Ve kamp yaşamının bir başka en trajik anı. Günlerden pazar, yani kampta çalışma günü, temizlik, genel kontrol, duş, tıraş… Çok geçmeden seçme yapılacağı haberi yayılır, gaz odalarına elbette. Poznań gettosundan büyük trenle gelenlere yer açmak gerekmektedir zira. Sağlıklılar kalacak hastalar seçilecek, yok, hayır, Alman Yahudileri ayrılacak, uzmanlar kalacak, küçük numaralar seçilecek büyük numaralar kalacak, sen seçileceksin ben kalacağım… İşte böyle insanı çıldırtıcı bir atmosferde geçer saatler. Sonrasındaysa orkestra eşliğinde yürüyüş, iki saat boyunca aralıksız sayım. Oysa her şey her günkü gibi görünmektedir, mutfağın bacası tütmektedir. Tam çorba dağıtımına başlandığında siren çalmaya başlar. Her gün şafakta çalan siren kalk borusu anlamına gelir, gün içinde çalan ise ‘barakalara kapan’ emridir. Gaz odasına seçilenleri giderken kimse görmesin diye. EBRU ORHAN – www.bianet.org/biamag
Geçmişte olumlu seyir izleyen Türk-İsrail ilişkileri, İsrail’in Aralık 2008’deki Gazze operasyonuyla tepe taklak oldu. Erdoğan Ocak 2009’daki Davos forumunda dönemin İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’e “Siz çocukları öldürmeyi iyi bilirsiniz” diye çıkıştı. İsrail komandolarının Mayıs 2010’da Mavi Marmara yardım gemisini basarak dokuz Türk vatandaşını öldürmesiyle ilişkiler dibe vurdu.
Netanyahu ABD Başkanı Barack Obama’dan gelen baskıları yatıştırmak için Mart 2013’te Türkiye’den özür dileyerek, kayıplar için tazminat ödemeyi kabul etti. Ancak İsrail’in tam da bu yakınlaşmanın ayrıntıları üzerine çalışmalar sürerken gelen son Gazze operasyonuyla ilişkiler bir kez daha gerildi.
İsrail tarafına gelince, İsrail’in Erdoğan’ın demeçlerine yönelik çıkışı da aynı ölçüde öfkeliydi. Dışişleri Bakanı Avigdor Liberman 14 Ocak’ta Avrupa’ya Erdoğan’a açıkça karşı çıkmadıkları için tepki gösterdi. Liberman Avrupalı liderleri tarihi bir hassas noktadan vurarak şöyle konuştu: “Avrupa’nın, Erdoğan ve çetesi gibi anti-Semit ve kabadayı komşularına karşı koruduğu medeni ve siyaseten doğru sessizliği bizi 1930’lara götürür”.
Washington ise İsrail’i tatmin edecek bir sertlikte olmasa da Erdoğan’ın bu demecinden duyulan rahatsızlığı derhal dile getirdi. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Marie Harf 13 Ocak’taki basın toplantısında konuya ilişkin bir soruyu Erdoğan’a “oldukça güçlü bir şekilde” itiraz ediyoruz diyerek şöyle yanıtladı: “Bir ülkenin kimi politikalarına karşı olabilirsiniz ancak bu muhalefeti anti-Semitizm’e kadar götüremezsiniz.” Harf Ankara’nın Hamas’a verdiği desteğe ilişkin ise şöyle dedi: “Türkiye çok yakın çalıştığımız bir NATO müttefiki. Ayrıca Türkiye, Suriye muhalefetinin eğitildiği bir eğitim tesisine de ev sahipliği de yapıyor. Dolayısıyla söz konusu Türkiye olduğunda sizi büyük resme bakmaya çağırıyorum.”
Netanyahu ise Batı’nın Erdoğan’ı açıktan kınamaktaki isteksizliğine duyduğu tepkiyi şu ifadelerle anlattı: “Teröre karşı savaşın, iki yüzlülük üzerine inşa edildiği sürece başarılı olabileceğini düşünmüyorum. Henüz dünya liderlerinden Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sözlerine yönelik bir kınama duymadım.”
Bu sözlü atışmaya daha sonra Davutoğlu ve Erdoğan’ın Baş Dış Politika Danışmanı İbrahim Kalın da katıldı. Paris’teki yürüyüşte Netanyahu’nun yalnızca birkaç metre uzağında olan Davutoğlu İsrail Başbakanı’nı şöyle suçladı: “Paris’te katliam yapan teröristler ne kadar insanlık suçu işlemişse, Gazze’de oynayan çocukları hava bombardımanıyla katleden, Filistinliyi öldürmeyi neredeyse doğal hale getiren, uluslararası sularda seyreden yardım gemisine operasyon yapan Netanyahu aynı Paris katliamını yapan teröristler gibi insanlık suçu işlemiştir.”
Kalın ise Netanyahu’yu Paris yürüyüşünü kendi siyasi emellerine alet etmekle itham etti. Kalın Netanyahu’nun katılımının “zavallıca bir siyasi şov yapma arzusundan başka bir anlam taşımama”dığını kaydetti.
