Seçimlere hazırlanan Türkiye’nin gündemi hız kesmiyor. İstanbul Politikalar Merkezi Direktörü Profesör Fuat Keyman, Türkiye’nin iç ve dış politikadaki gündem maddelerini Şalom için değerlendirdi. Keyman, Türkiye’nin demokrasi kriterlerinde geriye gittiğini iddia etti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bakanlar kuruluna başkanlık etmesi fiilen başkanlık sistemine geçildiği yorumlarına yol açmıştı. 7 Haziran’daki seçimlerde anayasal çoğunluğa ulaşıp bu fiili düzenlemeye yasal bir meşruiyet kazandırılması hedefleniyor. Seçimlerin ertesinde nasıl bir meclis aritmetiği öngörüyorsunuz?
Burada en önemli faktör, HDP’nin barajı geçip geçmeyeceği. Her iki ihtimalde de Türkiye’nin önündeki beş yılı etkileyecek. Daha somutta başkanlık sistemi arayışlarına direkt etkileri olacak. HDP yüzde 10’u geçerse matematiksel olarak AKP’nin anayasa yapabilecek çoğunluğu elde etmesi mümkün görünmüyor. Yeni anayasa arayışlarında ancak koalisyonlara gidebilir AK Parti. Burada HDP ile birlikte başkanlık sistemi üzerine anlaşma olur olmaz mı tartışmaları veya bu yönde bir süreç başlayacaktır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan seçimlerde 400 milletvekili beklediğini telaffuz etti.
Bu rakamı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gezilerinde yapmış olduğu ‘çıtayı yükseltme temennisi’ olarak görüyorum. Kendisi her seçime titizlikle hazırlanan bir lider. Yüzde 10 barajını muhafaza etmek istiyor. 400 milletvekili yüzde 65-70 oy demek ki bu mümkün değil. Ancak şöyle mümkün olabilir: HDP yüzde 9,8’lerde kalıp barajı aşamaz ise, Diyarbakır’dan başlayıp Van’a kadar Kürt sorunu olan bütün illerde -orada CHP, MHP olmadığı için- bütün milletvekilleri AK Parti’ye geçerse o zaman 330’u aşacak. Tabi HDP’nin barajı aşamaması durumu hem politik ve ahlaki anlamda, hem de Türkiye’nin yönetimi ve başkanlık sürecine geçişte meşruiyet anlamında çok ciddi sorunlara yol açacaktır.
Bugün geldiğimiz noktada de fakto cumhurbaşkanının güçlü bir icraya gitme sürecini yaşıyoruz; ama 7 Haziran seçimleri sonucunda AK Parti’nin anayasayı değiştirme yetkisi alabilecek oya çıkabileceğine inanmıyorum.
Seçimler sistem değişikliğine gitmek için yeterli bir meşruiyet sağlıyor mu? Seçim barajını da hesaba katarsak... Ayrıca seçmenin yeterince bilgilendirildiğini düşünüyor musunuz?
Seçim barajı düşük olsa bile, sadece seçim kazanılarak sistem değişikliği olmaz. Sistem değişikliği olması için yeni anayasa lazım. Yeni anayasanın da kendine göre bir prosedürü var. Anayasa hazırlandıktan sonra meclisten geçmesi veya referanduma sunulması gerekir.
YENİ TÜRKİYE VİZYONU
Bizi bekleyen bir yeni Türkiye vizyonu var. Yeni Türkiye hangi anlamda yenilik vaat ediyor?
Esasında Yeni Türkiye yeniden yapılanmaya referans veren bir kavram. Atatürk döneminde de, 1920’lerde erken Cumhuriyet üzerine yapılan çalışmalara baktığımızda, orada da bir Yeni Türkiye kavramı var. Ve Türkiye’ye de baktığımız zaman bugün yeni orta sınıflar, AK Parti’nin egemen parti olarak ortaya çıkışı (bu ve bundan sonraki seçimleri de kazanacağına dair inanç AK Parti’yi hakim parti kılıyor), muhalefetin zayıf kalması, çözüm süreci, son dönemde cemaatle yaşanan kavgalar, 1920’lerdeki gibi ciddi bir dönüşüm süreci yaşandığına işaret ediyor. Yeni Türkiye’nin bu anlamda sosyolojik ve politik olarak ciddiye alınması gerekiyor.
