Koç Üniversitesi Medya ve Görsel Sanatlar Bölümü’nde fotoğraf eğitimi veren Laleper Aytek ile konuşmak üzere ‘Non Paris’ fotoğraf sergisindeyiz...
Aklında bu proje ile defalarca Paris’e gidip gelmeler, Fransız Kültür Merkezi ve merkezin Müdürü Berenice Gulmann ile Kültürel Etkinlikler Sorumlusu Ekim Öztürk’ün desteği, Coşar Kulaksız’ın küratörlüğü, Laleper’in hayalinin gerçeğe dönüşmesine katkı sağlamış. Işığı, açıları, siyah beyazın içindeki renkleri ve izleyicinin gözü önünde gerçekleşen yaşam ‘an’ları ile ‘Non Paris’ sergisi, 31 Ocak’a kadar Fransız Kültür Merkezi’nde.
İçerisi kalabalık, dışarısı daha da kalabalık. Dışarısı Taksim, İstiklal Caddesi Fransız Kültür Merkezi’nin önü… İçerisi; Paris… Ama bir başka Paris bu sefer. Defalarca gitmiş olmanıza rağmen, belki de hiç görmediğiniz bir Paris. Dışarı bakıp içeri görmek... Bazen bir ters açıda, siyah beyazın kontrastında, hareketin fluluğunda... Görünenin anlaşılmazlığında, gözün uzantısındaki objektifin önünde bir şehrin dansında... Bir Paris var sergide Paris değil... Hem Paris, hem Paris değil. Her zaman hareket halindeki fıkır fıkır şehrin durağanlığında... Durağan olanın sonsuz bir döngüde gözden kaçışında... Görme biçimlerinin arayışında. Sıradan bir şehir gezgininin bakmadığı açılarda. Bir brasserie’nin ayağınızın altından kayarmış gibi hissettiğiniz yer karolarındaki netlikte ve hareketin fluluğunda... Düşüncenin sonsuz akışta hareketinde. Ve sonsuz görsel verinin seçici algı ile yönlendirilmesinde. Neyi görürsünüz bir şehirde gezerken? Neyi seçer gözümüz görmeyi? Neyi seçer algınız görmemeyi? Neye göre seçer beyin algıyı? Neyi görür sanatçı? Gördüğü, ondan yansısa da, ne kadarı ondandır? Ne kadarı sanatçıdan, ne kadarı izleyicidendir? Belki de Laleper’e bırakmalı esas sözü: “Yerineyim; gönlünüzdeki bir yaranın, bilinmeyen bir sızının? Belki bir son. Belki bir soru. Ya da hiç kimse siz”
Bu sözlerin yazarı Laleper Aytek’in Fransız Kültür Merkezi’nde açtığı Non Paris fotoğraf sergisindeyiz. Bazı fotolardaki ufak detaylara baksak herhangi bir şehir olabilir gezdiğiniz. Bazı detayları ise ancak şehirle tanışıklığı olan bilir. Dikkat etmemiştir belki yaşarken ya da gezerken. Oysa fotoğrafta gördüğü an “İşte Paris!” diye seslenir algısı. Siyah beyaz fotonun ışığı bile Paris’i çağrıştırır yağmurlu bir günde. Metro penceresindeki yağmur damlalarının ardında silik bir şekilde seçilen şehir silueti ya da yağmurdan sonra çıkan güneşe yüzünü kaldırıp enerjisini içine çekercesine evrene genişleyen adamın ifadesinde… Tişört herhangi bir şehirde 20 Euro olabilir ya da slip 10 Euro. Ve herhangi bir şehre bakarken en çok içine bakar sanatçı. Farklı bakış açılarının arayışında, en çok da kendi farklılığının arayışında, belki hiç sevmediği bir şehirde tam da kendini bulur.
“Benim de fotoğraf çekerek yapmaya çalıştığım bu aslında” şeklinde açıklıyor Laleper, “Burada bir şaşırtma, bir heyecan, bir aykırı durum yaratmak. Ama aykırı bir durum derken hiç görülmemiş bir şeyi fotoğraflamak anlamında değil. Tam tersine, aslında herhalde hepimizin önünden geçen görüntüler... Paris’te, İstanbul’da, Kars’ta, nerede olursa olsun. Ama onu da hayatın bir parçası olarak almak ve anlatmak bir miktar. Dolayısıyla fotoğrafa güzel, muhteşem ve mükemmel görüntüler, böyle resimsel bir şey atfetmeden, hayatın herhangi bir parçası gibi çekiyor olmak. Burada illa altın kural denen, üçte bir oranlarda bölmeler falan gerekmiyor diye düşünüyorum. Tabii biliyorsun bunu, öğreniyorsun önce, sonra bırakmak lazım. Sonuçta kendi altın kuralın ne? Sen neyi yapmak istiyorsun? Hani sen konuşurken neyi yapıyorsun? Ben çekerken neyi yapıyorum? Ya da birisi bir şiir yazarken, bir şarkı söylerken... Birisi öyle bir tonda söylüyor ki şarkıyı, o ton daha önce hiç kullanılmamış, hiç söylenmemiş bir söze dönüştürüyor söylediği o aslında çok da bilindik şarkıyı.”
