Şiddetin, özellikle de çocuğa, kadına ve esasen bedene yönelik şiddetin bu denli arttığı, belki de, daha doğrusu ülkemizde şiddetin açığa çıkıp üzerinde konuşulmaya, tepki verilmeye başlandığı bu dönemde kadın bedeni ve onunla ilişkimize dair bir sergi.
Bedeni sorgulayan... Bedenin nerede başlayıp nerede bittiğine dair... İstanbul’un önemli galerilerinden Galerist’te yine mükemmel zamanlamalı bir karma sergideyiz: ‘Eureka’. Uluslararası sanat dünyasında çok ünlü, pek tanınmamış ve yeni yeni tanınmakta olan kadın sanatçıların bireysel ve kolektif çalışmalarının bir arada sunulduğu, kadına, feminizme, kadın bedenine, şiddete ve insan olmaya dair; bireysel ve toplumsal olana dair etkili bu sergiyi, küratörü Kendell Geers ile geziyor, sohbet ediyoruz.
Bedene çivilerin çakılması… Kadın cinsel organı… Duvara ters monte edilmiş şarap şişelerinden damla damla şarabın yerlere akıtılması… Sanki bir hastane odasında tüketilmekte olan bir serum şişesi... Ancak, orada olmayan bir hastaya şifa gibi… Sahi hasta yok mu gerçekten? Ya da bir annenin olmayan bebeğine süt vermesi gibi... Sahi bebeği yok mu gerçekten? Belki de tecavüz edilip öldürüldü? Doğurduğu, sevgisiyle sarıp sarmaladığı canından bir can bebeği yok mu gerçekten? Şifa mı gerçekten? Yoksa yokluğun anlamsızlığı mı?
Linda Evangelista’nın şehvetli bakışlarının çekildiği fotoğrafa, fotoğrafta bedenlenen bu süper stara fırlatılmış metal yıldızlarla şiddet uygulanması? Şehvete, tüketime, belki de her şeyin yüzeysel bir bakışla yaşamımızdan geçtiği, tehlikeli, şiddetli bir şekilde tüketildiği, tartıştığımız konuların içselleştirilmeden yargılandığı, -yargınladığı derken dışımızda olana dair fikir ve karar üretildiği- bu zamanlarda insan evladının kendi doğasından uzaklaşmasına mı işaret etmekte? Erkek ve kadınlardan oluşan nizami, disiplinli Kuzey Kore ordusunun sert ve tempolu, mekanik yürüyüşünü yansıtan videoda ya da hemen altında bizlere sunulan kadın bedeninin en gizemli en mucizevî anlarının kırılganlığında… Açık açık gösterilen haller üzerinden, belki de gözlerden, duyulardan, algı ve düşüncelerden gizlenenlerin, gösterilmeyen ve sunulmayanların düşünülmesini, sorgulanmasını sağlamaya yönelik bir çeşit feminist manifesto… Sorgulamayı yüzeyselde değil de içimizde, yüreğimizin en derinliklerinde hissetmeye davet eden bir sergi.
Mükemmel bir zamanlama!
Evet, bu başıma geliyor. Sanki geleceği görebiliyormuşum gibi. Aslında korkutucu. Geçen seferki sergimde de olmuştu. Hatırlıyorsan 2013 yazı. Gezi zamanı. Sergimin açılışı tam da Gezi zamanına denk gelmişti. Ve sergiyi ‘Cennetten Ateşi Çalmak’ olarak isimlendirmiştim. Sanırsın ki, sergiyi bu an için hazırlıyorum. Oysa öyle değil, aylar öncesinden planlıyor ve çalışmalara başlıyorum. Ve yine İstanbul’da, olanlara tam da doğru cevabı veriyorduk. Bu sefer de öyle oldu. Deli bir şey! Son hazırlıklar için İstanbul’a geliyorum ve bir de bakıyorum, tam da gündemde olanlarla ilgili bir sergi hazırlamışım!
O zaman bunu konuşalım. Kadını, şiddeti, bedeni...Bedeni ve bedene yaptıklarımızı, bedenin nerede başlayıp nerede bittiğini, çevre ile bir bütün olup olmadığımızı...
Ve tabii İstanbul’da, Türkiye’de kadın haklarını, bedenin cinselleştirilmesini ya da onun ne şekilde algılandığını... Bak, bu sergi neredeyse tamamen kadın sanatçılar tarafından gerçekleştirildi. Sergiye kadın sanatçıları davet etmek ve beden sorunsalını tartışmak çok bilinçli bir seçimdi. Beden sorunsalına tepki göstermek, metaforik şiirsellik ya da aktarım üzerinden bedeni hayal etmek. Fiziksel olarak var olan beden ve görünmeyen beden algıları üzerine düşünmek istemiştim.
