Her şeyi geride bırakan kişi bile, geride bırakamaz kendisi olmayı...
Dünyaca tanınmış İsrailli usta şair Amir Or, geçtiğimiz günlerde Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin düzenlediği bir şiir dinletisi için şehrimize geldi.
Çağdaş dünya edebiyatına yaptığı önemli katkılardan dolayı birçok ödülle onurlandırılan Or ile İstanbul’da kaldığı kısa süre içinde görüşme imkânımız oldu
Amir Or, yıllar önce uzun ve bilinemeyen bir yolculuğa çıktı. Büyükbabasından devraldığı ateşi önce kendi içine doğru taşıdı. Kimdi kendisi, diğerleri kimdi, insan denen varlık neden böyleydi?
Aynı zamanda hem katil olacak kadar canavar hem de yeni doğmuş bir bebek kadar saf ve masum olabilir miydi?
Kendini geride bırakamıyorsa eğer insan, kendi içindeki ‘barbarı’ tanıyabilir miydi?
Yaşam, Amir Or’un şiir kitabındaki gibi ‘Mucize ve Yağma’dan mı ibaretti?
Ne zaman ve nasıl şiir yazmaya başladınız? Ailenizde şiire, edebiyata ilgi var mıydı?
İlk şiirlerimi yazı yazmayı öğrenmeden önce oluşturdum. Daha çok küçükken, oyuncak ayı veya filimi konuşturmaya başladığımda ilk persona poems’imi (yazarın düşüncelerini ifade eden anlatıcı) gerçekleştirdim. Söylediğim şiirleri annem yazardı. Önemli olduğunu düşünürdü, bu bana ileriki yıllarda harika bir geri dönüşüm olarak geldi. Bu davranış bana güven verdi. Yaşamımda en çok büyükbabam beni etkiledi. Polonya’da hahamlık eğitimi almıştı, fakat ilerki yıllarda bu eğitimini bıraktı, sosyalist oldu. İsrail’e göç etti. Yeni toplum kurucularının arasında idi. Aynı zamanda Siyonist’ti. İsrail bağımsızlığını kazandığı yıllarda, bütün arkadaşları değişik partilere girdi. O, proleter (emekçi) olmak istedi. Fabrikaya gidip ayakkabı yapımını öğrendi. O dönemlerde arkadaşları eve onu görmeye geliyorlardı. Çünkü kendisi entelektüel bir otorite olmuştu. Toplantılarda, felsefe, edebiyat, politika dâhil her şeyden konuşulurdu. Ben dinlerdim. Büyükbabam İbrani şairlerden İbranice uzun şiirler okurdu. İbraniceden başka dil konuşulmazdı. Büyükbabamdan çok önemli öğretiler aldım. Bana “Yaşamak önemli değil, ne için yaşadığın önemli” derdi.
En çok şiir yazarken mi kendinizle buluşursunuz? Esin kaynaklarınız nelerdir?
Bilmediğim değil, bildiğim konularda şiir yazıyorum. Şiir genelde varoluşçu bir soru ile başlar, bunun nasıl olduğunu adlandıramam. Şiir benden büyüktür. Yüksek benliğimden deyin, evrenden deyin, gelen ilhamlar orada durur. Tek yapmam gereken şey, kapıyı açık bırakmaktır. Kelimeler yeni bir gerçeğe girmek içindir. O benim sorumluluğumdadır, geri kalanını incelemiyorum.
Şiir nedir sizce? Türk bir şair “Aynı şeyi değişik bir bakış açısıyla görmektir” diyor. Yunus Emre, Karacaoğlan hep aynı yere değişik gözlüklerle baktılar.
Burası doğru. Şiir aynı zamanda isyankârdır da. Çünkü her seferinde yeni bir gerçekle yüzleştirir. Bir evrene girer gibi yeni bir şiire girersiniz; yarınlar için yeni yaratılar keşfedersiniz. Bu şiirler, rejim, politika, din konularına kadar gider. Çok aşırı uçlarda şiiri kontrol altında tutmak gerekebilir. Aslında sanat tehlikelidir, çünkü sanat, sanatçı ve izleyici için bir özgürlük alanıdır.
Şimdiye kadar yaptıklarınıza baktıkça, eylemci bir şair olduğunuzu görüyoruz. İbranice-Arapça Helikon Şiir Okulu gibi projeleri başlatıp geliştirdiniz. İsrail, Avrupa, ABD ve Japon Üniversitelerinde şiir ve yaratıcılık konusunda misafir profesör olarak ders verdiniz. Şiirleriniz kırk dile çevrildi. Bunlardan biri ‘Mucize ve Yağma’ olarak Türkçeye çevrildi. Birçok ödülünüz var. Yine de çok uzun sayılmayacak bir zaman dilimine bu yaşantınızı sığdırdınız.
İnsan yaptıkça daha çok başarır. Kafamda bir vizyon oluştuktan sonra, onu gerçekleştiriyorum. Çünkü vizyonunuz varsa ve onun için çalışırsanız, başarmamanıza imkân yok. Diyalog benim işim ve ben kendimi tatmin etmek için değil, diyalog kurmak için uğraşıyorum. Umarım bu ödüller insanlara, yaşamlarına bir anlam katmak üzere ulaşır.
1993’te kurulan İbranice-Arapça Helikon Şiir Okulu’ndan söz eder misiniz? Bu okul insanların birbirlerini daha iyi anlamalarına vesile oldu mu?
Bu okul,1993’te başladı, ama Helikon Şiir Okulu bölümü çok daha sonraki senelerde burslu okuyanlar için açıldı. Amaç, yetenekli öğrencilere mükemmel bir araç sunup kendi seslerini deneyimlemelerine olanak tanımaktı. Başlarda çok güzel yürüdü. Seneler sonra bir devrim yarattığımı fark ettim. Okul çok başarılı öğrencileri alıyordu. Mezunlar iyi netice veriyorlardı. Bunu Arap öğrencilerle de uygulamak istedim. İsrail’de bunu yapmak hiç kolay değil. Birinci İntifada sırasında başladım. Her yıl on altı kişi alıyorduk. Konferanslardan birinde bana “Neden çelişme ve çatışmayı tartışmıyoruz da sadece şiirden söz ediyoruz?” dediler.
Ben de “Şiir’den bahsederken çatışmayı çözmeye çalışıyoruz. Daha ‘insan’ oluyoruz’’ demiştim.
Fakat bazı zorluklar başladı. Birbirlerini tercüme etmeleri gerekiyordu. Değişik kurslar veriyorduk. On iki öğretim üyemiz vardı. Öğrenciler, bir Arapça-İbranice konuşan öğrenciyle birbirlerini tercüme etmeleri gerekiyordu. Kimi zaman politik sorular araya girdi, kimi zaman da iki farklı din aralarında çok güzel anlaştı. Maalesef beş yıldan sonra sözleşme bitti. Çünkü okul yönetimi daha gösterişli sunumlar bekliyordu. Kurs bitiminde de öğrenciler farklı konseptlerde çalıştılar. Bu çocuklar, kendi başlarına şiir projeleri ve workshoplar yaptılar.
Amir Or, ‘Mucize ve Yağma’ şiir kitabındaki, “Korktuğumuz için labirentten, takılıp kalıyoruz çalılığa” dizesine inat, uzun ve bilinemeyen yolculuğuna devam ediyor. Üstelik hayatı anlamlı kılacak ateşi kendi içinden umutla dışarı taşıyarak…