Peki kültürel anlamda ne gibi değişiklikler içeriyor?
Burada iki noktanın altının çizilmesi gerekiyor. İlk olarak, Yeni Türkiye’nin siyasi rejimi mutlaka başkanlık rejimi mi olmalı? Burada bir soru işareti var. AK Parti içinden de önemli isimlerin başkanlık sistemine öyle ya da böyle çok sıcak bakmadığını biliyoruz. İkincisi, Yeni Türkiye’de son dönemlerde de tartıştığımız çözüm süreci ve daha evvelden başlanmış olan anayasa çalışmaları kapsamında ortaya çıkan eşit vatandaşlık kavramı. Etnik, dinsel, cinsel farklılıkların ötesinde herkesin devlet ve hukukun önünde eşit vatandaşlık hakkına sahip olduğu bir tartışma var. Öte yandan giderek artan İslami vurguların öne çıktığı muhafazakâr modernleşme dediğimiz bir süreç var. Burada cevap bekleyen Yeni Türkiye’nin temeli eşit vatandaşlık mı olacak yoksa kültürel dinsel öğelerin ön plana çıktığı modernlik anlayışı mı olacak. Ben ilkini tercih eden ve yazılarımda da bunu savunan biriyim.
Vatandaşlık konusuna değinmişken, son dönemde bir hayli tartışılan iç güvenlik paketinin içeriğini demokratik hak özgürlükler açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yeni Türkiye kavramını ciddiye alsak da almasak da, Türkiye son 15 yıldır dönüşüyor. Benim de üzerine yazdığım kitabın alt başlığı ‘Dönüşüm Yoluyla Hegemonya’ idi. Temel soru bu dönüşüm ve bu egemen parti demokrasiyi ileri götürüyor mu, götürmüyor mu? Rejim, ister parlamenter ister başkanlık sistemi olsun Türkiye’nin demokrasi dönüşümü ne olacak, iyiye gidiyor mu?
Burada akademik verilere baktığımız zaman -örneğin Freedom House gibi- demokrasi performansında gerileme görüyorum. Daha da ilginci Türkiye dönüşürken çözüm süreci gibi demokratikleşmenin önünde engel sayılan Kürt sorununun çözümünde ileriye doğru hamleler yapılıyor. Öte yandan demokraside geriye gidiş söz konusu. Bu sorunları Batı’yı veya demokratik ölçümler yayınlayan kuruluşları eleştirerek aşmak mümkün değil. Demokrasinin içeriğini oluşturan özgürlükler; ifade, toplanma hakkı, protesto hakkı, hukukun üstünlüğüne dair kriterlerde Türkiye geriye doğru gidiyor. İç güvenlik yasa tasarısını Yeni Türkiye’nin asıl çalışması gereken özgürlüklerin alanını açmak yerine o alanı daha da kontrol altına alma girişimi olarak yorumluyorum.
Burada bir başka çelişkiye de değinmek istiyorum. İç güvenlik paketi kamu düzenini sağlama amacı taşıyor. Bir taraftan çözüm sürecine gidilirken sürecin başlıca aktörlerinden birini hedef almış oluyor.
AKP’nin başarı öyküsünün ardında siyasi konjonktür kadar ekonominin iyi yönetilmesinin payı var. Son dönemde merkez bankası ile yaşanan gerginlikleri göz önüne alırsak bu konuda sapmalar gözlemliyor musunuz?
