27 Ocak Uluslararası Holokost Kurbanlarını Anma Günü kapsamında bu yıl ilk kez Ankara’da anma töreni düzenlendi. Törene katılan TBMM Başkanı Cemil Çiçek, konuşmasında, İsrail-Filistin meselesine değindi. Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in de katıldığı törene Başbakan Ahmet Davutoğlu da bir mesaj gönderdi.
Fotoğraflar Burcu Çakmak
İlk durak Anıtkabir
Törene katılmak için Hahambaşı Rav İsak Haleva önderliğinde Ankara’ya giden kalabalık bir cemaat heyeti, ilk önce Anıtkabir’i ziyaret ederek, Atatürk’e saygılarını sundu. Heyet adına Anıtkabir defterini imzalayan Rav Haleva, “Asırlardır bu ülkede yaşayan Musevi inançlı TC vatandaşları olarak, manevi huzuruna geldiğimiz bugün, devletimize ve Cumhuriyetimize olan derin bağlılığımızı bir kez daha ifade ediyor; ülkemizin ve devletimizin bölünmez bütünlüğüne olan sarsılmaz inancımızı, Cumhuriyetimizin geleceğine olan güvenimizi bir kez daha teyit ediyoruz,” yazdı.
Tören Bilkent’te
Bilkent Üniversitesi’nde gerçekleşen törende ise Rektör Abdullah Atalar, İTÜ Öğretim Üyesi Doç. Dr. Umut Uzer, Uluslararası Holokost Anma İttifakı Türk Heyeti Başkanı Büyükelçi Ertan Tezgör, Türk Musevi Cemaati Başkanı İshak İbrahimzadeh birer konuşma yaptı.
TBMM Başkanı Cemil Çiçek de yaptığı konuşmada, “Musevi vatandaşlarımızın İsrail Devleti’nin politikaları nedeni ile haksız itham ve nefret suçlarına maruz kalmaları nedeni ile onların hak ve özgürlüklerini korumak boynumuzun borcudur,” dedi. Çiçek şu ifadelere yer verdi:
“2. Dünya Savaşı sırasında yaşananlar, ırkçılık ve ayrımcılıkla mücadele edilmediği takdirde ne gibi felaketlere yol açılabileceğinin en açık örneğidir. Bu büyük felaketin müsebbibi olan Nazi ideolojisini besleyen ırkçılığın ve ayrımcılığın maalesef günümüzde de çeşitli adlar ve görünümler altında devam ettiğini görüyoruz. Fransa’daki terör saldırılarını, 40 binden fazla insanını teröre kurban vermiş milletin ferdi olarak kınadık ve kınıyoruz. Terör, önüne ve arkasına cümle koymadan hepimizin şiddetle kınamak durumunda olduğu insanlık suçudur.”
Teröre karşı uluslararası kamuoyunun teröre karşı ortak bir sorumluluk göstermesi gerektiğini vurgulayan Çiçek, “Filistin’de, Nijerya’da, Yemen’de teröre karşı ortak bir tavır” sergilenmesi gerektiğini dile getirdi.
İsrail – Filistin meselesini de konuşmasında gündeme getiren Meclis Başkanı, “Filistinlilerin hakları, hukukları, egemenlikleri verilmediği, bağımsız bir Filistin Devleti kurulmadığı sürece Ortadoğu’da kalıcı bir barış sağlanamaz” dedi. “İsrail hükümetinin son zamanlarda Kudüs’ün statüsünü zorlayan, Mescid-i Aksa’ya ve Kudüs’e yönelik saldırıları saygısızca tutum ve davranışları bölgede kanayan bir yara olmaya devam ediyor,” diyen Çiçek, “Gazze’de 2000 kişinin öldüğünü, Mavi Marmara’da yaşananları görmemek mümkün değil” dedi.