İzleyiciyi sizin ‘Putların Alacakaranlığı’ isimli eserinizle karşılamayı tercih etmişsiniz. Bedene birçok müdahale. Bedenin binlerce metal obje ile çivilenmesi. Şiddetin dile gelmesi. Ürkütücü, tehlikeli olanın yansıması. Ancak bir çeşit sevgi ve şefkat duygusunu da yansıtmıyor değil.
Evet, bu eser tam da serginin bir parçası olmamakla beraber, bir nevi karşılama amaçlı, sergiyi tanımlayan bir eser olarak düşündüm. Orijinal obje Kongo’dan geliyor. Birçokları için çivilenmiş bu obje sıradan bir Afrika objesi. Afrika sanatının bir stereotipi; bir klişe. Ancak Kongo aynı zamanda Hıristiyanlığa geçmiş ilk Afrika ülkesi. 16. yy.dan bahsediyoruz. Bakarsanız, Hıristiyanlığın simgelerinden biri de İsa’nın çivilenerek çarmıha gerilişi. Kongoluların yaptığı da İncil’deki bu hikâyeyi bedenleştirmek. Mevcut simgeleri kullanmak yerine çok daha canlı bir şekilde yapmışlar bunları. Yonttukları beden figürünü kullanarak, ölüleri ile her iletişime geçmek istediklerinde ya da bir sorunları olduğunda, pişman olduklarında ya da acı çektiklerinde, tanrısal güçlerin yardımına ihtiyaç duyduklarında bu figürü demir ile çivilemişler. Demir, Kongo’da çok değerli bir malzeme. Kolay elde edilmez. Kongo ormanlarında demir elde etmek için kazılar yapmak gerekir. Kolay bulunmaz. Bulunduğunda da Tanrılarına dualar ederler ve yardım için figürleri çivilerlerdi. Yani aslında, Hıristiyanlık algısındaki klişelerden farklı da olsa, bir çeşit İsevi bir simge. Hıristiyanlığın bambaşka bir şekilde vücut bulması. Ve bu, bir sanatçı olarak bana göre son derece ilham verici bir bedenlenme. Türkiye’de de hat sanatından ilham alıyorum. Sözcüklerin ve harflerin desen oluşturacak şekilde dizilmelerinden. Bu şekilde farklı sözcüklerin farklı şekillerde bambaşka anlamlarda kullanılması çok ilham verici. Bu sergiyi oluştururken, davet ettiğim sanatçıları bu bakış açısıyla seçtim. Her biri bedeni temsil etmek yerine, bir şekilde beden algılarına bambaşka beden vererek çalışan sanatçı.
Sergiye ‘Eureka’ ismini verişiniz de bundan dolayı mı?
Fikir aslında çok temel. ‘Eureka’. Arşimed’in suyun kaldırma kuvvetini algıladığı o an gibi, yaşamda da her birimiz banyoda uzanırken bir an gelir, bir fikir parıldar zihnimizde: bir ilham anı. O an, banyodan fırlarsınız. O fikirle o kadar dolarsınız ki, başka hiç bir şeyin önemi kalmaz. O heyecanla banyodan fırlar, sokağa “eureka” diye bağıra bağıra koşarsınız. Öyle bir andır ki, o fikir o kadar güçlüdür ki, diğer her şeyi unutursunuz.
O fikrin kendisi olduğunuz an!
Evet, o fikir olursunuz. O fikrin bir bedenlenmesi olursunuz. İşte sergide bunu amaçladık. Sanatçıları o açılma, aydınlanma anlarını yaratmaya davet ettik. Bir ilham uğruna o boşalma, o teslimiyet anlarının yeniden bedenlemelerini istedik.
Ters çevrilmiş ve damlatan şarap şişeleri... Unutulmuş bir beden...
Evet, bedenin unutulması... Fikrin bir parçası da bu. Şişeler var ve damlatıyorlar. Hastaneyi düşünebilirsin, süt veren bir anneyi düşünebilirsin. Şarap içmeyi düşünebilirsin, ama burada şarap heba oluyor...
Ve beden orada olmamasına rağmen, gölgede kendini hissettiriyor. Eserin kendisinde değil. Ama izleyicinin bakışında (tıpkı namusun kadının eteğinin boyunda değil de, bakanın düşüncesinde olduğu gibi...)
