içinde savaş rüzgârları estiren o eşkıya kılıklı insanlar Müslümanları katlederken, biz de onların sinagoglarını yapıyoruz.
İçimde büyük bir kinle söylüyorum bunu.
Biz de onların mezarlıkların etrafını temizliyor, projelerini kurula gönderiyoruz.
Buradaki tadilatı sona gelen sinagog sadece müze olarak tescil edilecek.
İçinde bir sergileme vitrinleme yapılmayacak.
Evet, bu bir nefret dili.
Yahudi düşmanlığı, anti-semitizm.
Öyle çok fazla da yoruma ihtiyaç göstermeyen bir tavır.
Erdoğan iktidarı neyse, valisi de o deyip geçebilirsiniz.
Ama durup düşünmekte yarar var.
İsrail’in Filistin konusundaki politikalarını eleştirmek haklı, meşru bir tutumdur.
Ben de eleştiriyorum.
Ama bunu yaparken kantarın topuzunu kaçırdığınızda, İsrail’i eleştiriyorum derken, Yahudi düşmanlığı çizgisine düşersiniz.
Irkçılık yapmış olursunuz.
Batı düşmanı yörüngesine girersiniz.
Erdoğan iktidarının yaptığı budur.
İktidar böyle olunca, o iktidarın valisi de kin tutar, Yahudi düşmanlığının daniskasını yapar.
Ayrıca, bu açılardan tarihimiz zengindir.
Yahudilere yönelik 1930’lardaki Trakya pogromları rezil bir tarih sayfası olarak daha doğru dürüst açılmadı.
Ya Varlık Vergisi dönemi?
6-7 Eylül…
Bunlardan bugünlere bir çizgi çekerseniz, Trabzon’daki Rahip Santorini cinayetine, Malatya’daki Zirve Yayınevi Katliamı’na, İstanbul’daki Hrant Dink Cinayeti’ne kadar gelebilirsiniz.
Hasan Cemal
http://t24.com.tr/yazarlar/hasan-cemal/gunun-birinde-bu-ulkeyi-terk-edebilirim-diyebilmek,10667
EDİRNE Valisi Dursun Şahin, İsrail'in Mescid-i Aksa'ya düzenlediği baskına kızmış.
Vali Dursun Şahin diyor ki:
Musevi Cemaati, Edirne'de restorasyonu bitmek üzere olan sinagogda ibadet ve düğün töreni yapmak istiyordu.
Böyle de yapacaktık.
Ama Mescid-i Aksa'da savaş rüzgârları estiren o eşkıya kılıklı insanlar Müslümanları katlederken, biz de onların sinagoglarını yapmıyoruz.
İçimdeki büyük bir kinle söylüyorum bunu.
Açıkça yazıyorum:
Mescid-i Aksa'nın kirletilmesine itiraz ederken öcünü başka bir ibadethaneden almaya çalışan...
İsrail askerleri ile kendi vatandaşı olan Museviler arasında hiçbir fark görmeyen...
Başka bir ülkenin askerlerinin yaptığının intikamını, kendi ülkesinin vatandaşlarından alan...
Bir zulme, zulüm yapmadan, faşistlik yapmadan, ırkçılık yapmadan... İnsanca tepki göstermesini bilmeyen...
Mescid-i Aksa'yı onurlu bir şekilde savunmanın bin bir yolu varken... Mescid-i Aksa'ya hiç yakışmayacak bir savunma biçimi geliştiren...
Bu Vali...
En başta Mescid-i Aksa'yı utandırmıştır.
Mümkün olsa da Mescid-i Aksa dile gelse...
Bu Vali'ye "Sen gelme, sen beni savunma" der.
Ahmet Hakan
http://sosyal.hurriyet.com.tr/Yazar/Ahmet-Hakan_131/Mescid-i-Aksa-39-yi-utandiran-Vali_27633629
Edirne Valisi Dursun Şahin İsrail’in Mescid-i Aksa’ya düzenlediği saldırıya kızıp şehirde restore edilen sinagogu müzeye çevirme kararı almış. Bu kararı alırken de şunları söylemiş: “Mescid-i Aksa’nın içinde savaş rüzgârları estiren o eşkıya kılıklı insanlar Müslümanları katlederken biz de onların sinagoglarını yapıyoruz. İçimde büyük bir kinle söylüyorum bunu...” Sözlerini gerisini alıntılamayı hem içim kaldırmıyor hem de gereksiz buluyorum. Türkiye değişiyor derken maalesef hâlâ köhnemiş zihniyetler orada burada karşımıza çıkıyor.
Neresinden tutsak ki bu anlayışın? Ey vali, Mescid-İ Aksa’ya saldıranları bu ülkenin Yahudi vatandaşlarıyla nasıl bir tutarsın? Sen öyle yaparsan yarın öbür gün Avrupalı ya da Amerikalı da seni kafa kesen IŞİD’cilerle aynı kefeye koyunca onun haksız olduğunu nasıl iddia edebilirsin? İbadet etme hakkı temel insan hakkıdır, nasıl kafana göre bunu yasaklayabilirsin? İnsanları ibadet yerlerinden nasıl mahrum edebilirsin? İsrail’in bir terör devleti olduğunu defalarca yazmış bir gazeteci olarak soruyorum: Terörist bir anlayışın kabul edilemez uygulamasını nasıl bir dinin bütün mensuplarına aitmiş gibi gösterebilirsin?
Türkiye’de devlet anlayışı olumlu anlamda bir değişimden geçiyor. Tek tipçi, kafatasçı ve toptancı anlayış tasfiye oluyor. Böyle bir değişimde Edirne Valisi’nin yeri olamaz. İçişleri Bakanı Efkan Ala’ya sesleniyorum: Bu vali derhal görevden alınmalı.
Nagehan Alçı
http://www.milliyet.com.tr/edirne-valisi-ne-temel-insan/gundem/ydetay/1973565/default.htm
Edirne Valisi Dursun Şahin, İsrail’in Mescid-i Aksa’ya düzenlediği saldırıya kızıp şehirde restore edilen bir sinagogu müzeye çevirme kararı almış, yetmemiş, içindeki nefreti ve kini kusmuş. Buna rağmen Milliyet internet bu haberi olağan, normal bir haber gibi yayımlayınca bu kez devletin savcısı değil okurlarımız tepki gösterdi. Okurumuz Metin Demirci şöyle diyor: “Valinin nefret suçu içeren sözlerini olduğu gibi yazmak, müze yapacakmış diye başlık atmak nasıl bir gazeteciliktir? Editörleriniz valinin nefret suçu işlediğini görmeyecek kafa da mıdır? Bir kere valinin böyle bir yetkisi var mıdır? Bunu bile sorgulamaz mı bir gazeteci?” İsmini vermeyen bir başka okurumuz da söz konusu habere “İsrail’in Mescid-i Aksa’ya düzenlediği saldırıyı gören bir medya, Kudüs’te bir sinagoga düzenlenen saldırıyı görmezse ‘İçimdeki büyük kinle söylüyorum’ diyen daha çok vali görürüz” ifadeleriyle tepki gösteriyor.
Edirne valisinin utanç verici düşünceleri gazetenin internet sitesinde yayımlandıysa da Milliyet gazetesinde yer bulmadı. Ancak habere internette yer verilip gazetemizde yer verilmemesi haberin önemini, veriliş biçiminin yanlışlığını ve okur eleştirisinin haklılığını ortadan kaldırmıyor.
Nihayetinde Vakıflar Genel Müdürlüğü tasarrufun valide değil, kendisinde olduğunu sinagogun hem ibadethane hem de müze olarak hizmet vereceğini açıkladı. Ancak mesele oranın müze olup olmaması değil. Mesele nefret suçu işleyen bir valinin halen görevine devam edip etmeme meselesidir. Son aylarda doruğa ulaşan Yahudi karşıtı söylem ve eylemlere karşı toplumsal duyarlılık ve devletin böyle günlerde nasıl bir tutum sergileyeceğini de ortaya koyar. Çünkü olay, valinin görevden alınması ve nefret suçu işlediği gerekçesiyle hakkında soruşturma başlatılmasını gerektirecek öneme sahiptir.