Bilkent Piyano Üçlüsü, Soprano Linet Şaul ve Piyanist Jerfi Aji’nin de müzik dinletileri sunduğu anma programının sonunda mum yakma töreni için salonda bulunanlar ayağa kalktı. Türkiye Musevileri Hahambaşısı Rav İsak Haleva öncülüğünde Büyükelçi Ertan Tezgör, Rektör Abdullah Atalar ve Ulus Özel Musevi lisesi öğrencilerinin de bulunduğu grup tarafından Holokost kurbanları anısına mum yakıldı. Rav Haleva, mum yakarken, "Dünyamız, böylesi vahşete bir kez daha tanık olmasın" temennisinde bulundu.
İSHAK İBRAHİMZADEH: “Tarihinin en karanlık döneminden 70 yıl sonra bugün yaşananlardan ders almış olarak yarınlarımızın önünde durabiliyor muyuz?”
Törende bir konuşma yapan Türk Musevi Cemaati Başkanı İshak İbrahimzadeh, 2.Dünya Savaşı sırasında yaşanan acı olayları kendi ailesinden örneklerle hatırlattı.
Savaş yıllarında Türkiye’de olduğu için Holokost yaşamamış bir ailenin çocuğu olduğu için şükrettiğini ifade eden İbrahimzadeh o günleri yaratan söylemlerin, ithamların, provokasyonların bugünlere uyarlanmış olan şekillerinin korkusu ve tehdidini hissettiğini de belirtti. İshak İbrahimzadeh’in konuşmasında şu şekildeydi:
“Stella 1930'ların başında Leon ile evlenerek Paris'e yerleşti. Çocukları Nelly ve İrene Fransa'da doğdular. Nazilerin istilası ile hayatları bir anda değişti. Fransa vatandaşı olan Leon 1940'ta iki kardeşiyle Drancy'e, çalışma kampına yollandı.
Stella'nın Türk vatandaşlığı da olduğundan ona dokunmadılar. Kızlarıyla çok zor şartlarda Paris'te Leon'un dönüşünün özlemiyle yaşamaya devam etti. 1944'te Almanlar savaşı kaybedeceklerini anladıklarında hangi ülkenin vatandaşı olduklarına bakmadan tüm Yahudileri toplama kamplarına sevk etmeye başladılar.
Türk diplomatların yardımı ile çocuklarını Türk pasaportuna kaydettirebilen Stella, son anda Türk Hükümetinin yolladığı "Doğu Ekspresine" binerek Auschwitz yerine İstanbul Balat'ta yaşayan kız kardeşi Roza'nın evine yerleşti.
Savaşın bitimiyle 1946'da geri döndüler ve bir şekilde Drancy'den kaçabilen ama bir kardeşini de Auschwitz'de kaybeden babalarını da buldular. Bastırılmış hatıraların gölgesinde yaşamaya devam ettiler.
Anneannem Roza'nın kız kardeşi Stella'yı, çocukları Nelly ve hikâyesini telefonda 15 gün evvel gözyaşları ile ilk defa anlatan büyük halam Irene'le birlikte birçok Yahudi'yi büyük bir özveri, sorumluluk ve inisiyatif kullanarak kurtaran diplomatlarımıza teşekkür ediyor, hepsini saygı ile anıyorum.
Gene aynı dönemde maalesef aynı şekilde bir sorumluluk, özveri ve inisiyatif gösterilememesi sonucu ölümün karanlığına terk edilerek batan Struma ve diğer gemilerin yolcularının anılarının önünde de saygı ile eğiliyorum.
Tohumları 1925 yılında gene antisemitizm zehrinin verildiği ‘Kavgam' kitabı ile atılan, dünyanın tepkisiz kaldığı Kristal Gece ile yaklaşmakta olan felaketin son alarmını veren, 11 milyonu gaz odalarında 55 milyon insanın savaşta ölümü ile vahşete dönüşen ve sonrasında şekil değiştirerek, korku ve paranoyanın insanlığı esir aldığı soğuk savaşın Berlin duvarının yıkılmasıyla bittiği tarihinin en karanlık döneminden 70 yıl sonra bugün yaşananlardan ders almış olarak yarınlarımızın önünde durabiliyor muyuz?