Evet, ancak, görmek ve yapmak arasındaki ayrımı yapamıyorsun. Her yazarın bir okura ihtiyacı vardır. Okuyucu, izleyici olmadan eser tamamlanmamıştır. Ben bütün büyük sanat eserlerinin bir katalizör olarak işlev gördüğünü düşünürüm. Bu anlamda sanat insana bir anahtar verir. İzleyicinin algısının içinde gizli kalmış bir şeylerin açılmasına olanak sağlayan bir anahtar. Ve sanat eseri de o anda gerçekleşir. İnsan olma halidir bu. Seninle konuşurken beni dinlemiyorsan, boşa konuşmuş olurum, bir şey olmaz. Ama seninle konuşurken beni dinliyorsan, iletişim varsa, bir şeyler olur sende. İşte mükemmel sanat budur. Algıları değiştirir. Bu anlamda sanatın dünyayı değiştirdiğine inanıyorum. Ama tabii her seferinde tek bir algıyı değiştirir. Sanat algıları değiştirir. Ve algılar değişince dünya değişir. Zira algıların senin davranışını etkiler.
Fakat hangi eserin kimin hangi algısında nasıl bir değişiklik yapacağını bilemezsin.
Bilemem...
Bu durumda bir sorun yok mu?
Hayır, yok. Zira biz sanatçılar politikacı değiliz. Dünyayı kontrol etmeye çalışmıyoruz. İnsanların dünya ile ilişkilerini sorgulamalarını sağlamaya çalışıyoruz. Bence amaç bir diyalog açmaya çalışmaktır. Açık bir tartışma alanı yaratmaktır. İnsanların düşünmeye başlamasını sağlamaktır “Kadın olmak ne demek acaba?”, “Bir bedene sahip olmak ne demek?” “Ahlak sahibi olmak ne demek?”, “İyi bir ahlaka mı sahibim?” Ancak insanları sanat üzerinden yargılayamazsınız. Yargı mahkemelerin işidir. Belki de dinlerin. Ancak kişisel tercihlerle sadece kişinin kendisi yüzleşebilir. Düşüncelerini, duygularını, başkaları ile başka bedenlerle ilişkilerini sorgulayan kişilerin doğru tartışmalar yaptığını düşünüyorum. Zira kendisine, kendi bedenine saygı duyan kişi başkalarına ve başka bedenlere de saygı duyar. Bu anlayıştan da ancak olumlu sonuçlar doğar.
Kendine saygı duyan, ötekine de saygı duyar.
Ve sanat saygıyı öğrenmek için iyi bir alandır.
Ülkemizde ve dünyada saygıyı çok unuttuk son dönemlerde.
Bedene bu saygı, kendine saygı, ötekilere saygı, oldukça karmaşık bir konu. Bugün her birimizin elinde bir akıllı telefon, iPad var. Bu akıllı aletler insana düşünmeyi unutturuyor. Bu çok tehlikeli. Bu akıllı aletler üzerinden ideal beden, ideal var oluş pazarlanıyor. Aşırı tüketim bedene olan saygıyı yok ediyor. Daha da ileride aşırı tüketim bedenlerimizden -doğal olandan- nefret etmemize neden oluyor. Tüm bu kremler, ideal ölçülere gelme uğraşları, ideal olana benzeme, onun gibi giyinme önerileri... Bedenlerimizden kaçmayı öğreniyoruz.
Tehlike!
Tam olarak serginin bir parçası olmasa da bir anlamda serginin açılışını yapan Küratör Kendell Geers’ın ismini Nietsche’den alan ‘Putların Alacakaranlığı’ ile sergiye daha ilk girişte uyarılıyor izleyici. Tehlike her yerde. Şiddet her yerde. Dikkatli olmak, olanı doğru okumak gerek. Şiddet, sanata dönüştüğünde, insan bedeni, mekanik ve dijital olandan, yüzeysel bir kavram olandan, organik, doğal ve gerçek olana sanat üzerinden yeniden dönüştüğünde, tehlike ve şiddet şefkati, görünen görünmeyeni, duyulan duyulmayanı hatırlamamızı sağlamayı amaçlıyor olabilir. Tıpkı Galerist’te Kendell Geers küratörlüğünde açılan ve 12 sanatçı ya da kolektifin katılımı ile düzenlenen sergide ifade edildiği gibi. 21 Mart’a kadar açık olacak sergiyi gezin, gezmekle de yetinmeyin, üzerinde düşününün, sorun, açıklamalar isteyin, sorgulayın. Sanatı, eserleri, eserlerin birbiri ile ilişkisini sorgulayın. Kendinizi sorgulayın, dünyamızı, bedenlerimizi, bedenlerimizin kendimizle, başka bedenlerle, dünyamızla ilişkisini sorgulayın. Bakalım, ‘Eureka’, algılarımızın hangi gizli kalmış yanlarını açacak bir anahtara dönüşecek?
Merak edenler için, Cennetten Ateşi Çalmak sergisi ile ilgili link
www.salom.com.tr/haber-87737-cennetten____atesi_calmak_.html