Belma Akçura
http://www.milliyet.com.tr/olaya-bakma-algiya-bak-/gundem/ydetay/1973940/default.htm
Edirne Valisi Dursun Şahin bunu neden yapmıştır?
İktidara yaranıp taltif edilmek beklentisiyle mi?
İsrail’in politikalarına duyduğu nefreti siyaseten doğru biçimde ifade etmesine engel olan bir farkındalık, şuur ve eğitim eksikliği nedeniyle mi?
Ya da sadece “içi dışı bir” olduğu için mi?
Vali’nin sorunu ne olursa olsun kendisinin bu tutum ve söylemi “yeni Türkiye”de egemen olan siyasi kültür profili hakkında önemli ipuçları vermektedir.
Keyfi yönetim anlayışı, sıradan ırkçılık, antisemitizm, içe kapanma eğilimi, cezasızlık kültürü, genel kalitesizlik ve akıl açığı...
İsrail’in Filistinlilere ettiği zulmün acısını kendi vatandaşına zulmederek çıkartmaya kalkmanın saçmalığı, egemen siyasi kültürdeki bu ağır defoların hepsini içeriyor.
Eğilim korkutucudur...
İktidar valisinin ibadethane kapatarak ceza kesmeye kalktığı yerde, cesaret bulan sokak faşisti de ibadethane yakmaya kalkışabilir.
İktidarın “Yeni Türkiye” diye adlandırmayı sevdiği Ortadoğululaşmış ülkeye egemen olan siyasi kültürün doğası gereği, antisemitizmin yükselişine tanıklık ediyoruz. Antisemitizm (Yahudi karşıtlığı) ırkçılığın bir çeşididir.
Pew Araştırma Merkezi’nin eldeki verilerine göre Türkiye’de 2004’te yüzde 49 olan Yahudi karşıtlığı her yıl kademeli ve istikrarlı biçimde artarak 2011’de yüzde 83’e yükselmiş bulunuyor. Bu, Ortadoğu ülkelerindekine yakın bir veridir ve trendin son üç yılda değişebileceğini düşünmemizi gerektiren bir durum yoktur.
Bu dönemde İsrail’i yöneten sağ iktidarlar Filistin halkına karşı orantısız sertlik ve kıyıcılık içeren, kabulü imkânsız politikalar izlemiştir. İlk bakışta Yahudi karşıtlığının artışında bu faktörün de önemli rol oynadığı ileri sürülebilir.
Buna rağmen halkın İsrail’e tepkisi, insan hakları ve özgürlükler eksenli seküler bir mecraya yönlendirilse ve sert İsrail eleştirisi bu zeminde inşa edilseydi Yahudi karşıtlığı bu denli yükselmeyebilirdi.
Türkiye’nin Ortadoğululaştırılması iktidarın ajandasında olduğundan, İsrail’e karşı oluşan tepki İslamcı politikaların enstrümanı yapılmak üzere koşullandırıldı ve bugünkü tablo ortaya çıktı.
Vali Dursun Şahin, buzdağının su üzerindeki kısmıdır. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Vali’ye “dur” demiş olmasıyla zarardan dönülmüştür ama hasar bakidir.
Kadri Gürsel
http://www.milliyet.com.tr/yeni-turkiye-nin-valisi/dunya/ydetay/1973949/default.htm
1938’de Dersim harekatını yapan o “zalim zihniyet”, kendi vatandaşını bir tehdit olarak görürdü. O zihniyet, farklı farklı kurbanlar seçse de bugün de hala dimdik ayakta. Daha da ötesinde, devlet aygıtı hala bu zihniyete göre kurgulanmış halde. Bunu nasıl reforme edeceksiniz?
Normal bir demokraside, kendi Musevi vatandaşlarına “Mescid-i Aksa’ya giren İsrail askeri” muamelesi yapan, en temel hakları olan ibadet özgürlüğünü bile ellerinden alan Edirne Valisi’nin anında istifa etmesi ya da görevden alınması gerekir. Zamanında Edirne’deki Yahudiler, o zalim zihniyetin bir gecede aldığı kararlarla yüzlerce yıldır yaşadıkları şehirden der dest edildi.
Şimdi soruyorum: Başbakan Dersim’de güzel mesajlar verirken, devletin Edirne’de hortlayan o ceberut yüzüne ne diyeceğiz?
Aslı Aydıntaşbaş
http://www.milliyet.com.tr/davutoglu-dersim-de-ama-o-vali-de/siyaset/ydetay/1973963/default.htm
NORMAL ve medeni bir ülkede yaşıyor olsaydık, Edirne Valisi Dursun Şahin şimdiye kadar çoktan görevinden alınmış olurdu.
Vali, ırkçı nefret suçu işlemekle kalmıyor, aynı zamanda bir mülki yönetici olarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasında açık ayırımcılık yapıyor.
Neler söylediğini daha önce okumuşsunuzdur ama tekrarlayalım ki unutulmasın:
"Mescid-i Aksa'nın içinde savaş rüzgârları estiren o eşkıya kılıklı insanlar Müslümanları katlederken, biz de onların sinagoglarını yapıyoruz. İçimde büyük bir kinle söylüyorum bunu. Biz de onların mezarlıklarının etrafını temizliyor, projelerini kurula gönderiyoruz. Buradaki tadilatı sona gelen sinagog sadece müze olarak tescil edilecek. İçinde bir sergileme, vitrinleme yapılmayacak."
Trakya Yahudilerine karşı uygulanan ve "furtuna" ismiyle de bilinen etnik temizlik eylemi, Cumhuriyet tarihimizin hâlâ resmi özrü dilenmemiş, utanç sayfalarından biridir.
Aradan geçen 80 yıldan sonra, öyle görünüyor ki kamu yönetimindeki zihniyet hâlâ aynı.
Vali'nin bu konuşmasından sonra İçişleri Bakanı'nın çıkıp, Edirne Valisi'ni hemen görevden almasını beklerdim.
Ama o bırakın bunu yapmayı "Vali yanlış düşünüyor" bile demedi.
Yoksa Bakan Bey de, valisi gibi mi düşünüyor?
Mehmet Y.Yılmaz
http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/mehmet-y-yilmaz_148/o-vali-orada-kalmamali_27638645
Edirne Valisi Dursun Şahin, restorasyonu yapılan büyük sinagogun sadece “müze” olarak kullanılmasına izin vereceklerini söyledi. Gerekçeyi de şöyle açıkladı:
“Mescid- i Aksa’nın içinde savaş rüzgarları estiren o eşkıya kılıklı insanlar Müslümanları katlederken, biz de onların sinagoglarını yapıyoruz. İçimde büyük bir kinle söylüyorum bunu. Buradaki tadilatı sona gelen sinagog sadece müze olarak tescil edilecek.”
Neresinden tutulur bu açıklama, bilemedim. Neyse ki tweetler imdadıma yetişti. Hislerime ve tepkime tercüman oldu. Buyurun:
İsrail askeri ile Türk vatandaşı Musevileri karıştıran valilerimiz var bu ülkede. 2071 vizyonuymuş. Pehh! Alphan MANAS.
Irak ve Suriye’de kafa kesen Müslümanlar olduğuna göre ve Edirne Valisi Dursun Şahin de Müslüman olduğuna göre, derhal yargılanmalıdır. Roni MARGULİES.
Çok yanlış. Bu mantıkla Hamas’a kızıp Avrupa’da cami mi kapatsınlar? Mustafa AKYOL
Ayşenur Arslan
http://www.yurtgazetesi.com.tr/uzayda-hayat-olabilir-de-turkiyede-hukuk-var-mi-makale,9381.html
Kürt meselesini çözme yolunda olan Türkiye'nin kuruluş kodları yeniden tanımlanıyor. Ermeni soykırımı konusunda insani bir tutum geliştiren Türkiye, kendi yaralarını sarıyor, rehabilite oluyor. Alevi meselesinde eşit vatandaşlık ilkesini laftan icraata geçirmek için yola çıkan, Dersim katliamı ile yüzleşen Türkiye, sağlıklı bir toplum oluyor.