Bu gelişmeler, Mavi Marmara özründen sonra iki ülkenin diplomatları tarafından sağlanan ilerlemeye karşın ufukta bir Türk-İsrail yakınlaşmasının görünmediğini kanıtlıyor. Üstelik, Türkiye kamuoyunun farklı çevrelerinden gelen çıkışlar durumu iyice kötüleştiriyor.
Örneğin, Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek Paris’teki saldırıların ardında Fransız parlamentosunun Filistin devletine verdiği destekten rahatsız olan Mossad’ın olduğunu iddia etti. Gökçek AKP gençlik kollarının kongresinde şöyle konuştu: “İsrail, Avrupa'da bu işin gelişmesini kesinlikle ve kesinlikle istemiyor. İşte onun için bu tip olayların arkasında kesinlikle Mossad var”.
Gökçek’e tepkisini bir mektupla dile getiren İsrail’deki Türkiyeliler Birliği Başkanı Zali de Toleda ise şu ifadeleri kullandı: “Böylesine ciddi bir bilgiyi kimden aldığınızı sorarsam eminim ki cevabını veremeyeceksiniz ama bu gibi söylemlerin İsrail ve Yahudi düşmanlığına vesile olacağını ve genç yaşta çocukların sizi işitince El Kaide veya IŞİD’e dahil olmak isteyebileceklerini düşünemediniz mi?”
Kısacası, bu iklim düşünüldüğünde Türkiye-İsrail ve Türk-Yahudi ilişkilerinin geleceği pek parlak görünmüyor.
Semih İdiz
İsrail, 1973’te Suriye ordusu ile şiddetli çatışmalara sahne olan Golan sınırlarında Hizbullah’ın varlık göstermesini doğrudan kendisine tehdit sayıyor. Hatta Hizbullah’ın bölgede eğittiği Halk Direniş Tugayları’nın amacının Golan Tepeleri’ni özgürleştirmeye yönelik bir cephe açmak olduğunu düşünüyor. İddiaya göre eğitilen grupta Filistin Halk Kurtuluş Cephesi-Genel Komutanlık ve Özgür Filistin Hareketi üyeleri de yer alıyor. Esad yönetimi, İsrail’in Mayıs 2013’te Suriye’ye düzenlediği saldırının ardından Filistinli grupların Golan’da faaliyet göstermesine yeşil ışık yakmış, Hizbullah ve İran da Golan’ın özgürleştirilmesine destek vereceklerini açıklamıştı.
Peki İran ve Hizbullah’tan bir misilleme ihtimali nedir? Hizbullah’ın aceleyle ve Lübnan’a yıkım getirecek şekilde misilleme yapması zor gözüküyor. Aynı şey İran için de geçerli. Devrim Muhafızları Genel Komutanı Muhammed Ali Caferi “Siyonistler yıkıcı şimşeklerimizi beklesin” dese de bu, İran’ın saldırıyla karşılık vereceği anlamına gelmiyor. Ancak ne Hizbullah ne de İran’ın bunu hepten karşılıksız bırakması da beklenmiyor. Zaten aralarında devamlılık arz eden bir düşmanlık var.
İran’ın sessiz kalıp geçiştirmek yerine Allahdadi’nin öldürüldüğünü teyit etmesi, hakeza bu tür olaylarda genelde birkaç gün beklemeyi tercih eden Hizbullah’ın derhal kurbanların isimlerini açıklaması iki ihtimale kapı aralıyor: Saldırı karşılıksız bırakılmayacak ya da açık bir tehditle İsrail istim üzerinde tutulacak.
İran’ın doğrudan bir saldırı ile yanıt vermesi akla gelen bir seçenek değil. İran yanıt verecekse bunu bölgesel müttefiklerinin eliyle yapmayı tercih edecektir. Hizbullah’ın da Lübnan’dan doğrudan İsrail'e değil Golan ya da işgal altındaki Şebaa Çiftlikleri’nde yanıt vermesi muhtemel. Ki geçen yıl Golan ve Şeba’da İsrail askerlerini hedef alan saldırılar olmuştu. Tabii bu saldırılar İsrail’in büyük bir savaşı başlatmasına gerekçe yapacak çapta değildi.
Yaygın öngörü ‘direniş cephesi’nin intikamda acele etmeyeceği yönünde. Ki elinde 200 km menzile sahip Fetih 110 tipi füzeler olan Hizbullah her vesileyle “Muğniye’nin intikamı alınacak” dediği halde 6 yıldır eyleme geçmedi.