Bu topraklarda Holokost yaşamamış bir ailenin çocuğu olarak şükrederken, burada bu salonda yaratılmış olan birlikteliğin kuvvetine rağmen, neden halen o günleri yaratan söylemlerin, ithamların, provokasyonların bugünlere uyarlanmış olan şekillerinin korkusu ve tehdidini de hissederek konuşmamı yapıyorum?
Yaşadığımız acı gerçekleri sofistike yöntemlerle çözmeye çalıştığımızı zannedip çözümsüzlüğe iterken, davalarımıza birer mağdur yaratıp taraftar toplayarak hakiki mağduriyetleri tek taraflı yaklaşımlarla suçun sebebi haline getirdiğimizde daha derin acılara yol açıp inançlarımıza ve insanlığa daha büyük zararlar vermiyor muyuz?
Toplumsal sorunlarımızı ve hatalarımızı görmekte öncelikle özeleştiri yoluyla ilerleyip hepimizin özlemi olan özgürlüğün ancak onu en etik şekilde tanımlayabildiğimiz, özgürlüğün istediğimiz her şeyi yapmaya özgür olduğumuz anlamına gelmediğini, ancak farklılıkların hassasiyetlerinin sorumluluğu ile özgürlüğün özgür olabileceğini ve bunun yalnızca eğitim ile sağlanıp, güçlünün adaleti ile değil, adaletin gücü ile korunabileceğinin farkındalığını neden bu kadar çabuk kaybettik?
Ekonomik anlamda globalleşip, iletişim alanında bütünleşirken, neden en önemli ortak paydamız olan ‘etik özgürlüğe’ aynı değeri veremedik?
Hâlbuki biz semavi inançların mensupları hepimize bu yolda örnek olmuş, bu yolu dünyamıza kazandırmış olan Hazreti İbrahim'in, bizim onu bildiğimiz şekliyle ‘Avraham Avinu’nun ‘Avraham babamızın' çocukları değil miyiz?
Bütün hayatını insanlığa sevgi dağıtmaya adamış olan Hazreti İbrahim'in ve onun Tanrı'sının dünyasında Holokostlar yaşamamak ve yaşatmamak için biz çocuklarına verecek bir mesajı yok muydu?
Öğretimiz bizlere Avraham Avinu'nun tarihin en tehlikeli diktatörlerinden biri olan Nemrut'un zamanında yaşadığını anlatır.
Hırslarının mutlak doğrusu peşinde Yaratanı yok etmek üzere totaliter bir dünya hedefleyen Nemrut'a, Tanrı daha ilk anda bizzat müdahale ederek hayali vaatlerle beyinleri yıkanmış, özgür iradelerini kaybettiklerinin farkındalığını yitirmiş insanların zihinlerine etki yaparak düşüncelerini farklılaştırmış, hatta aralarında birbirlerini anlayamayacaklarında bulunduğu topluluklar haline getirerek insanlığı kurtarmıştır.
Böylece Yaratan bizlere bir taraftan insanlığın varlığını tehdit edecek oluşumlara karşı en etkili ve en hızlı şekilde önlem alınması gerekliliğini öğretirken diğer taraftan da farklı olanların aralarında her zaman mutabakat olmasa da, her şeye rağmen birbirilerine sahip çıkmaları gerektiğinin mesajını vermiştir.
Nemrut'a karşı durabilmiş tek insan olmasına rağmen Tanrı'sının varlığının yolunda ilerlemek için yola çıkan ilk insan olan Hazreti İbrahim'e de öncelikle kendi nefsine yapacağı bir yolculuk emretmiştir.
Kendisini sorgulayarak, özeleştiri yoluyla iç huzuruna kavuşabildiği, önyargılarını yıkabildiği, hoşgörüyü bir hayat yolu olarak içselleştirebildiği sürece kolektif bilincinin üzerindeki yaratanına ulaşabileceğini Avraham Avinu'ya söylemiştir.