Ancak bazen siyaset bürokrasiden, sivil toplumdan ve muhalefetten ileri bir pozisyon alıyor.
Edirne Valisi Dursun Şahin, İsrail'in Mescid-i Aksa'ya düzenlediği baskını bahane gösterip bir açıklama yaptı. 2. Abdülhamit'in fermanı ile yapılan ve Avrupa'nın ikinci büyük sinagogu olan Edirne Büyük Sinagogu'nu müze olarak kullanmaya karar verdiğini açıkladı. Bunu yaparken de bu ülkenin has vatandaşları olan Yahudileri rencide eden vahim bir dil kullandı. Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden gelen bu kararı verme yetkisinin Edirne Valisinde olmadığına ve böyle bir şeyin söz konusu olmadığına dair cevap yüreklere su serpse de bu zihniyette bir valinin Yeni Türkiye bürokratı olmadığı açıktır.
“Mescid-i Aksa’nın içinde savaş rüzgârları estiren o eşkıya kılıklı insanlar Müslümanları katlederken, biz de onların sinagoglarını yapıyoruz. İçimde büyük bir kinle söylüyorum bunu” diyen Edirne Valisine, bu sinagogun İsrail devleti kurulmadan yapıldığını ve “onlar” dediği insanların İsrail değil, bu ülkenin gerçek vatandaşı olduğunu hatırlatmakta fayda var.
Ceren Kenar
http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/ceren-kenar/583437.aspx
Vali İsrail’e kızmış, Yahudilerin sinagogunu zapt eylemek gayretinde.
İsrail devletiyle Türkiye’deki Yahudileri özdeşleştirmesindeki dümdüz en kabasından ayrımcılığını bir tarafa bırakalım. Onun cezası zaten böyle bir insan olması. Koca ömründe ola ola bu kişi olabilmiş.
Peki kamu gücünü kullanarak sadece yontulmamış ayrımcı zihniyeti sebebiyle insanların ibadethanesine el koyma girişimine ne demeli?
Edirne Valisi derhal görevden alınmazsa iktidarın bu ayrımcılığın arkasında olduğu anlamı çıkacak.
Erdoğan “dilinin, dininin, kininin davasına sahip çıkan bir gençlik” istediğini söylemişti. İlhamını namlı antisemitlerden Necip Fazıl üstadından almıştı. Bugün Edirne Valisi “içinde büyük bir kinle” kamu gücünü antisemitizm için kullanıyor.
Belli ki o vali, Necip Fazıl’ın istediği bir gençlikten yetişme.
Bu kindar valiyi görevden almak iktidar için bir ahlak sınavı. Bakalım iktidarın o sınavdan geçebilecek cesaret, irade ve kuvveti var mı?
Özgür Mumcu
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/148451/iktidarin_Ahlak_Sinavi.html
Maalesef ki bu Vali yalnız değil. Devletten olağanüstü ilan, reklam, ihale desteği alanlar da dahil bir kısım medyada, ‘Yahudiler ve insanlar’ gibi iğrenç başlıklı yazılar yayınlanabiliyor. Bir sözde insan hakları aktivisti, Türkiyeli Musevilere, İsrail’e karşı kınama açıklaması yapılmazsa kötü şeyler olacağı tehdidinde bulunabiliyor. ‘Hitler’ adı, bütün o ırkçı imasıyla, başbakandan gazetecilere kadar birçoklarının dilinde.
Türkiyeli bir Yahudi’nin bugünlerde neler hissedebileceğini tahmin edebiliyorum. Çünkü 11 Eylül 2001 Salı günü New York’taydım. O günkü trajediyi ve sonrasında günlerce haftalarca devam eden travmayı birebir yaşadım. Irkçı lümpenlerin, dinci faşistlerin pek coştuğu bir atmosfer oluşmuştu. Kılık ve kıyafetiyle Müslüman olduğu belli kişilere, Müslümanlara ait işyerlerine, mabetlere saldırı ve tacizlerde bulunuyor akıllarınca 11 Eylül’ün intikamını alıyorlardı. Sizin, inançlı ya da ateist, Arap, Türk veya Hintli, Şii veya Sünni ve hatta Hindu, Sih olmanız bile fark etmiyordu. Müslüman yoğunluklu veya ‘görünümlü’ bir ülkeden olmanız, ‘sen de onlardansın’ bakışlarına, ‘terör şüphelisi’ veya ‘ajan’ görülmenize yetiyordu. O baskıcı atmosferde ruhumu bunlardan daha çok daraltan ise, ‘neden terörü kınamıyorsunuz, çıkın açıktan İslami terörizmi kınayın. Neden sessizsiniz’ baskısı olmuştu. Açıkçası aslında mağdurları arasında olduğumuz saldırıyı neden her fırsatta kınamamız gerektiğini anlamıyordum. Müslüman ülkelerden olanların herkesten fazla bağırması, herkesten yüksek sesle kınaması isteniyordu. Bir tür asla geçmiş sayılmayacağınız ‘samimiyet’ testi gibiydi.
…
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı (şimdi CB oldu), Yahudi Hahambaşıdan, topluca çıkıp İsrail’i kınayan bir açıklama yapmalarını bile isteyebildi. Türkiyeli Yahudilerden, açıktan İsrail kınamaları, İsrail’e düşmanlık açıklamaları beklentisi son derecede rahatsız edici bir ırkçılıktır. İsrail politikası ile ilgili ne düşündüklerini dahi kimseye açıklamak zorunda değillerdir.
Erdoğan’ın, sadece kendisinin değil devletin de gayrimüslim azınlıklara bakışını sergilediğine inandığım sorunlu yaklaşımlarından biri de, sık sık yaptığı ‘Museviler bize emanet’ demeci. Yahudiler, yüzyıllardır bu ülkede yaşıyor. Bu topraklardaki varlıklarının, kendilerine çemkiren ırkçıların çoğundan eskiye gidiyor olma olasılığı çok yüksek. Laik bir ülkede, sırf dinlerinden dolayı, “vatandaş” yerine hala ‘misafir, emanet’ gibi kategorize edilmeleri açık ırkçılık ve ayrımcılıktır. Herkesi eşit gördüğünü varsaydığımız Anayasa maddesinin açıkça ihlalidir. Artık her kimlerden oluşuyorsa o ‘biz’e emanet olunduğu beyanı, bütün yurttaşların eşit şekilde hukuka emanet olduğu bir ülkede yaşamadığımızın itirafıdır.
Açık ki, 90 yıldır bir Cumhuriyet olmamıza rağmen eşit yurttaşlık hala lafta maalesef. Devlet hala sadece ‘birilerinin’ devleti. Hepimizin devleti değil. Kürtler ve Aleviler o birilerinin en fazla ‘kardeşi’, Ermeniler, Museviler, Rumlar ise “can ve mallarıyla emaneti” olabiliyor. Ateistler, eşcinseller, çevreciler vs zaten hakları söz konusu bile olmayacak yıkıcı marjinaller…
Cemal Tunçdemir
http://amerikabulteni.com/2014/11/23/new-yorkta-musluman-olmak-turkiyede-yahudi-olmak/
Hasar tespiti için geriye dönüp bakalım.
Vali’nin bu sözleriyle gündeme getirdiği Büyük Sinagog bir Osmanlı başkenti ve serhat şehri olan Edirne’nin simgelerinden biriydi. 1905 yılındaki Büyük Yangın ile yok olan on üç ayrı cemaate ait sinagogların yerine Padişah 2. Abdülhamid’in fermanıyla inşa edilen yapı, Fransız mimar France Depre tarafından tasarlanmıştı. 1907’de tekrar ibadete açılan sinagog, 1900’lerin başında 20 bine kadar çıkan Edirne Yahudi nüfusunun ibadet ihtiyacını karşılıyordu.