Hatta bazen bütün bilinen kuralları yıkıyor sanatçı ve bambaşka bir güzellik çıkıyor. Kendi içinde yine farkında olmadığın bir altın kural var sanki orada.
Aynen öyle. Var. Mesela bu sergide şöyle bir şey oldu. Fotoğrafları ben çektim, ben seçtim, kitabı ben hazırladım, tasarımı da ben yaptım. Çünkü çok içindeydim işin. Sonra bu serginin küratörlüğünü, duvar yerleştirmesini Coşar Kulaksız yaptı. Onunla sürekli konuştuk. O düşündükçe, yaptıkça benimle paylaştı. Ama sonuçta bu sergideki yerleşimle kitaptaki yerleşim arasında bir bağlantı yok. Tabii aynı fotoğraflar ama o tamamen bambaşka bir kurgu yapmış ve ben bu kurguyu duvarda asılı görünce, ben de bambaşka bir şey okumaya başladım. Bunu bir küratör yapıyorsa belki gelen bir izleyici ya da her izleyici kendine ait bir şey yapacaksa, o zaman işte herkesin kendine ait bir görsel hikâyesi, dili çıkabiliyor. Ya da o içerde yazılı olan şiir. Çok tarifli, tanımlı bir şiir değil, herkes kendisine kendi ile ilgili herhangi bir konudan pay çıkarabilir. İlla fotoğraf üzerinden bir şey çıkarması gerekmiyor. Biraz galiba yapmaya çalıştığım o anlamda zamansız olsun, mekânsız olsun, kimliği olsun ama herkes kendine ait bir kimlik çıkarabilsin şeklinde bir şey.
Sen açıları da çok farklı kullanmışsın, durağanlık ve hareketin karşıtlığını vermişsin. Yaşarken bir sürü şey oluyor etrafımızda ama kendi içsel halimizden dolayı kimini görüyoruz, kimi kayıp geçiyor gözümüzün önünde.
Yukarıda ve aşağıda bakış açıları var. Tam da bunu yapsa çok iyi olur diye düşünürüm bir fotoğraf sergisi ya da bir fotoğraf. Birisi karşılaştığında kendi okumasını getirmeli. Belki ocak sonunda gelsen başka bir ruh hali ile başka bir okuma çıkacak. Tanımlamadıkça bence zenginleştiriyoruz. Yani onun altına ben tanımını yazsaydım, tarif etseydim fotoyu o zaman izleyicisini o tanıma hapsetmeye başlayacaktım.
Ancak ister istemez bir gazeteci bunu yazdığı anda okura bir tanım sunuyor, sergileri gezip yazanın çelişkisi de orada başlıyor. Çünkü anlatmak gerek.
Doğru. O yüzden ben resim altına ne tarih koydum, ne yer ismi koydum, ne başka bir not ekledim. İzleyici için çok fazla tarif edilmiş olmasın diye.
Sergi siyah beyaz fotoğraf üzerine kurgulanmış. Bildiğim kadarıyla zaten siyah beyaz ağırlıklı çalışıyorsun. Ama buna rağmen bir renk var, bir ışık var fotoğraflarında.
Anders Petersen isimli bir İsveçli fotoğrafçı, “Siyah beyaz, fotoğrafçının kendi renklerini fotoğrafa katmasını sağlayan bir türdür” der. Oraya sen kendi rengini koyuyorsun, renkliden daha farklı bir şekilde. O renkler grinin tonları da olabilir, belki renkli de olabilir. Belki orada renk görmesen de senin için bir rengi olabilir. O bence katmanlaştırmayı, yani görüntüdeki katmanı daha fazlalaştırıyor. O yüzden siyah beyaz çekiyorum.
Fotoğrafçı bunu nasıl yapıyor? Işıkla mı?
Hepsiyle beraber. Yani ruh haliyle, o anda, o sırada neler yaşıyor, ne düşünüyorduysa, bir sürü şeyle yapabiliyorsun ama ben epey bir zamandır siyah beyaz görerek çekiyorum. Öyle istiyorum. Yani makinada da öyle ayarlıyorum. Siyah beyaz görerek yapıyorum. O bana daha iyi geliyor.