Bu yolda yürüyen Hazreti İbrahim kim olursa olsun yabancılara her zaman kapılarını açarken, onlara hiç bir zaman yabancı olduklarını hissettirmemiş,
Sodom gibi ahlaki değerleri kaybolmuş bir şehri yok etmemesi için Tanrı ile tartışmış, şehirde 10 tane dürüst insan bulunamamasının şehri yok etme sebebi olmasının acısını yaşamış
Tanrısı kendisinden oğlunu O'nun adına kurban etmesini istediğinde bir an bile tereddüt etmemiş ve hayatın en büyük dersini de Tanrı'sının ona çocuklarımızı Tanrı'ya dahi kurban etmemizi istemediğini, ancak içimizdeki ‘ego'larımızı kurban ederek çocuklarımıza yaşamı seçecekleri bir dünya teslim etmemiz gerektiği mesajı ile almıştır.
Bizler de onun yolundan giderek dünyamızda halen eksikliğini yaşadığımız sevgi ve anlayışı getirebilmek için öncelikle inançlarımızın içinde yarattığımız karanlık melekleriyle mücadele edebilmeli ve yaratanımızın kendi içinde mekân açarak yarattığı insanlığa aynı farkındalıkla yer açabilmeliyiz.
Semavi inançların temsilcileri bizler cehalet yerine fırsat eşitliğini ve evrensel etik değerleri, sahip olduklarımızın çokluğu ile değil ancak paylaşabildiklerimizin zenginliği ile saygın bireyler ve toplumlar olabileceğimizi, her ne şart olursa olsun savaşı bir seçenek olarak görmek yerine barışın bekçiliğini yapan toplumlar yetiştirmemiz gereken bu hayat yolunu en küçük yaşlardan, en geniş sınırları ile aynen burada rahmetle anmak istediğim Sayın İhsan Doğramacı'nın örnek olduğu gibi eğitim sistemimizle de bütünleştirerek yaşam hedefimiz haline getirebilmeliyiz.
Böylelikle gaz odalarında yok edilen Yaratan'ımızı tekrar yaratabilir ve O'nu içimizde yaşatabiliriz.
Biz Avraham Avinu'nun çocukları, büyük acılar yaşamış olsak da, mutlak olanın doğrusunu aramaya, dünyamıza barış, anlayış ve kardeşlik gelene kadar hatalar da yapabileceğimizin bilinciyle devam edeceğiz.
Holokost'a ve insanlığın yaşamış olduğu tüm acılara verebileceğimiz en iyi cevap da yarınlarımıza, çocuklarımıza yaşanmış olanları yaşatmamaktır.
Onun içindir ki Holokost'u unutturmamalıyız ve en önemlisi yaşananları yaşattırmama sorumluluğunun elimizde olduğu gerçeğini hiç unutmamalıyız...
Bunu da başarabileceğimize hem inanıyoruz hem de biliyoruz, yeter ki farklılıklarımızın zenginliği ile birbirimize sahip çıkalım ve el ele tutuşup birlikte yürüyebilelim.
Hepsinin anıları önünde saygı ile eğiliyorum.”