Büyük Sinagog, 2010 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün kararıyla restore edilmeye başlandı. Oysa Osmanlı’nın yeniden yaptırarak ibadete açtığı Sinagog, Cumhuriyet döneminde yağmalanmış, harabe hâline gelmişti. Çünkü bu sinagogu koruyacak ne devlet vardı ortada, ne de cemaat!
Yahudiler açısından çarpıcı bir tarihsel olgu.
Bugün, o dönemde yaşayan 20 bin kişilik Yahudi cemaatinden geriye yalnızca iki kişi kaldı; Rıfat ve Sara Mitrani çifti.
Nasıl olmuştu da Osmanlı döneminde on binlerce Yahudi’nin yaşadığı Trakya’da ve bölgenin en büyük şehri Edirne’de hiç Yahudi aile kalmamıştı?
İşte, Vali Şahin bu sözleriyle kanayan bir yarayı deşti. Sinagog, tek partili dönemde, CHP iktidarının Dersim benzeri bir başka yüzkarasını hatırlattı. CHP yönetimi, 1934 yılından başlayarak Trakya Yahudilerine plânlı ve sistematik şiddet uygulayarak on binlerce Yahudi’yi yerinden yurdundan etti.
Aslında olayların çıkış noktası 21 Haziran 1934’de çıkan Soyadı Kanunu ile başlayan Türkleştirme harekâtıydı. Çanakkale’de başlatıldı, sonra tüm Trakya’ya yayıldı. Esnaf tehdit edildi, insanlar şiddet gördü, evlerinden çıkamaz oldu. Yakıp yıkma, yağma, cinayet ve tecavüzler düzenli olarak sürdü.
Yahudi nüfusun en yoğun yaşadığı Edirne’de 2 Temmuz 1934 günü saldırgan kalabalıklar “Yahudilere ölüm!” haykırışlarıyla Edirne’deki Yahudi mahallesini bastılar, dükkânları ve evleri yağmaladılar, Yahudileri dövdüler ve gitmelerini emrettiler. Kimi İstanbul’a, kimi Bulgaristan ya da Yunanistan’a kapağı attı. Geride kalan bir avuç ürkmüş yoksul Yahudi’ye ise, fırınlar ekmek satmıyor, bakkallar yiyecek vermiyor, sakalar su dağıtmıyordu. Sonunda onlar da zorla gönderildi. Bu arada Padişah 2. Abdülhamid’in fermanıyla yeniden yapılan Edirne Büyük Sinagogu da yağmalandı, yıkıldı, harabe hâline geldi.
İşte bu yüzden siyasi irade, CHP’nin bu ayıbını yüzüne vurup onlara geçmişle yüzleşme çağrısı yaparken, bu şiddetin kaynağı olan “Kemalist zihniyetin” düşük dozda da olsa kendi valisinde zuhur etmesi karşısında zor durumda kaldı.
Hasar tespiti demiştik. Son söz:
Aynı suda iki kez yıkanılmaz.
Fuat Uğur
http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/fuat-ugur/583457.aspx
Vali suç işlemiştir.
Valinin hemen görevden alınması ve hak-kında soruşturma açılması için izin verilmesi gerekmektedir.
Şu sıralarda, özür dilemeye pek meraklı görünen sade başbakanımız da gerçekten özür dilenecek bir yer arıyorsa öyle zaman içinde Dersim’e yolculuk yapmaya kalmadan önce, Türkiye’deki Yahudi vatandaşlarımızdan “onlar” diye söz edilerek ötekileştirilen Türk Yahudilerinden özür dilemelidir.
Kendisi bunu yapmayacaksa hiç değilse valisi Dursun Şahin’e bu özrü dilemesini söylemelidir.
Olayı cumartesi günü, o günü ve akşamı birlikte geçirdiğimiz Yahudi dostlarımdan haber aldım, dostlarım kırgın, öfkeli ve tedirgindi.
Ne söyleyeceğimi bilememenin şaşkınlığı ve utancı içinde kekeledim:
-Neyse ki, karardan vazgeçilmiş sinagog açılmış.
-Sinagog açılır dedi dostum, peki ya “o içindeki kin” ne olacak? Ben onunla nasıl yaşayacağım?
Verecek yanıt yoktu.
Son zamanlarda ötekileştirilen azınlıklarımızdan aldığımız tedirginlik kırgınlık dolu mesajlar çoğaldı.
Daha birkaç gün önce, Cumhuriyet Mario Levi’nin şu sözlerini yayınlamıştı:
-Günün birinde gidebilirim. Einstein, “Arılar yeryüzünden kaybolursa, insanın dört yıl ömrü kalır” diyordu.
Azınlıklar gittikten sonra, biz Anadolu in-sanlarının dirlik içinde daha kaç yıl ömürleri kalır dersiniz?
Ali Sirmen
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/149467/G_vura_Kizip_Oruc_Bozmak.html
Başka ülkelerin yöneticileri de Edirne valisinin kafasıyla hareket etmeye kalksa; mesela IŞİD'in, El-Kaide'nin yaptıklarını da bütün İslam dünyasına, Müslümanlara mal edebilirler, hepimizi suçlayabilirler. Nitekim öyle yapanlar da var. Bu bir ilkel ırkçılıktır, gericiliktir. Böyle konuşabilen, kendi ülkesinin yurttaşlarını sırf inançları farklı diye düşman gören bir zihniyetin o koltukta oturması ayıptır. Üzüntü vericidir. Şimdiye kadar hala görevden alınmamış olması bile üzerinde düşünmeye değer, bir acı durumdur.
Bu konuşmanın neresinden tutacaksınız. Edirne Sinagogu, Türkiye'nin bir eseri. Bu ülkenin tarihsel mirasları arasında.
Edirne Valisi'ne diyeceğim şu: Bu sinagog ve ülkemizdeki diğer dini yapılar bu ülkenin, insanlığın tarihi zenginliğidir. Türkiye'nin Yahudi yurttaşlarını dinleri nedeniyle cezalandırmaya kalkışmak ağır bir insanlık suçudur.
Oral Çalışlar
2010 yılından beri Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restorasyonu süren ve eli kulağında açılması beklenen Edirne’nin tarihi Büyük Sinagog’u ile ilgili olarak Edirne Valisi Dursun Ali Şahin’in sözlerine çeşitli kesimlerden çok haklı tepkiler geldi.
İstanbul Yahudi Cemaati valinin sözlerinden hicap duyduklarını dile getirirken, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Bursa milletvekili Aykan Erdemir Edirne valisini bu nefret söyleminden dolayı kınayıp kendisini makamının itibarını korumak için istifaya çağırdı. Erdemir ayrıca geçtiğimiz ay, Türkiye’de antisemitizmin yükselişiyle ile ilgili mecliste bir araştırma komisyonu kurulmasını teklif etmişti.
Zira Cumhuriyet tarihi boyunca pek çok kez yaşanan Yahudi karşıtı söylem ve eylemlere yenileri eklenmeye devam ediyor. Bu bağlamda geçtiğimiz günlerde Alperen Ocakları üyesi bir grubun Mescid-i Aksa baskınını protesto etmek için İsrail Konsolosluğu yerine Neve Şalom Sinagogu’na yürümelerinin de sayıca git gide küçülen İstanbul Yahudi cemaatini ötekileştirme, dışlama ve “onlar”a yerlerini hatırlatma amacı taşıdığı aşikâr.
…
Edirne Valisi’nin son zamanlarda İslam dünyasının kutsallarını hedef almaktan çekinmeyen ve bu sebeple eleştirilen İsrail devleti ve onun politikalarına yönelik “kin”i bendini aşmış ve yaptığı Mescidi Aksa – Büyük Sinagog karşılaştırmasıyla adeta İsrail devletiyle Türkiye Yahudi cemaatini birbirine eşitlemiştir. Yok olmaktan son anda kurtarılmış Edirneli Yahudilerin kutsallarının korunması sürecinde cemaatin de bu konuda söz sahibi, içeriden bir aktör olduğunu görmezden gelmiş, tüm süreci devletlilerin iyi niyetine indirgemiştir.