Fehim Taştekin
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/fehim_tastekin/iran_ve_hizbullah_israili_vuracak_mi-1276629#
Ve kamp yaşamının bir başka en trajik anı. Günlerden pazar, yani kampta çalışma günü, temizlik, genel kontrol, duş, tıraş… Çok geçmeden seçme yapılacağı haberi yayılır, gaz odalarına elbette. Poznań gettosundan büyük trenle gelenlere yer açmak gerekmektedir zira. Sağlıklılar kalacak hastalar seçilecek, yok, hayır, Alman Yahudileri ayrılacak, uzmanlar kalacak, küçük numaralar seçilecek büyük numaralar kalacak, sen seçileceksin ben kalacağım… İşte böyle insanı çıldırtıcı bir atmosferde geçer saatler. Sonrasındaysa orkestra eşliğinde yürüyüş, iki saat boyunca aralıksız sayım. Oysa her şey her günkü gibi görünmektedir, mutfağın bacası tütmektedir. Tam çorba dağıtımına başlandığında siren çalmaya başlar. Her gün şafakta çalan siren kalk borusu anlamına gelir, gün içinde çalan ise ‘barakalara kapan’ emridir. Gaz odasına seçilenleri giderken kimse görmesin diye.
“Barakaya girdik, her birimizin eline üzerinde ad, soyad, meslek, yaş ve milliyetlerimizin yazılı olduğu kağıt tutuşturuldu. Çırılçıplak, elimizde kartlarla bekledik seçim komisyonunu. Kampta 48 barakayız, hangisinden başlayacakları belli değil. Saatler süren bekleyişin ardından sıra bize geldi. Bizi bir başka odaya aldılar, girdiğimiz kapı kapandı, başka kapı açıldı, duşlara yönlendiren kapı bu. İşte burada, bu iki kapı arasında duruyor kaderimizin hakimi. Her birimiz elimizde kağıtlarla düzgün adımlarla, çırılçıplak geçerken soğuk ekim havasında SS subayının önünden, onun yüzlerimize birkaç saliselik bakışları karar veriyor bizlerin kaderine. Not aldığı kağıtları ölüm ya da yaşam anlamına gelen sağ ve sol tarafında duran yardımcılarına uzatıyor Nazi subayı. 3-4 dakika içerisinde 200 kişilik barakamız halloluverdi. Tüm kamp ise 12 bin kişi. Herkes gibi ben de enerjik ve elastik adımlarla, kafam yukarda, göğsüm önde, kaslarım gergin bir şekilde koştum SS’in önünden. Göz ucuyla gördüm, daha doğrusu bana öyle geldi ki benim kart sağa gitti. Barakalara döndük ancak kimse kaderini bilmiyor, sıra sağ ve sol tarafın ne anlama geldiği hususunda tahmin yürütmede. Diğer barakalarda seçmelerin sürdüğü esnada anlıyoruz ki uğursuz taraf sol. René güçlü, genç ama kartı sol tarafta. Belki gözlük taktığı içindir. İşte böyle bir anda Transilvanya köylüsü Satler ilişiyor gözüme. Tek kelime Almanca bilmiyor, hiçbir şey anlamıyor, öylece oturmuş köşede atletini dikiyor, ne söyleyebilirim ki ona? Sana artık atlet lazım değil?” şeklinde ifade eder Primo Levi insanlık tarihinin en kara, en dramatik sahnelerinden birini kitabında. Seçilenlere verilen iki porsiyon çorba ise Nazilerin insancıllığının(!) belirtisi midir bilinmez.
Ebru Orhan
http://bianet.org/biamag/diger/161748-evet-onlar-da-insandi-primo
AK Parti medyasında “Siyonist kuruluş” muamelesi gören Freedom House’un Türkiye’ye verdiği özgürlük notu da 2009’daki “Davos olayı”ndan hiç etkilenmedi. AK Parti öncesinde 7 üzerinden 4.5 olan bu not, AK Parti’nin ilk yıllarında 3.0’a yükseldi ve 2013’e dek öyle kaldı. (Freedom House sisteminde daha yüksek rakam, daha kötü not demektir.) Freedom House’un Türkiye notunu 3.5’e düşürmesi, ancak 2013 ve 2014’de oldu.
Bu ve benzeri verilere bakıldığında görünen gerçek şudur: Erdoğan’ın ve “Yeni Türkiye”nin imajının Batı’da kötüleşmesi, 2009’daki “Davos olayı”ndan sonra değil, 2013 ortalarından sonra olmuştur. Buradaki dönüm noktası ise, 2013 ortasında damgasını vuran olgudur: Gezi Parkı protestoları.
Neden mi?
Çünkü, Gezi Parkı hareketinin aşırılıkları bir yana, Erdoğan iktidarının bu harekete karşı gösterdiği tepki, hem tipik bir “otoriter rejim” görüntüsü verdi, hem de yoğun bir Batı-karşıtı söylem içerdi. İktidarın, gösterilerin ilk günlerinden itibaren, Gezicileri Batılı gizli servislerin, dış mihrakların, “faiz lobisi”nin ajanları ilan etmesi, Batı medyasını “ajan provokatörlük”le suçlaması, Batı’da hayret ve tepkiyle karşılandı.