BİLKENT ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ ABDULLAH ATALAR: “İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan bu insanlık trajedisinin ve benzer ırkçı hadiseler liselerimizde tarih derslerinde okutulmalı”
Fotoğraf Sanatçısı Alberto Modiano’nun ‘Holokost Simgeleri’ sergisi sonrasında başlayan anma töreninde ilk konuşma Bilkent Üniversitesi Rektörü Abdullah Atalar tarafından gerçekleştirildi. Atalar konuşmasında “Holokost’un bugün bütün insanlar tarafından bilinmesi ve Holokost kurbanlarının anılması, insanların ırk, din, renk, siyasi görüş veya cinsel tercih ayrımı yapmadan birbirlerinin farklılıklarını toleransla karşılayıp barış içinde yaşayabilmesi için çok önemlidir” diyerek Holokost konusundaki hassasiyetini dile getirdi. Konuşmasının ikinci bölümünde ise Nazi teröründen nasibini alan Yahudi bilim adamları ile ilgili ve sonucu Bilkent Üniversitesi’ni de ilgilendiren bir hikâyeyi dinleyicilerle paylaştı:
Çocuk Doktoru Prof. Albert Eckstein’in görev yaptığı Düsseldorf Tıp Akademisi’ndeki işine 12 Haziran 1935 tarihinde Adolph Hitler imzalı bir mektup ile son verilir. Eckstein bunun üzerine Türkiye Cumhuriyeti’nden aldığı teklifi kabul ederek Eylül 1935’te Ankara Numune Hastanesi’nde ailesiyle gelerek göreve başlar. Hanımı pediatri uzmanı Erna Eckstein ile birlikte 1937 yılından başlayarak İç Anadolu, Karadeniz, Akdeniz ve Ege bölgelerinde 25 vilayeti dolaşarak yüzlerce köyde incelemede bulunur. Çektikleri binlerce fotoğraf bugün bile en iyi folklorik Anadolu arşivi olarak kabul edilmektedir. 1938 yılında Manisa Valisi Lütfi Kırdar’ın evinde valinin yeğeni tıp tahsilini yeni tamamlamış olan İhsan Doğramacı ile karşılaşır. Doğramacı Eckstein’in tavsiyesi ile çocuk doktorluğu ihtisası yapmaya karar verir ve onun Numune Hastanesi’nde asistanı olur. Prof. Eckstein’in çabalarıyla Türkiye’de çocuk ölüm oranı o dönem büyük düşüş göstermiş ve Profesör 15 yıl boyunca Türkiye’ye büyük hizmet etmiştir. Kendi çekmiş olduğu bir köy kadının fotoğrafı ise 10 liralık banknotun üstüne basılmıştır. 1945 yılında Ankara Tıp Fakültesi’nin çocuk hastalığı kliniğine direktör ve profesör olarak atanır. Ankara Üniversitesi Çocuk Kliniği’ni kurar ve asistanlar yetiştirir. 24 Aralık 1949’da Hamburg Üniversitesi’nde çalışmak üzere Ankara’da son dersini verir ve muhteşem bir merasimle uğurlanır. Bu törende Eckstein der ki “Alman Devleti’nden davetiye aldım. Savaş dolayısıyla Almanya’da deneyimli doktor azaldı. Ülkemin bana ihtiyacı var.14 yıl içinde farklı ülkelerden altı kez davet aldım ancak ikinci yurdum Türkiye’den ayrılamadım. İki doçentim ve asistanlarım beni aratmayacaktır. Ankara’da Orta Anadolu için 300 yataklı bir çocuk hastanesini mutlaka kurunuz.”
Türk kökenli Irak vatandaşı İhsan Doğramacı çocuk doktoru olduktan sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne çocuk hastalıkları konusunda araştırma yapmak üzerine gider. Dönüşünde Prof. Eckstein kendisini Ankara Üniversitesi’ne davet eder. O da bunu kabul ederek ailesiyle Ankara’ya yerleşir. Doğramacı daha sonra hocasının dileği olan çocuk hastanesini, Hacettepe ve Bilkent Üniversiteleri’ni kurar. Kurucumuz Doğramacı’nın Ankara’da bulunma sebebi hocası Prof. Eckstein’dır. Bu idealist insana Türkiye çok şey borçludur. Yalnız Prof. Eckstein değil bu şekilde Türkiye’ye gelen 144 kadar Yahudi bilim adamı Türk Üniversite hayatına büyük katkıda bulunmuşlardır.”
Rektör Atalar konuşmasının son bölümünde ise “İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanana bu insanlık trajedisinin ve benzer ırkçı hadiselerin liselerimizde tarih derslerinde okutulması gerektiğini düşünüyorum” diyerek 27 Ocak Holokost Anma Günü’ne olan duyarlılığını salonda bulunanlarla paylaştı.