Baktığın zaman siyah beyaz mı görüyorsun?
Algılayabiliyorum. Neyi ne yaparsam buradaki ışıkla ya da gölgeyle neyi ne kadar verebilirim? Ona eğitiliyor gözün bir süre sonra; hem başkasının fotoğrafını görerek hem sen çekerek ve bakarak göz eğitiliyor, dolayısıyla o kadrajı yakalıyorsun. Bir de Paris’in ışığı, sonradan fark ettim, hakikaten çok farklı. Baharda sonbaharda tarih boyunca bildiğimiz o Fransız fotoğrafçıların işlerine bakıyorum, hakikaten çok farklı imiş.
Bugün artık herkesin elinde bir akıllı telefon; herkes fotoğraf çeker oldu. Fotoğraf sanatçısıyla, sıradan fotoğrafçı birbirine bir anlamda yaklaştı.
Bence bugünkü fotoğraf algısıyla her şey ciddi bir dönüşümde. Fotoğrafla ilgili izleyicinin yaklaşımı da çok farklılaştı. Şu anda telefonlarla herkes çekiyorsa, herkes fotoğraf eğitimine gidiyorsa, herkesin elinde büyük profesyonel makineler varsa bile, bence fotoğrafı algılamada da farklı bir dönem başladı. Eskiden böyle fotoğraf sergisi açılır mıydı? Hiç açılmazdı. Galeriler açmazdı zaten. Ayrıca çağdaş sanat içinde de fotoğrafın yeri değişmeye başladı. Bir takım sanatçılar fotoğrafı kendi kavramsal işlerini anlatmak için de kullanıyorlar, ama fotoğraf da tek başına artık yavaş yavaş yer almaya başladı. Bir de sanıyorum artık şöyle bir şey var; Türkiye’deki o geleneksel, bence artık çok eskimiş fotoğraf anlayışından da insanlar kurtulmaya başladılar. Herkes belli bir doyum noktasına geldi. Artık farklı bir şey yapılması algısı hayatın içinde. O algı, ülkemizde de fotoğraf yaklaşımını çok değiştirmeye başladı. Dünya böyle zaten. Dünyanın en büyük fotoğrafçılık fuarlarından biri olan Paris Foto’ya gittiğin zaman yüzde yüz fotoğraf görüyorsun. İlla kavramsal sanat görmek zorunda da değilsin. Ama Kız Kulesi fotoğrafları, sümüklü çocuk fotoğrafları öyle, artık eskimiş tamamen dışarıdan bakan fotoğraflar da görmüyorsun. Artık her fotoğrafçı kendi kendisiyle de uğraşıyor çünkü. Hayatı yapan şeyler, sadece Kız Kulesi, Boğaz Köprüsü, balıkçılar değil. Kediler, kuşlar, köpekler, çiçekler değil. Yere düşmüş bir insan, sarhoş bir kadın, bana küfreden bir adam yahut akıl hastanesinde yaşayan bir insan... Bunların hepsi hayatımızda yaşayan insanlar ama biz illa bir güzelleştirme çabası içinde olduğumuz için sanki onlar yokmuş gibi davranabiliyoruz. Mesela Jane Evelyn Atwood’u düşün. Bu kadın Avrupa ve Amerika’daki kadın hapishanelerinde fotoğraf çekme izni almak için on yıl uğraşıyor! On yıl! Düşünsene, ben şimdi başlasam on yıl sonra vazgeçerim! Sonra içeriye giriyor. Röportajlar yapıyor, fotoğraflar çekiyor. Hayran kaldım. O kadınlar ve içerideki dünya! Hapis halindeki dünya da dünyamızın bir parçası ama biz onları yok sayarız. Onlar yaşamıyorlar sanki. Bu dünyamızın içinde değiller. Başka şeyleri görmek, pırıldayan güneşi, çiçekleri, böcekleri görmek daha kolay geliyor.
Güneş, çiçekler böcekler kolay olanı... Bizi mutlu ediyor. Diğerleri derin sorgulamaları getiriyor tabii...
Ancak o da hayatın bir parçası. Bizse bu ayrımı görmekten hep kaçıyoruz. Oradan farklı insanlar farklı bir şey okuyacak. İlla öyle acıklı ve hüzünlü bir şey olması gerekmiyor ya da hapishanenin içinde öyle bir durum varsa, onu da görmezden gelmek gerekmiyor. O insanlar yaşıyorlar. Ben şunu diyorum: duygu sömürüsü yapmadan bu tür şeylerin görünmesi ve anlatılması lazım. O da o fotoğrafçının bakışı.