Peki, bunu sıradan vatandaş olarak bile değil, bir ilin en üst düzey mülki amiri olarak nasıl yapabilmiştir? Tıpkı önceki seferler de olduğu gibi, bir önceki suçun maktullerinin söyledikleri ya da yaptıklarının yanlarına kaldığını gören bir sonraki maktul gibi, benim söylediğim de nasıl olsa benim yanıma kalır diye düşünüldüğünden mi?
Neticede bu yazının yazıldığı sıralarda Vakıflar Genel Müdürlüğü Sinagog’un fonksiyonu ile ilgili tek karar merciinin kendileri olduğunu ve diğer kaynaklardan yapılan açıklamalara itibar edilmemesi gerektiğini söylemiş olsa dahi, yapılan istifa ya da görevden alma çağrılarına açık bir cevap gelmediği takdirde aslında hepimiz biliyoruz ki bu nefret suçu da diğerleri gibi yapanın yanına kalacak ve kendi gibi yenilerini doğuracak. Yıllardır süre giden bir yanda iyi niyetli devlet diğer yanda ise sürekli sadakati sorgulanan azınlıklar ikiliğini koruyarak
Zeynep Kaşlı
http://bianet.org/bianet/toplum/160201-bir-zamanlar-edirne-de-yahudiler-yasarmis
http://nediyor.com/2014/11/22/edirne-valisinden-sinagog-yasagi-geri-adimi/
http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/gila-benmayor_20/oysa-edirne-nin-hayalleri-vardi_27644621
Diğer
Başta İstanbul Bir Masaldı olmak üzere romanlarını severek okuduğum Mario Levi’nin geçen gün Cumhuriyet’teki şu sözleri içimi acıttı:
“Esasen güç bir şeyi başardım.
Adımı değiştirmeden ortaya çıktım, adımı değiştirmeden kabul edildim, çoğunlukla kültürüme dair konuları anlattım.
Ve bunların hepsi bu ülkede kabul gördü.
Bugün eğer yazar olduysam, birileri yazdıklarımı okuduğu içindir.
Bu sebepten ötürü bunların kıymetini bilmiyor değilim.
Edebiyata sığınışım, Türkçeyi mümkün olduğu kadar iyi kullanmak için elimden geleni yapışım, yaşadığım toprakların hafızasına kendi nazar açımdan sahip çıkmak isteyişim ve hâliyle bütün bu değerlere sığınışım beni kaygılardan ne kadar kurtaracak bilmiyorum.
Sırf isminden dolayı, seni tanımayan birtakım insanların eleştirilerine, eleştirilerin de ötesinde hakaretlerine, hakaretlerin de ötesinde tehditlerine maruz kalabiliyorsun.
Sakın şimdi söyleyeceğimi bir başlık cümlesi yapma.
Ama günün birinde bu ülkeyi terk edebilirim.
Herkes gibi benim de kırmızı çizgilerim var.
Hayatım önemli değil, yazmamın engellendiğini görürsem giderim. Çünkü benim için esas önemli olan yazı ülkemdir.
Onu kurtarmak için giderim.
Öte yandan, çevremdeki sevgi aylasını görünce, böyle bir şeye ihtimal bile vermiyorum, bu ülkede bu olmaz, diyorum.”
…
Canını sıkma Mario Levi.
Köklerimiz bu topraklarda.
Üstelik epeyce sağlam.
Ayrıca, köklerimize sahip çıkacağız.
Sahip çıktığımız ölçüde, bu topraklar tüm farklılıklarıyla, renkleriyle daha yaşanır hâle gelecek.
Bundan kuşku duymuyorum.
Kendine iyi bak sevgili kardeşim.
Hasan Cemal
http://t24.com.tr/yazarlar/hasan-cemal/gunun-birinde-bu-ulkeyi-terk-edebilirim-diyebilmek,10667
Mario Levi isimli roman yazarı Cumhuriyet'e verdiği röportajda "Günün birinde bu ülkeyi terk edebilirim. Hayatım önemli değil, yazmamın engellendiğini görürsem giderim" demiş.
Geçtiğimiz günlerde de buna benzer açıklamalar yapmış, Musevi olduğu için eserlerinin boykot edildiğini söylemişti.
Allah Allah, ne oluyor yahu? Kime ne yapmış ki Levi ya da ne yapabilir?
Kendi hâlinde, ne yazık ki pek de okunmayan kitaplar yazan biri. Politik bir romancı olmadığı için tartışmaların içinde de değil.
Peki o hâlde kim, ne için bu adamın kitaplarını boykot edin çağrısı yapıyor? Levi bir gazeteye röportaj verirken, edebiyat üzerine konuşmak yerine o çok sevdiği "yazdırılmama ihtimalinden" söz ediyor?
Mario Levi dışında bu kampanyayı duyan, gören varsa lütfen söylesin. Samimi şekilde soruyorum. Madem Levi'ye ülkeyi terk etmeyi düşündürecek kadar ciddi bir tehdit bu, niçin kimse bir şey duymuyor?
Okurlar olarak, Kültür Bakanı Ömer Çelik'e bile açıklama yaptıran bu büyük "linç" ve "tehdit" kampanyası ile ilgili tek somut delil görmek istiyoruz. Görelim ki, yazarımıza sahip çıkalım. Yoksa ciddi ciddi Levi'nin ve çalıştığı Doğan Kitap'ın hassasiyetlerimiz üzerinden yürüttüğü bir reklam faaliyetine alet edildiğimizi düşüneceğiz.
Melih Altınok
http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/melih-altinok/583419.aspx
Tuhaf olan Filistin seçimlerinden %5 civarı bir oy alan FHKC’nin uzun zaman sonra böylesine bir saldırıyla (eğer gerçekten onlar yaptıysa) geri dönmesi ve son dönemde kurduğu ilişkiler.
Çünkü FHKC, son dönemde Suriye savaşında Esadçı bir çizgide durdu.
Hamas’ın Suriye rejimini karşısına alıp Şam’dan Katar’a geçişi sonrası İran’ın örgüte ilgisi arttı.
Filistinli gazeteci Hazem Balousha’nın Al Monitor’de çıkan bir analizinde İran ve Hizbullah yetkilileri FHKC liderleriyle Beyrut, Şam ve Tahranda görüşmeler yaptı, İran örgüte askerî ve mali yardımlarda bulundu. Hatta örgüt, Gazze’de Suriye bayrakları ve Nasrallah fotoğraflarıyla bir destek yürüyüşü bile düzenledi.
(FHKC’den uzun yıllar önce yine Suriye meselesi yüzünden ayrılan Ahmet Cibril’in kurduğu daha radikal bir kanat ise Hariri suikastına karışmaktan, Şam’da Filistinlilerin kaldığı Yermük Kampı’ndaki muhaliflerle rejim güçleriyle birlikte çatışmaya kadar boğazına kadar Suriye rejimiyle birlikte hareket ediyor.)
FHKC’nin sitesindeki son bildirilerden biri de Kobani’de IŞİD’e karşı PYD’yle dayanışma mesajları.
İran’ın dış politikasının en önemli operatif gücü bölge ülkelerinde proxy örgütler. O yüzden İran Dışişleri Bakanı’nın adı sadece nükleer görüşmelerde geçerken, bütün dünya İran’ın dış operasyonlarından bahsederken Kudüs Ordusu’nun başındaki Kasım Süleymani’den konuşuyor.
İran’ın Hamas’ın Suriye meselesinde saf değiştirmesiyle İslami Cihad, FHKC gibi silahlı örgütlerle ilişkileri artırması o yüzden sürpriz değil.
Filistin İslam dünyanın en hassas olduğu açık yarası. İslam dünyasının gündemini bir anda değiştirecek bir yer Filistin. Zaten İsrail’in savaş makinesini harekete geçirmek için tek bir füze, bir kaçırma, bir cinayet yeterli. Geçen yıl Gazze’de yaşanan katliam en son örnekti.