…
Peki, İsrail lobisinin hiç rolü olmadı mı süreçte? Oldu… İsrail sağına yakın çevreler gerçekten de 2009’dan itibaren olumsuz bakıyordu Erdoğan’a. Ama bunlar, Türkiye’deki komplocu zihinlerin sandığının aksine, Batı’nın “gizli karar merkezi” değil, Batı’daki farklı çevrelerden biriydi sadece. Buna karşı ana akım Batı medyası, Gezi’ye dek olabildiğince “kredi verdi” Türkiye’deki “ılımlı Müslüman” iktidara. Ama sonra onlar da ters döndüler; hem de büyük bir “hayal kırıklığı” ile.
Bloomberg yazarı Marc Champion’ın 2013 Aralığında yazdığı bir yazı, bu açıdan kayda değerdir. Kendisini ve meslektaşlarını “Oryantalizm”le suçlayan bir Erdoğan danışmanına cevaben şunları söyler Champion: “Yıllar boyunca, Türkiye'den haber yapan birçok Batılı gazeteci gibi ben de Erdoğan'ı ve hükümeti, kendisinin gizli bir radikal İslamcı ya da otoriter ajandası olduğunu savunan seküler Türklerin "paranoyak" (benim kelimem) şüphelerine karşı savundum… [Nitekim] Birkaç yıl öncesine kadar hükümet yurtdışında başarıları nedeniyle övülüyordu, bu nedenle de "Türk modeli" terimi yükselişe geçmişti.
Eğer şu an çok fazla övgü duymuyorsanız bunun nedeni liberal reformların birkaç yıl önce durmuş olması. Basın özgürlüğü gibi alanlarda işler tersine döndü. Erdoğan'ın PKK'yla barış girişimlerini övmeye devam etsek de birçok gözlemcinin, özellikle de Türkiye'dekilerin Erdoğan'ın mükemmel olma fırsatını çöpe attığını görüp hayal kırıklığına uğradığını haberleştirmemek bizim için imkânsız. Bilakis Erdoğan, önümüzdeki yıl yapılacak seçimlerde tabanını güçlendirmek amacıyla partizan ve ideolojik bir ajanda yürütüyor.”
Kısacası, Batı medyasının Erdoğan karşıtı tutumu, bizzat Erdoğan’ın “partizan ve ideolojik” retoriğiyle tetiklenmiş bir şeydir. Hem her Allah’ın gün “Batı ajanlarını”, “yeni Lawrence”ları şeytanlaştırıp, hem de “Batı basını bize karşı önyargılı” diye kızmanız biraz tuhaf olur. Ortada bir kısır döngü vardır ve bunun bir numaralı sorumlusu da, Gezi olayları sonrasında takındığı nefret ve komplo dolu diliyle, iktidardır.
Eğer bu militan dil olmasaydı, tablo hem Batı, hem Türkiye, hem de Müslüman dünya için çok daha iyi olabilirdi. Türkiye; Filistin halkının hakları, Mısır’daki askeri darbe veya uluslararası sistemdeki adaletsizlik gibi meselelerdeki haklı tezlerini daha saygın ve etkin bir şekilde duyurabilir, Batı’ya eleştirel katkılar getirebilirdi. Ama bu konular şimdi sadece iç politikada hamaset malzemesi oluyor. “Müslümanın Müslümana propagandası”ndan başka bir şeye yaramıyor.
Velhasıl, ortada Erdoğan iktidarına karşı “düğmeye basmış” karanlık güçler yok. Eğer Batı ile Türkiye’nin arasını açmış bir “düğme” varsa, buna basan başka herkesten önce bizim iktidarın kendisi. Bu gerçeğin görülmesi ise, hem Batı’yla olan ilişkilerin hem de Türkiye’nin normalleşmesi için elzem.
Mustafa Akyol
Tarihe dönüp baktığımızda insanlık olarak Antisemitizmden öğrenecek derslerimiz olmalı. Antisemitizmin geride bıraktığı karanlık tarih bizlerin Yahudi kolektif kimliği ile bireysel hareketlerin ayırdına varacak bir muhakeme yeteneğine kavuşmamızı sağladı. Yani, "İsrail devletinin politikaları dünyada Yahudi bireylere veya cemaatlere mal edilmemelidir" felsefesi zihinlerimize yerleşti.
New York Times gazetesi, son Gazze savaşından sonra Avrupa'da yükselen Antisemitizm dalgası hakkında detaylı bir haber yayınladı. Haberin özünde, "Siz, Yahudilerden İsrail devletinin yaptıkları yüzünden nefret edemezsiniz" fikri yer alıyor. Haberde ayrıca "…. Avrupa'da oldukça yumuşak ve sinsi bir Yahudi karşıtlığının geliştiğinden, bunun ana akıma sıçramasından ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Antisemitizme karşı alınan mesafeye zarar vermesinden" duyulan endişeler dile getiriliyor.
Buna kimsenin itirazı yok. Peki, Müslümanlar kendileri için aynı muhakemenin yapılmasını ve inançları ile IŞİD arasında net bir ayrım yapılmasını talep ettiklerinde ne oluyor? Maalesef çoğu zaman bu tarz aklıselim bir muhakeme talebi, basmakalıp önyargıların ve genellemelerin kurbanı oluyor. Diğer inanç ve gelenekler için talep edilen sağduyu muhakemesi, İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğunda bir anda ortadan kalkıyor.