AK Parti’nin gücünü aldığı temel ekonomidir. Bu ekonomi alanının iki açıdan değerlendirilmesi gerekiyor. Birincisi hizmet, yani AK Parti seçmenleri ile parti arasındaki hizmet ağı ve ekonominin iyi gittiğine ilişkin paylaşılan algı. İkincisi, dünyadaki kriz içinde Türkiye’nin hâlâ yatırım yapılabilecek ülkeler içerisinde yer alması. Merkez Bankası ve Cumhurbaşkanı arasındaki gerilim sonucunda 2002-2010 yılları arasında ekonomi alanındaki başarının çok önemli bir ayağı olan ‘kurumların bağımsızlığı’ zarar görmüş oluyor. Bu gelişmeler dünyanın Türkiye’ye bakışını olumsuz etkiler. Aynı zamanda Türkiye piyasasını spekülasyonlara açık ve kırılgan hale getiriyor. Burada AK Parti’nin dikkate alması gereken nokta, ekonominin başarının anahtarı olduğu kadar yumuşak karın da olması. İç politikada muhalefetin etkinliği oldukça sınırlı, dış politikada birtakım krizler olsa da bunlar seçimlere yansımıyor, ancak ekonomiyle direkt bağlantı var.
Bu tarz müdahaleler yapısal reformların hayata geçirilmesinin önünde engel teşkil etmez mi?
Tabi. Bu tartışmalar bizi ABD veya Fransa gibi ülkelerdeki başkanlık ve yarı-başkanlık sistemleriyle karşılaştırma yapmaya götürüyor. Orada bu tarz müdahalelerin olmadığını görüyoruz. Türkiye’nin sorunlarının temelinde yatan yasama-yürütme-yargı, merkeziyetçilik, ademi merkeziyetçilik gibi tüm bu alanlarda çok zayıf olan denge denetleme sistemiyle ilgili bize çok önemli bir ipucu veriyor. Denge ve denetlemenin istenmediğini söylüyor. O zaman da ne tür başkanlık sistemi veya hakikaten başkanlık sistemi mi isteniyor tartışmalarını da beraberinde getiriyor.
DIŞ POLİTİKA ELEŞTİRİLERİ
Uluslararası ilişkilere gelirsek... Dış basında uzunca bir süredir Türkiye’nin iç politikada giderek otoriterleştiği yönünde birtakım eleştiriler çıkmakta. AK Parti çevreleri ise bunu bir algı operasyonu olarak niteliyor. Böyle bir algı operasyonu var mı sizce?
Arap Baharı, IŞİD, Charlie Hebdo ve hatta Rusya-Ukrayna krizini düşünün. Tüm bu krizlere sınırı olan bir Türkiye ve tüm bu sorunların çözümüne büyük katkı sağlayabilecek bir Türkiye algısı var. O yüzden ‘Türkiye’nin önemi azalıyor, Türkiye masanın dışına atılıyor’ yorumları bence yanlış.
Türkiye dışlanmıyor ancak yönetimin niteliği sebebiyle eleştiriliyor diyebilir miyiz?
Evet. Benim görebildiğim esasında son 3-4 yılda dünyanın gidişatı ile Türkiye söylemi ve hareketi arasında ayrışma olmaya başladı. Türkiye tek başına ve bölgesel güç olarak hareket etmek istiyor. Bunu yapabilir mi? Stratejileri ve söylemi birbiriyle tutarlı mıdır? Bunların sorulması gerekiyor. Böyle bakıldığı zaman Türkiye’nin son dönemki söylemiyle sadece Batı ile değil Ortadoğu’daki değişime farklı duruş sergileyen Körfez ülkeleriyle de ayrı düştüğünü görüyoruz. Bunu sırf algı olarak görürsek, çözemeyiz.
Bu eleştirileri ciddiye alıp yüzleşilmesi gerekiyor...
Stephen Kissler’in ‘reset’ kavramını kullanmayı tercih ediyorum. Dış politikanın dünyadaki değişimlere göre yeniden yapılandırılması gerekiyor.