İslam dünyasının gündemini Suriye’den, yeniden ortak düşman İsrail’e çevirmek en çok, bugünlerde ABD’yle gizli aşk mektupları ortaya dökülen, “büyük şeytan”la neredeyse müttefik olmayan müttefik haline gelmiş, belki de 24’üne kadar anlaşacak İran’ın işine geliyordur.
Bazı komplo teorileri hamasetten daha çok zihin açar…
Yıldıray Oğur
http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/yildiray-ogur/583341.aspx
Bu kadar asimetrik, bu kadar birbiriyle kıyas edilmesi mümkün olmayan iki gücün hâlâ çatışıyor olması, bu çatışmada hâlâ insan yaşamlarının kaybedilmesi, İsrail'in "güç gösterisi" siyasetinin bizleri getirdiği noktayı gösteriyor.
Filistin davası, sadece İsrail ve Filistin halkları açısından değil, bütün dünyayı etkilemesi açısından da önemli bir insanlık sorunu haline dönüştü. 1973 Yom Kippur savaşında, İsrail'in yenilgisini son anda önlemeyi başaran ABD ve Batı ülkelerinin bir bölümüne tepki olarak, OPEC'in üretimi kısması sonucu dünya ilk büyük petrol krizini yaşadı. O tarihten itibaren, dönem dönem çözüme yaklaşılsa da, hep şiddet kullanma taraftarları kazandı. Kan akması durmadı, İsrail daimi bir alarm halinde yaşayan, herkesi düşman addeden insanlar toplumuna dönüştü. Siyasi partiler giderek radikalleşti, Menahem Begin döneminde aşırı olarak nitelenen Likud, bugün neredeyse ılımlı bir konuma geldi. Aynı gelişme, insan gibi yaşama konusunda her türlü hakkı elinden alınan Filistin toplumu için de geçerli oldu. Bugün Hamas, onaylanmasına imkân olmayan bir terör saldırısını "kahramanlık" addediyorsa, bunu kendisinden daha radikal örgütlere manevra alanı bırakmamak için yapıyor. Bu "vahşet tırmandırma" politikası da, gene ölümler ve derinleşen düşmanlıkla sonuçlanacak, bunu anlamak için derin tahliller yapmaya gerek yok.
Filistin sorunu bir insanlık sorunu haline geldi, çaresizlikten delirme raddesine gelen insanların daha beter intihar saldırılarına kalkmayacağı bir gelecek için, bir an önce İsrail hükümeti, kabul edilebilir bir çözüme ikna edilmeli. Bu bir "din" savaşı değil, çok yanlış ve caniyane gelişen siyasi bir mücadele, eğer "din" kisvesine bürünürse, hiçbir çözüm oluşturulamayacak. Zaman kalmadı, bir an önce harekete geçilmesi gerekiyor. Bu sorun çözüm yoluna girmeden, Ortadoğu'ya barış gelmeyecek.
Tulu Gümüştekin
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/gumustekin/2014/11/19/filistinisrail-sorunu-vahset-ile-halledilemez
İlginç olan ise, Türkiye’nin İsrail ile siyasi ve askeri ilişkileri Filistin sorunu ve Mavi Marmara nedeniyle gerilmeye devam ederken, Azerbaycan-İsrail ilişkileri her geçen gün müttefik ilişkisine dönüyor. Nitekim bazı analizlerde Azerbaycan, ‘İsrail’in yükselen Müslüman müttefiki’ olarak lanse ediliyor.
İki ülke yetkilileri Azerbaycan-İsrail ‘dostluğu’nun diğer Müslüman ülkelere de örnek olması gerektiğini söylüyorlar. Ancak bu dostluktan ne Türkiye, ne Rusya ne de İran memnun... Nüfusunun yarıya yakını Azerbaycanlı olan İran, İsrail’in Azerbaycan üzerinden kendisine zarar vermesinden endişe ediyor... Türkiye ise İsrail ile kopan ilişkilerinin Azerbaycan üzerinden dengelenmesinden ve İsrail’in bu yoldan eksiklerini kapatmasından rahatsız… Rusya da Batı'nın İsrail üzerinden ve kendi aleyhine Kafkasya'ya sokulduğunu düşünüyor.
Tablo gerçekten ilginç, Türkiye üzerinden taşınan Azerbaycan petrolü İsrail’i besliyor; Türkiye’ye satılan Azerbaycan gazı ve petrolü de İsrail’den satın alınan milyarlarca dolarlık İsrail kaynaklı ithal ürüne ödeniyor ve Türkiye’nin düşman ilan ettiği İsrail, Azerbaycan’a kalıcı olarak yerleşiyor…
Sedat Laçiner
http://www.internethaber.com/yanibasimizda-buyuyen-ortaklik-israil-ve-azerbaycan-16952y.htm
Dahası, Doğu Kudüs son 10 yıldır yavaş fakat kesin bir değişim sürecinden geçiyor. Yeni Yahudi yerleşim birimleri kurulmasından (1967 işgalinden önce İsrail-Filistin sınırı olan) Yeşil Hat bölgesinin yeniden düzenlenip sokak isimlerinin değiştirilmesine kadar bazı faaliyetler, şehrin Arap karakterinin silinip Yahudi kimliğinin öne çıkmasına yol açıyor.
Kimi İsrailliler, mavi renkli kimliklerin Arap Kudüslülere sağladığı ekonomik faydalar ve İsrail ile bağlantılarının, onların barışçıl kalmasını sağlayacağına inanıyordu. Oysa kentin ve kutsal mekanların statükosunun değişmesi ve bunun yanında Arap bölgelerinin ihmal edilmesi, bu yaklaşıma baskın geldi.
Dini simgelerin, milli kimliğin ve de suni değil, gerçek özerkliğe duyulan ihtiyacın, çok daha kuvvetli olduğu anlaşıldı. Sonunda süre dolu ve Kudüs'te yaşayan Filistinliler, yeniden işgalin her türlüsüne karşı verilen mücadelede Batı Şeria ve Gazzeli kardeşlerine katıldılar.
Esasen silah olarak kullanılan arabalardan, bıçak ve baltalara varıncaya kadar, Filistinlilerin başvurduğu şiddetin karakteri, bu tepkilerin -her ne kadar korkunç olursa olsun- ne tam teçhizatlı ne de örgütlü olduğunu ortaya koyuyor. Bunlar, Filistinlilerin yaşadıkları gerçeklere karşı tabandan gelen tepkiler. Yani İsrail'in karşı karşıya olduğu sorun içeride gelişen bir şey. Doğu Kudüslüler, şehir sınırları içinde dolaşmakta serbest ve İsrail'in tercihi doğrultusunda Filistin Yönetimi'nin burada hiçbir rolü yok.
Bu etkenler, hep birlikte sorunun tam kalbini işaret ediyor. Pek çok İsrailli, özellikle de sağ görüşlü olanlar, yıllardır Kudüs'ün kendilerinin bölünmez başkenti olduğunu söylüyor. Lakin bu söylem şimdilerde, kentin ve son olarak da buradaki kutsal mekanların niteliğinde değişim olarak tezahür etmekte. Dünya çapında milyarlarca insan açısından derin ve karmaşık bir anlam taşıyan Kudüs'ün tek bir tarafın kontrolünde olması gerektiği fikri, düpedüz sürdürülebilir olmaktan uzak ve incelenmesi gereken bir düşünce.
Kudüs, Hristiyanlar ve Müslümanlar için olduğu gibi, Yahudi tarihi ve inancının da merkezinde yer alıyor. Eski Şehir içinde ve çevresinde bol miktarda bulunan kutsal mekanlar, bu kuvvetli bağlantıları gösteriyor. Kutsal mekanlara erişimin yasaklanması veya onların statüsünün değiştiği yönünde bir görüntü ortaya çıkması pek çok kimseyi öfkelendiriyor. Bu korkuyu 1967 öncesinde İsrailliler, bugün ise Filistinliler yaşıyor. Ancak bu kaygıların çaresi, tek taraflı kontrol olamaz.