Norveç'te 2011 Temmuz'unda 78 kişiyi öldüren Anders Behring Breivik'in yaptığı tahribattan tutun da 2012 yılında dünya çapında gösterilere ve ölümlere neden olan ucuz ve zevksiz "Müslümanların Masumiyeti" (Innocence of Muslims) filmine kadar İslamofobik gruplar ve bireyler öncelikle İslam inancını itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. Buna karşılık IŞİD gibi aşırı uçlar da bu durumu "sanki bütün Batı dünyası İslam karşıtıymış" gibi gösteriyor. Müslümanlarsa bu iki durum arasında iki defa mağdur edilmiş oluyorlar. Yani hem İslam dünyasındaki aşırı uçlardan zarar görüyorlar, hem de İslamofobik ve ırkçı genellemelerin kurbanı oluyorlar.
İbrahim Kalın
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/ibrahim__kalin/2014/11/19/bir-fasit-daire-isid-ve-islamofobi
AUSCHWITZ 70. YIL
“Yapamadılar, yapamayacaklar” diye sözü bitiriyorum belki ama yaptıklarına, yapmış olunanlara bakmak insana umut vermiyor, insanı karamsar ediyor. Kahrediyor.
Kahır içindeyken de maalesef insan alkış tutamıyor! Almanya seyahatimiz boyunca, Berlin’de bütün o Holokost’la ilgili anıt, müze, sergileri gezerken, toplama kampını ziyaret ederken ve eğitim çalışmaları yaparken, ben en çok bunu hissettim: Her şey bitti de sıra Almanya’nın politik yüzleşmesine alkış tutmaya mı geldi?!
Hayır efendim, daha sıra orada değil! Neden mi? Çünkü bugün Berlin’de bir Yahudi, hala Yahudi olduğu için hedefte, antisemitizm hala orada. Canlı kanlı duruyor. Kanlı olaylardan birini bizzat mağdurundan dinledik, Haham Daniel Alter’i hatırlıyorsun değil mi?: Pasaport kontrollerimiz yapıldıktan, üstümüz başımız iyice aranıp tarandıktan sonra içeri girdiğimiz Sinagog’da dinlemiştik onu. 9 Kasım 1938’de, Kristal Gece’de yakılan, yok olmadığı için sonrasında tekrar saldırılara uğrayan ve bugün kısmen tamir edilmiş ve kısmen kullanılmakta olan Neue Sinagogu’nda Rav. Daniel Alter, kendisine yöneltilen soru üzerine, 2012 yılında sokakta uğradığı saldırıyı anlatmıştı. Saldırganlar onu, 6 yaşındaki kızına tecavüz etmek ve kızını öldürmek fiilleriyle tehdit edip fiziksel saldırıya geçmeden hemen önce, kendisine sormuşlar: “Sen Yahudi misin?” Yalan söylememiş!
(…)
İçtenlik için, “yüzleşmek” ve “suçu tanımak” gerekli diyorlar. Doğru tabii, anlıyorum, bunun öneminin farkındayım. Takım elbiseli bir politikacının, bir devlet başkanının diz çökmesi ve özür dilemesi elbette önemli. Şehrin orta yerine soykırım kurbanlarını hatırlamak için anıt dikilmiş olması, devlet tarafından finanse edilen -finans kaynakları arasında Holokost kurbanlarının malları, mülkleri ve altın dişlerinin bulunmadığını umduğum kaynaklarla finanse edilen- müzelerde devlet terörüne dair sergilerin açılması çok önemli. Siyasi açıdan olmasa bile, tarih açısından, emek açısından, arşiv açısından mutlaka değerli. Umut açısından kıymetli. Ve fakat tüm bunlara, Holokost kurbanı bir Yahudi’nin değer verebilmesi için, “Yeni evlilere balayı teklifimiz!” tadında bir “Holokost turizmi” yaratılmamış olması gerekiyordu. Ben maalesef bunun yaratıldığını düşünüyorum ve bu yüzden Avrupa’nın soykırımla yüzleşme çabaları arasında takdir ve teşekkür edilecek onlarca şey olmasına rağmen minnet duyacak bir şey bulamıyorum. Ailesinin bir kısmını Holokost’ta kaybetmiş Psikanalist Stephen Grosz, “İncelenen Hayatlar” isimli kitabına başlarken bu minnet duygusuna dair bir alıntı yapmış, kitabının ilk sayfasında şu yazıyor:
“Alırız, yitiririz; minnet duymayı öğrenmeye, bu minnetle kayıplardan sonra hayatımızda kalanları bütün yüreğimizle kucaklamaya mecburuz.