Bazıları için Türkiye Arap Baharı’nı doğru okuyamadı, değerler üzerinden bir dış politika inşa etti ve sorunların bir parçası/kitlelerin taraftarı haline geldi. Alternatif düşünürsek, Türkiye nasıl bir dış politika izleyebilirdi Ortadoğu’da?
Esasında Türkiye’nin Arap Baharı’nın başından itibaren genel ahlaki tavrı doğru oldu ama olayların içindeki süreçleri öngörüp, ona göre vizyon üretmede yetersiz kaldığını düşünüyorum. Buna bir de Gezi’den başlayarak, 17-25 Aralık operasyonlarının içe kapanma ve iktidar mücadelesi etkisini de eklersek... Bir taraftan dış politikada bölge liderliği iddiası taşırken diğer taraftan iç politikada iktidar kaygısı yaşandı.
Yapılan stratejik hatalar da var. Türkiye’nin aktif dış politikası doğruydu. Ekonomik anlamda Mısır, Suriye, Irak gibi ülkelerin otoriter liderleriyle iyi ilişkiler kurup, ekonomi yoluyla onları reform yapmaya zorlamak gibi bir politikamız vardı. Örneğin, sınırlar, vizeler kalkıyordu; ortak bakanlar kurulları yapılıyordu. Bunlar bence önemliydi o zamanlar. Ama Arap Baharı zaten bu liderlerin gitmesi anlamına geliyordu. Bir kere bu anlayışın ciddi anlamda değişmesi gerekiyordu.
İkincisi bunu yaparken model olma bağlamında Türkiye’nin kendi iç dinamikleri açısında model olabilecek performansı sergilemesi gerekiyordu ancak böyle olmadı; içe kapanma durumu yaşandı. Örneğin, Esad’ın gitmesini istemek doğru ancak Batı’yla ilişkiler pahasına gitmesini istemek doğru değil. Giderek retorikle gerçeklik arasında makas koptu. Belirlenen politikaların yeniden yapılandırılması için manevra alanı bir hayli daraldı Türkiye için.
Dolayısıyla Türkiye’nin dış politikasına yönelik eleştirileri algı operasyonu olarak nitelerseniz belki kendi seçmeninize bir şey söylemiş olursunuz. Ama 7 Haziran ertesinde bunu bir algı operasyonuna indirgeyemezsiniz artık.
IŞİD’in Irak ve Suriye’deki varlığı Türkiye’nin Kürt sorununu farklı bir boyuta taşıdı. Erbil ve Sincar’a saldırılar, daha sonra ise Kobani dönüm noktaları oldu. PKK bu denklemde nasıl bir rol oynadı?
Kürtler arasında PKK-HDP diye ayırım yapmak pek doğru değil; aslında organik bir yapı var. Bütün bir Kürt sorunu olarak bakmak lazım. IŞİD’ib Erbil’e saldırmasıyla birlikte Arap Baharı’yla başlayan süreçte Kürtlerin bölgede aktör olma durumunu güçlendirdiğini görüyoruz. Kobani’ye saldırı ise ortaya çelişkili bir durum çıkardı. Çözüm sürecine göre PKK’nın silahsızlandırılmasını istiyorduk ama IŞİD’e karşı mücadele için PKK’nın silahlandırılması gerekiyordu.
Çözüm sürecinin çok önemli bir ayağı da dış politika ve bölgesel yapı. Kürtlerin iç ve dış politikada kurucu bir aktör olma iradesi gösterdikleri bir döneme girdik. Seçimlerde yüzde 10 barajını aşma iradesini de bu gelişmelerin bir yansıması olarak görmek gerekiyor. Kobani’de IŞİD’in yenilerek bölgede gerilediği gözleniyor. Ancak bu kez de IŞİD’den doğan boşluğu kim dolduracak tartışmaları başlamış durumda. Türkiye’nin nasıl davranacağı, çözüm süreci ve dış politikasını nasıl yapılandıracağı çok önemli. Türkiye birden fazla denklemin parçası; iyiye mi gidiyor kötüye mi, esas soru bu…