İTÜ ÖĞRETİM ÜYESİ DOÇ.DR. UMUT UZER: “Holokost’u inkâr eden basın yayın kuruluşları hakkında gerekli yasal düzenlemeler yapılmalı”
Anma töreninde konuşma yapan bir diğer isim ise İTÜ Öğretim Üyesi Doç Dr. Umut Uzer’di. Uzer konuşmasında öncelikle Stanford Shaw imzalı ‘Holokost’ kitabından alıntılar yaparak Nazilerin Yahudileri yok etme ve günah keçisi yaratma projesini dinleyicilerle paylaştı. Ardından Uzer bu karanlık günlerde ülkemizde de haksız uygulamalar çıkarıldığına değindi. Ancak o dönemde dünyada yaşanılanlar düşünülünce Türk Yahudilerinin bir vahşete uğramadığını da sözlerine ekledi. Uzer bu vesile ile geçtiğimiz yıllarda vizyona girmiş ‘Türk Pasaportu’ belgeseli ile gurur duyabileceğimizi belirtti. Türkiye’nin ezilmiş halklara kucak açar geleneğini bugünün Türkiyesi’nde de devam ettirdiğini Suriye ve diğer örneklerle belirten Doç. Uzer Holokost’u inkâr eden basın yayın kuruluşları hakkında da gerekli yasal düzenlemelerin yapılması gerektiğini hatırlattı. Uzer son olarak da tarihimizde bunu yapmadığımız için gurur duyabiliriz derken, Holokost’u tarih derslerinde anlatarak ayrımcılığın nereye varabileceğini en iyi şekilde gösterilebileceğini de sözlerine ekledi.
ULUSLARARASI HOLOKOST ANMA İTTİFAKI TÜRK HEYETİ BAŞKANI BÜYÜKELÇİ ERTAN TEZGÖZ: “Stockholm Deklarasyonu'nun temel ilkeleri çerçevesinde şekillenen ve hükümetler arası bir kuruluş olan ittifakın faaliyetlerine iştirakimiz bize birçok yönden fayda sağlamıştır”
Anma töreninde her yıl olduğu gibi bu yıl da Uluslararası Holokost Anma İttifakı Türk Heyeti Başkanı Büyükelçi Ertan Tezgör bir konuşma yaparak katılımcılara değerli bilgiler sundu. Türkiye'nin 2008'den bu yana Uluslararası Holokost Anma İttifakı'nın faaliyetlerine gözlemci olarak katkıda bulunduğunu belirten ve ittifakın çalışmalara katılan Türk heyetine 2009'dan beri başkanlık ettiğini hatırlatan Tezgör, heyet üyeleri arasında Musevi Cemaati’nin mensuplarının yanı sıra Dışişleri ve Milli Eğitim Bakanlıklarıyla Yükseköğretim Kurulundan da temsilcilerin de yer aldığını bildirdi.
“Stockholm Deklarasyonu'nun temel ilkeleri çerçevesinde şekillenen ve hükümetler arası bir kuruluş olan ittifakın faaliyetlerine iştirakimiz bize birçok yönden fayda sağlamıştır” diyen Tezgör, UNESCO'nun himayesinde kurulan ve Yahudilerle Müslümanlar arasındaki diyaloğu geliştirmeyi de amaçlayan Aladdin Projesi çalışmaları hakkında da bilgi verdi.
Ertan sözlerini ise ‘Ezan,hazan ve çan’ seslerinin birlikteliğini hatırlatarak sonlandırırken çocuk ve gençlere bu konuda verilecek bir eğitimin daha barışçıl bir dünya getireceğini de sözlerine ekledi. Anne Frank ve diğer tüm kurbanları saygı ile andığını belirten Tezgör sözlerine Anne Frank’ın “Öldükten sonra da yaşamak istiyorum” sözleri ile son verdi.
Fotoğraf gelerisi için tıklayın