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/10368/iki-mektupta-holokost-anmalari-ve-hissettirdikleri
İŞİN bir diğer boyutu ise: Müslümanlar ve Yahudiler arasında artan düşmanlık. Ki bu, İsrail-Filistin meselesiyle ortaya çıktı. Giderek de Müslümanların İsrail eleştirileri, Yahudi karşıtlığına dönüşüyor. Bunun da ucu Holokost'un inkârına kadar gidiyor.
Türkiye'de ise örgütlü bir Yahudi karşıtlığı hiçbir zaman olmadı. Dahası, Osmanlı'nın 15'inci yüzyıl sonlarında İspanya'dan sürülen Yahudilere kucak açmış olması, devlet tarafından hep vurgulandı.
Ne var ki Yahudi karşıtlığı, kamusal söylemde bir vakıa. Hrant Dink Vakfı'nın 2014'te yaptığı "Medyada Nefret Söylemi" araştırması bunu ortaya koyuyor: Nefret söylemine en çok Yahudiler hedef oluyor.
TÜRKİYE'nin Holokost'u hatırlatmak ve aydınlatmak için attığı adımlar ise hayati önemde. Sadece Türkiye'deki Yahudi karşıtlığını azaltacağı için değil. Her şeyden önce, ayrımcılığa karşı mücadele topyekûn olması gerektiği için. Kaldı ki bugün Yahudi karşıtlığıyla mücadele etmek, İslam karşıtlığıyla da mücadele etmek demek.
Üstelik bu, Türkiye'nin Yahudi karşıtı olduğu iddialarını da haksız çıkarır. Ve İslam karşıtlığına karşı mücadelesini güçlendirir.
Bununla birlikte, Holokost'un müfredata girmesi, Holokost'u bizzat yaşamamış olan Türkiye için özellikle önemli: Yahudi karşıtlığının nereye varabileceğinin anlaşılması için.
KARL Marx, 1844'te kaleme aldığı "Yahudi Sorunu Üzerine" adlı makalesinde şöyle diyordu: "Yahudi sorunu, Aydınlanma dönemi için bir testtir. Aydınlanma'nın başarısı, Yahudilerin yeni Avrupa'ya özgür ve eşit insanlar olarak kabul edilmesine bağlıdır."
Bugün de İslam ve Yahudi karşıtlığı bir test olmaya devam ediyor. Demokrasi için, modernite için, insanlık için bir test. Türkiye'nin ayrımcılığa karşı mücadelesi de, bu testin geçilmesine yönelik bir adım. Hem de hiç de azımsanmaması gereken.
http://sosyal.hurriyet.com.tr/Yazar/Verda-ozer_511/Turkiye-39-den-beklenmeyen-cikis_28056766
Türkiye’de bugüne kadar Holocaust diye bir konu yoktu. Bu konuyla bilimsel olarak ilgilenen yoktu, şimdi de pek yoktur. Ne Türk bilim insanları bu konuyu araştırmıştır, ne de Holocaust’a ilişkin temel eserler Türkçeye çevrilmiştir. Benim Holocaust’un sadece kısmî bir veçhesini ele alan kitabım dışında, Türkçede yayımlanan tek bilimsel eser Yehuda Bauer’in Rethinking the Holocaust’udur [Holocaust’u Yeniden Düşünmek]. Konuyla ilgili sadece birkaç anı kitabı ve edebî eser mevcuttur.
Müslüman kimliğinin ağır bastığı veya Avrupa dışı devletlerin birçoğunda durum fazla farklı olmayabilir. Türkiye örneğinde bu durumun şaşırtıcı bulunabilecek yanı, örneğin Türkçeye çevrilen edebî ve bilimsel kitapları veya gösterilen filmleri gösterge kabul ederseniz, ülkenin entelektüel ve kültürel yöneliminin hâlâ Batı’ya dönük olmasıdır. Bu ilgisizlik, Türkiye’deki eleştirel tarihçilerin veya Yahudi gazetelerinin Şoah’a ilişkin temel bilgilerinin kıt oluşunda da gösterir kendini.
Türkiye’de toplumun çoğunluk profilinin Holocaust’a ilgisinin azlığı, Yahudi hemşerilerinin kaderlerine olan ilgisizlikte de tezahür eder: Oysa Türkiye’de, Avrupa’da Şoah’ı yaşamış hatta bizzat kurbanı olmuş bir akrabası veya hısmı olmayan bir Yahudi aile yok gibidir. Almanya’da, Belçika’da, özellikle Fransa’da hayatta kalan birçok Türk kökenli kurban veya onların çocukları, o döneme ilişkin biyografiler ve anılar yayımlamıştır; sayısı onu geçen bu kitapların da biri bile şimdiye dek Türkçeye çevrilmemiştir.