Aslına bakılırsa, sorun bizzat söz konusu kutsal mekanlara yönelik fazlasıyla sahiplenici, hatta kimi zaman saldırgan tutumdan ileri geliyor olabilir. Nitekim bu, içerisinde "ötekinin" inkarını ve önemsizleştirilmesini barındıran bir tutum ki, gerçek anlamda din ile alakalı bir tarafı da var denemez. O bakımdan daha hafif bir yaklaşım benimsemek, olanakları ve istikrarı arttırabilir.
İsrail ve Filistin devletlerinin başkenti, tek Tanrılı üç dinin kutsal mekanı ve hac merkezi, tüm hepsinin yanı sıra işlevsel bir belediyeye ihtiyaç duyan yaşayan bir şehir olarak Kudüs'e dair bugün de çok fazla talep var, gelecekte de olacak. Bu meselelerin nasıl yönetileceği konusunda çok sayıda araştırma ve çözüm mevcut; eksik olan, değişimi etkileyecek siyasi irade.
John Bell
http://www.aljazeera.com.tr/gorus/kudus-sorununu-gormezden-gelmenin-bedeli
Bir diğer felaket de, İsrail-Filistin çatışmasının hızla, tüm çözüm olasılıklarını ortadan kaldıran bir biçim almaya başlamasıdır.
Bölgede siyasal İslamın yükselişi madalyonun bir yanıysa, madalyonun öbür yanında İsrail’in iç politikasında aşırı dinci akımların ağırlığının artması var.
İsrail devletinin özellikle güvenlik aparatının, Filistin kurtuluş hareketini zayıflatmak, Filistin halkının bağımsızlık mücadelesini bölmek amacıyla, Hamas’ın ortaya çıkışına, güçlenmesine göz yumduğu (kimilerine göre özellikle kolaylaştırdığı -artık hangisi işinize gelirse-) oldukça yaygın biçimde bilinen bir durum. İsrail devletinin bu politikasının, özellikle Arafat’ın ölümünden sonra zehirli “meyveler” vermeye başladığı kolaylıkla söylenebilir.
Bu gelişmeler yaşanırken İsrail’in merkez sağ partisi Likud, Doğu Avrupa ve Rusya’dan son dönemde gelen göçmenlerin katkısıyla gelişmesi hızlanan dinci partilere, akımlara dayanarak iktidara gelebilmek için taviz üzerine taviz veriyor, bu akımların gelişmesini kolaylaştırıyordu.
Böylece, işgal edilmiş topraklarda yerleşimlerin devamı, Kudüs’ün yönetimi, hem Müslümanlar hem de Yahudiler için kutsal olan Tapınak Tepesi - Mescidi Aksa’nın kullanımı, “barış süreci” gibi konularda dinci yaklaşımların etkisi giderek artıyordu.
Filistin-İsrail sorunu esas olarak bir toprak parçası üzerinde iki halkın hak iddia etmesinden kaynaklanıyor. Eğer iki halkın yaklaşımı ulusalcı-seküler bir eksende şekillenirse, toprak gibi maddi bir varlık eninde sonunda paylaşılarak bir çözüme ulaşılabilir; barış, güvenlik sağlanabilir. Ama sorun bir toprakulus sorunu olmaktan çıkarak her iki halk için de “kutsal” olanın korunması sorununa dönüşürse, paylaşma, uzlaşma dolayısıyla barış olasılığı ortadan kalkar.
Geçen ay Kudüs’te Tapınak Tepesi-Mescidi Aksa’nın kullanımı üzerinde başlayan çatışmalar geçen salı günü, 1967 sınırı içindeki bir sinagogu basan iki Filistinlinin, ibadet etmekte olan dört kişiyi kasap bıçakları ile öldürmesi, din temelli çatışmaların nelere yol açabileceklerini gösterdiler.
Bu gelişmeler, İsrail devletinin Filistin bağımsızlık hareketini bölme, liderliğini zayıflatma politikasının, liderliklerden bağımsız, cihat ideolojisiyle, kendi başına davranacak, denetim dışı, gençler, örgütlenmeler üreteceğine ilişkin uyarıları destekliyordu.
Hamas Gazze’de şeker dağıtarak sinagog saldırısını kutlarken, İsrail ve Batı medyası, saldırının İsrail devletine değil bizzat Yahudi dinine yönelik olduğunu savunuyor, saldırganların kurbanlarını tabanca yerine, bıçakla öldürmelerinin IŞİD yöntemlerini anımsattığına dikkat çekiyordu. Birçok yazar da İsrail dinci sağında, Filistin ulusundan daha çok İslam dinini hedef alan bir söylemin geliştiğini vurguluyordu.
Filistin-İsrail arasındaki toprak sorununun, bir din savaşına dönüşmesinin, Ortadoğu düzeninin tabutuna son çiviyi çaktığını savunmak hiç de zor değil.
Ergin Yıldızoğlu
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/148465/Ortadogu_Duzeni_Cokerken....html
İnsan eline yeni bir kitap aldığında ilk ne yaparsa ben de onu yaptım; kapağına göz attım, ters çevirdim ve arkadaki yazıyı okumaya başladım. Ama daha ilk kelimeleri okurken aşağılarda bir cümleye kayıverdi gözlerim: Günümüzde Kırklareli'nde Yahudi nüfusunun altı kişiden ibaret olduğu yazıyordu. Bingo! Büyük bir araştırmacı gazetecilik olayı gerçekleştirmeme gerek kalmadan bulmuştum işte! Kendisi de Kırklarelili bir Yahudi aileden gelme olan Erol Haker'in bu keşfimdeki katkısı bununla kalmamış, röportaj yapacağım insanların tek tek isimlerini ve telefon numaralarını da İsrail’den nazik bir e-mail'le bana ulaştırmıştı. Onları da yapmak istediğim çalışmayla ilgili bilgilendirince, geriye bir tek Kırklareli'ne gitmek kalmıştı, işte işin o kısmını ben yaptım.
Erol Haker’le İstanbul’da kitabı üzerine görüşmek için buluştuğumuzda, onu düzeltmiştim bile: Altı değil sekiz kişilerdi. Altısı 70'inin üzerinde, ikisi 50'lerinde. Sinagogu gerçekten açamıyorlardı azlıktan. O zaman Kırklareli'nin Cumhuriyet Caddesi'nde bir tek Yahudi manifaturacı vardı; Salamon Baruh. 80 yaşındaydı. Tiril tiril takım elbisesi içinde karşılamıştı beni. Konuşurken, açık renk tüvit ceketinin cebine kırmızı mendilini, gömleğinin yakasına kırmızı kravatını özenle takmış Yesua Kaneti girmişti içeri. 77 yaşındaydı. Sonra hepsiyle tanıştık; yarım asırdır küçük sinagogun hahamı olan 81 yaşındaki Hayim Abravamel, Salamon Baruh'un eşi Beti (74), Haham Abravamel'in eşi Viktorya (74), eşini 14 yıl önce kaybeden Suzi Alevi (74). Bir de ‘‘genç kuşak'' vardı; Penhas ve Rozi Haleva (55)…
Sohbet başlayınca hepsi özenle şunun altını çizmişti: “Evet cemaat olarak çok az kaldık, ama biz demek cemaat demek değil sadece. Müslüman arkadaşlarımız, onlarla yıllardır süren çok iyi ilişkilerimiz var.” Biri Kırklarelispor için ne kadar severek çalıştığını anlatmıştı, diğeri akraba ve arkadaşlarının da İsrail'de yaşaması için yaptığı teklifleri nasıl reddettiğini… Evet, 50 haneden 5 haneye düşmüşlerdi ama onlar buralıydılar ve ancak ölünce gideceklerdi.