Buna karşılık, Holocaust’a ilişkin koca bir bayağı literatür (romanlar ve sözde bilimsel eserler) yığını vardır. Bu eserlerin birçoğu, “çok defa hayatlarını tehlikeye atarak” Türk ve diğer Yahudileri Nazilerin pençelerinden kurtaran Türk diplomatlarının sözde kahramanca hareketlerini terennüm ederler. Böylesi iddiaların doğruluktan uzaklığını başka bir yerde ortaya koymuştum, burada buna girmeyeceğim. Bu yayınlar hakikatten uzak ve kitsch olmakla kalmazlar, yaptıkları hem tehcir edilerek katledilenlerle, hem de hayatta kalan Yahudilerle alay etmektir. Yahudilerin kaderi bu yazarların umurunda değildir, onların sözüm ona “kurtarılması” sadece Türkiye lehine dış politika propagandasına (ve Ermeni jenosidini inkâr politikasına Yahudi örgütlerinin desteğini kazanmasına) hizmet eder.
Bu kurtarma mitlerinin numunesi, ABD’de tarihçiliği tartışmalı bir kişi ve Ermeni jenosidinin az sayıdaki Türk-olmayan inkârcısından biri olan Stanford Shaw’a aittir. Onun “Turkey and the Holocaust – Turkey’s Role in Rescuing Turkish and European Jewry from Nazi. Persecution, 1933-1945“ adlı kitabı uluslararası Holocoust araştırmaları alanında sert eleştirilere uğradı. Çok sayıdaki yöntemsel hata ve anakronizmanın yanı sıra Shaw, kendi görmüş olduğu belgeleri hasıraltı etmiştir (kendisi bu belgeleri sonra United States Holocaust Anma Müzesine – USHMM’e – devretti, dolayısıyla orada görülebilirler). Bu kötü kitabın İngilizce yayımlanmasından yirmi yıl sonra Türkçeye çevrilmesi de o oranda şaşırtıcıdır.
Shaw’ın Türk çıkarlarına angajmanı Ermeni jenosidinin inkârıyla sınırlı değildi bu arada. 1990’lı yıllarda ABD’de Nazilerin Yahudilerden çaldıkları altınlarla ilgili kovuşturmalar yürütülür ve tarafsız devletlerin bunda oynadığı rol araştırılırken, İsviçre’nin yanı sıra Türkiye’nin de, en azından altınların Almanlara transferinde yardımcı olduğu doğrultusunda şüpheye düşülmüştü. Araştırma Komisyonuna Türkiye lehine ifade vererek bu kovuşturmanın durdurulmasını talep eden ve bunu da başaran kişi, Stanford Shaw’dan başkası değildi.
Türkiye, dış politika propagandası için Yahudileri gûya kurtardığına dair mitler üreten tek ülke değildir kesinlikle. İspanya, Franco diktatörlüğü döneminde dış politikadaki yalıtılmışlığını kırmak için, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra görece erken bir zamanda benzeri bir propaganda geliştirmişti. Arjantin de askeri diktatörlük döneminde benzerini yaptı. Türkiye’den farklı olarak bu ülkelerde eleştirel bilim insanları bu mitleri başarıyla yıkmaya başlamışlardır.[20] 2014 Kasım’ında Madrid’de yapılması planlanan şu konferans, dönemin tarafsız ülkelerinin politikasına ilişkin mukayeseli tartışma imkânı sunacaktır: Bystanders, rescuers or perpetrators? The Neutrals and the Shoah: Facts, Myths and Countermyths.
http://bianet.org/bianet/siyaset/161823-holocaust-un-fayda-lari-hatirlama-banallestirme-istismar
Ben Hitler'in "Kavgam" kitabını okudum. Okunması zor, sıkıcı bir kitap. Fakat psikolojisi hazır olanlar için çarpıcı mistik hezeyanlar var:
"Mukadderat tanrıçasının amansız eli ırklar hakkında hükmünü vermiştir!"
Almanya'nın Birinci Dünya Savaşı'ndaki hezimetinin sorumlusu Yahudilerdi!
Halbuki savaşta Alman savunma bütçesi, İngiliz savunma bütçesinin ancak yarısından biraz fazlaydı! İngiltere'nin büyük zırhlı savaş gemisinin sayısı 29, Almanya'nınki 17 idi...
Hitler bu faktörlere bakmaz. "Kavgam"da anlattığı, Alman ordusunda çalışan "Yahudi kâtipler"in bozgunculuğu yüzünden Almanya'nın yenildiğidir!
Komplo teorisi, fakat harp mağlubiyetinin ve "Büyük Ekonomik Buhran"ın yarattığı öfkeyi Yahudilere yöneltmeye yetti! Kapitalizm de komünizm de onların komplosuydu! Hitler, komünizmi de kapitalizmi de tepeleyerek Alman ırkını dünyaya hâkim kılacaktı!
1928'in sevecen gençleri işte bu kin ve büyü ile Hitler'in peşine düştüler. Yahudi kadın ve çocukları bile öldürürken acı duymadılar, "Tabiatın ırk kanunları"nın uyguladıklarını düşündüler. Gestapo'nun Yahudi Bürosu Şefi Karl Eichman "olağanüstü bir huzurla" Yahudi insanlarını gaz odasına gönderdiğini söyledi!
Hiçbir vahşi hayvan, çıldırmış insan kadar gaddar olamaz.Nürnberg duruşmalarında savcı, öldürülen Yahudi sayısının 5 milyon 700 bin olduğunu belirtti.Sayının biraz aşağı veya yukarı olmasının önemi yok.Kör fanatizmin, nefretin, hastalıklı güç duygusunun nelere yol açabileceğini görmek önemli.
http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/taha-akyol_329/holokost_28065040
“Yaşanan acılar tekrar yaşanmasın, bir daha asla” deyimi, birçok toplumsal felaket için kullanılır. Özellikle Holokost için düşünüldüğünde, insanlığa karşı işlenen en kapsamlı suçlardan birini düşünürken “bir daha asla” demek bu uğurda insanlığa bir katkı sunmayı gerektiriyor. Holokost Anma Günü'nün küreselleşmesi ve yaygın bir biçimde icra edilmesi için Birleşmiş Milletlere gidildiğinde bile, Kosova'da halen etnik temizlik yapılıyor olması, aynı boyutta olmasa bile soykırımların sonunun gelmediğini gösteriyor. Kamboçya, Burundi, Nijerya, Ruanda, Bangladeş, Guatemala, Bosna, Sudan ve daha birçok bölgede soykırım, etnik temizlik, toplu katliam gibi insanlık suçları işlendi Holokost'un ardından.
Avrupa'da yükselen neonazi aşırı sağ partilerin yeniden seçimlerde günden güne yükselen oylar alıyor olması, birçok kişinin hafızalarında halen taze olan acıları gün yüzüne çıkarıyor. Bugün Avrupa'da yerel, bölgesel ve ulusal düzeylerde koalisyonlara dahil olacak oranlarda oy alan aşırı sağ partilerin sayısı hiç de az değil. Demokratik yöntemleri kullanarak düşmanca gündemlerini yer altına itme gayreti bile göstermeyen neonaziler bugün yalnızca Yahudileri değil, aynı zamanda Müslümanları da hedef alıyor. Avrupa'da Müslüman düşmanlığı sürerken, Türkiye'de de “Treblinka rayları döşeniyor” diyen akademisyenler, “Hitleriniz bol olsun” diyen siyasetçiler ve keyfi bir şekilde sinagog kapatmaya kalkışan devlet yetkililerinin ardında onbinlerce Yahudi düşmanı kişi nefret söylemini yaygınlaştırıyor.
Türkiye'de 2015 yılında ilk defa devlet, resmi bir Holokost Anma Günü icra edecek. 1492'de İberya'dan kovulan Yahudilere sığınak olan Osmanlı İmparatorluğu'nun devamı olan Türkiye'de Nazilerden kaçan Yahudilerin bir kısmını kurtarabilmiş bir ülkede bugün umut, soykırımların nedenleri ve yol açtığı faciaların herkes tarafından anlaşılıp, tekrar böyle bir felaketin yaşanmaması için insanlığa katkı sunacak barış politikalarının yürütülmesi olur. Kimlik siyasetinin ve ayrıştırmanın başını alıp gittiği bir ülkede çeşitli katliamlar yaşamış farklı toplulukların da acılarının anılarak “bir daha asla” denebileceği daha nice 27 Ocak olacaktır.
http://www.bianet.org/bianet/siyaset/161818-her-yil-daha-da-onemli-holokost-anma-gunu
http://tr.euronews.com/2015/01/26/nazi-kamplarindan-kurtulmayi-basaranlar-neler-anlatti/
http://nediyor.com/2015/01/27/auschwitzin-kurtarilmasinin-70inci-yil-donumu/
http://onedio.com/haber/dunya-tarihinin-yuz-karasi-auschwitz-toplama-kampi-368513
https://www.youtube.com/watch?v=SczEAILVU00
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/28065132.asp
http://www.gercekgundem.com/dunya/100537/turkiye-de-holokostu-ogretiyor
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/199117/Belki_de_son_kez_bulustular.html
http://www.dw.de/deh%C5%9Feti-en-iyi-anlatan-kelime-auschwitz/a-18209754
http://tr.euronews.com/2015/01/26/nazi-dovmesini-kaziyip-cuzdaninda-sakladi/
http://haber.sol.org.tr/dunya/fasizmin-esanlami-auschwitz-106229
http://tr.euronews.com/2015/01/27/auschwitz-tarihin-yuruyen-sayfalari-gun-gectikce-azaliyor/
http://zaman-online.de/ismail-kul-auschwitzin-bize-anlatt%C4%B1%C4%9F%C4%B1-212424
https://www.youtube.com/watch?v=ttZDkNH7u90
Netten okumalar
http://sozcu.com.tr/2015/yazarlar/yilmaz-ozdil/cagri-3-715770/
http://tr.euronews.com/2015/01/23/fransali-musevilerin-anti-semitizm-korkusu/
http://vivahiba.com/article/show/azinliklar-parlak-olduklari-icin-mi-azinlik-yoksa/
http://israilblogu.com/2015/01/22/ikiyuzluluk-dalgasi/
http://dunyalilar.org/chiune-sugihara-binlerce-yahudiyi-olumden-kurtaran-diplomat.html