…
Erol Haker de Adato Ailesi’ni merkeze koyduğu kitabında, o 50’den 5’e düşüşün hikayesini anlatmıştı biraz; 1912 yılında 1300 civarında Yahudi'nin yaşadığı Kırklareli'nde, neden şimdi sadece 8 (yazıyla sekiz) kişinin kaldığını… Öyle bir hikayeydi ki, içinde sürgün, aşk, ihtiras, kadın-erkek meselelerinin her bir ayrıntısı, yoksul yıllar, zengin bir hayat, savaşlar, dini baskılar, dahası ırkçı saldırılar, cinayetler, isteyerek ya da zorla göçler, hepsi bir aradaydı. Gerçekti.
1492'den bu yana bu topraklarda olan Adato Ailesi 1800'lerin hemen başında Kırklareli'ne ayak basmış, 1970'lerin sonunda koca aileden geride mezarlar dışında hiçbir şey kalmamıştı. Aslında yaşarken keyifleri çok yerindeydi ama I. Dünya Savaşı, Yunan işgali, Cumhuriyetin ilanından sonra Anadolu'da başlayan Yahudilere karşı hareket, yağmalar, seyahat yasakları, izin vermemişti ki.
1934 ise hepsinden başka bir yıldı. 3 Temmuz pazar günü akşamüstü, eve kışkırtıcı birtakım konuşmalar ulaşmış, Trakya'da Yahudilere saldırıları olacak haberi gelmişti. Hepsi ‘‘biz Türk komşularımızla iyi dostuz, bize zarar gelmez burada’’ demişti. İlk saldırıya uğrayan Simanto oldu; trende altın saatini herkesin gözü önünde, onu tartaklayarak aldılar. O gece evi taşlandı, camlar kırılırken küçük çocukları koltuklarının altına alıp polis karakoluna bakan pencereden ‘‘can kurtaran yok mu’’ diye bağırdı, çıt çıkmadı. Tüm aile, büyük amca Avramaçi'nin evine kaçtı ve kilerde, bir mum bile yakmayarak sabahı sabah etti. Ertesi gün evi yağmalanmış buldular, üstelik gün boyu evden her şey götürüldü. Ertesi gün, hatırlamakta zorlansa da Türk adı almaya mecbur hissedenler dışındaki tüm Adatolar Kırklareli’ni terk etmişti. Kitabın yazarı Erol beyin soyadı bu yüzden Haker’di. Aralarında Müslüman olanlar da çoktu, Türk vatandaşı görülebilmek için! Ama pek işlerine yaramamış, sadece Varlık Vergisi döneminde ‘daha az’ vergilendirilmişlerdi.
Takvimler 1977'ye geldiğinde, Kırklareli'nde tek bir Adato kalmamıştı. 1880'li yıllarda yapılan ve on düğün, üç katı kadar doğum ve sünnet, sayısız cenaze töreni yapılmış ev, 1956 yılında bir bulvara yer açmak üzere istimlak edildi.
Bu röportajdan beş altı yıl sonra Kırklareli’ne yolum düştü. Hürriyet İnsan Hakları Treni’yle gidiyordum ve bir ara havraya uğrarım, diyordum. Öyle olmadı. Sabah trende uyanır uyanmaz birini karşımda buldum: Artık 83’üne basmış Yesua Kaneti! Duymuş, gelmişti. Ondan Salamon Baruh ve Suzi Alevi’yi kaybettiğimizi öğrendim. "Artık 5 kişi kaldık" dedi.
Şimdi merak ediyorum. O gün röportajdan sohbete dönüşen görüşmemizde Rozi, ‘‘Bir medyum bana, 84 yaşında burada Yahudiliği sen kapatacaksın, dedi” demişti. Ardında da eklemişti: “Artık gerisini siz düşünün.''
Onları sık sık düşünüyorum… Hayatım soru sormak, ama şimdi, “Geride kimse kalmış mıdır?” diye sormaya bile korkuyorum. Gerisini düşünmeyenler adına utanıyorum. Ama merak etmediğim şeyler de var; zeytin ağaçlarıyla araları nasıldı, etraflarını betonlarla çevirseler, bahçelerini, oksijenlerini yok etseler ne derlerdi, komşularını polis götürse ne yaparlardı tahmin edebiliyorum çünkü. Onları öldüren, evlerini yağmalayan, vatanlarından kovan Devlet, biz buradakileri de başına taç etmiyor. Rozi dostum, orada mısın?
Emel Armutçu
http://sosyal.hurriyet.com.tr/Yazar/Emel-Armutcu_1111255/makale/-Rozi-dostum-orada-misin_99554
"Neden terzileri sınır dışı etsinler ki" diye sorarken "Neden Yahudileri sınır dışı etsinler ki" diye sormaya gerek görmeyen bir kafa yapısının yansıması değil midir bu?
İsrail hükümetinin onayladığı yeni "Vatandaşlık Yasa Tasarısı"nda İsrail'in "Yahudi halkının ana vatanı ve ulus devleti" olarak tanımlandığını haberlerde okuduğunuz zaman, bu tür gelişmelerin Almanların Yahudi ırkına uyguladığı soykırımdan da kaynaklandığını herhalde düşünmüşsünüzdür. Ve aynı şekilde İsrail Yahudilerinin kendilerine geçmişte yapılanların benzerini, bugün neden Filistinlilere karşı uyguladıklarını da anlamamışsınızdır. Çünkü sözünü ettiğimiz yasa tasarısı Filistinliler tarafından "İsrail devletinin yalnızca Yahudilere ait olduğunu ve Arap vatandaşların Yahudilerle eşit olmadığı, onların ikinci sınıf vatandaş olarak görüldüğü" şeklinde algılanıyor.
Bütün bu gelişmeler zaten kaynayan bir kazan konumundaki Ortadoğu'da dileriz yeni bir sıcak krize dayanmaz. Nitekim dün Hamas'tan yapılan yazılı açıklamada "Bu kanun tasarısı, İsrail'in, Arap dünyasına her anlamıyla hâkim olmak için kullanacağı dini bir savaşın habercisidir" ifadesinin yer alması, muhtemel olumsuz gelişmelerin bir habercisi değil midir?
Bütün bu gelişmeleri izler ve tarih boyutunda da değerlendirirken, bizler de Türkiye'de yaşayan insanlar olarak dersler almayı denemeliyiz. Ve özellikle "Çözüm Süreci"ni sabote etmeyi amaçlayan girişimler karşısında uyanık olmalıyız. Irkçılıktan ve ayrımcılıktan arınmış yeni bir anayasa için hazırlık yapmalıyız.
Mehmet Barlas
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/barlas/2014/11/25/filistinlilerin-anavatani-neresi-acaba
Netten okumalar
http://leventerturk1961.wordpress.com/2014/11/20/turkiye-yahudileri-ve-soykirim-yillari-1-giris/
http://leventerturk1961.wordpress.com/2014/11/21/turkiye-yahudileri-ve-soykirim-2/
http://leventerturk1961.wordpress.com/2014/11/22/turkiye-yahudileri-ve-soykirim-yillari-3/
http://leventerturk1961.wordpress.com/2014/11/23/turkiye-yahudileri-ve-soykirim-yillari-4/
http://leventerturk1961.wordpress.com/2014/11/24/turkiye-yahudileri-ve-soykirim-yillari-5/
http://brtrsm.blogspot.com/2014/11/berlin-yahudi-muzesi-yahudi-muzesi.html
http://www.diken.com.tr/hamastan-israile-tehdit-gibi-sarki-arabali-saldirilara-hazir-olun/
http://www.evrensel.net/haber/98053/barut-ficisi-patladi-patlayacak
http://haber.stargazete.com/yazar/shaiden-mossada/haber-970779
Netten seyredin
Mescid-i Aksa gerginliğinden sonra Kudüs'te Sinagog saldırısı, Filistin'in durumu G20 zirvesi Sinan Ülgen, Gazeteci Mehmet Akif Ersoy ve Prof. Dr. Mensur Akgün ile tartışıldı
http://tv.haberturk.com/programlar/video/dunyanin-isleri--19-kasim-carsamba-12/129629
http://tv.haberturk.com/programlar/video/dunyanin-isleri--19-kasim-carsamba-22/129630