Kısa bir süre içinde yüzden fazla filmi sinemaseverlerle buluşturun !f İstanbul, kaçırılmaması gereken başyapıtlara da ev sahipliği yaptı
Geçen hafta başladığım !f istanbul izlenimlerine devam etmeden önce, sinema sektörünün büyük bir kısmını elinde tutam Mars Grubu’na seslenmek istiyorum.
Salonlarında ses, görüntü, oturma düzeni sorunlarını üst düzeyde çözmüş olan gurubun, üvey evladı Cinemaximum Fitaş için yıllardır söylenen “yazın mutlaka elden geçireceğiz” sözünü tutma zamanı geldi de geçti bile. İstanbul’un en önemli festivallerinden birinin sponsoru olmak sizlere, özenle seçilmiş siyah beyaz filmleri grinin elli tonunda izletmek, renkli filmleri karanlık projeksiyonlarla seyrettirmek, Türk filmlerinin diyaloglarını anlaşılamaz kılmak hakkını vermez! Lütfen ekmek yediğiniz sinemaya saygılı olun!
Biz gelelim !f filmlerine.
Şatosunda sado-mazoşist seremoniler düzenleyen, Fransa’nın ünlü ‘dominatrix’i Catherine Robe-Grillet’nin ve katılımcılarının ‘La Cérémonie/ Seremoni’si, bilinçaltlarında yatan kimi gizemi ortaya çıkarmasıyla ilginç ama, sinemasal olarak fazla bir şey yok. Benzer yorum kanımca, Matías Piñeiro’nun ‘çok konuşmalı, az sinemalı’ ‘La Princesa De Francia/ Fransa Prensesi’ için de geçerli.
İRAN SİNEMASINDAN BİR İLK
Ana Lily Amirpour’un yazıp yönettiği, hayalî bir yeraltı kentinin karanlık ve kasvetli sokaklarında geçen ‘Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız’, İran’ın ilk vampir filmi olarak lanse ediliyor. Başı açık ve yarı çıplak kadınları göstermesi, erkekle kadının birbirine dokunması gibi İran sineması için beklenmedik başka ilk’ler de içeriyor. ‘Låt den rätte komma in’i anımsatan senaryosunda epey boşluk ve tutarsızlık var. Yine de özenli siyah beyazıyla etkileyici bir atmosfer yaratarak ileride Amirpuor’dan daha sağlam işler bekleyebileceğimizin sinyalini veriyor.
Dominik Cumhuriyeti’nden gelen ‘Dólares De Arena/ Kum Parası’ yaşlı ve varlıklı bir Fransız kadınla gencecik yerli kızın ilişkisine odaklanıyor. Pek de yeni bir şey söylemeyen filmin büyük kozu, yaşından da büyük duran Geraldine Chaplin’in yaşlılığın fiziksel ve duygusal zaaflarını açığa çıkaran yorumu.
Eşcinsel hakları savunucusu Michael Glatze, 2007’de eşcinsellikten vazgeçtiğini açıkladıktan sonra Hıristiyan inancına iyice sarılan, yaşamına kendi kurduğu kilisenin rahibi olarak devam eden gerçek bir kişi. Justin Kelly, 13 yaşındayken babasını bir kalp krizi yüzünden yitiren, olasılıkla panik atak kökenli taşikardisini babasının ölümcül hastalığı sanan James Franco’nun başarıyla canlandırdığı zayıf bir karakterin ölüm korkusuyla dönüşümünü, senaryosuna da katkıda bulunduğu ‘I Am Michael/ Ben, Michael’da anlatıyor. Ancak, izleyicilerden gelen “Filminiz eşcinsel karşıtlarına destek olarak algılanabilir mi?” sorusunu “Daha neler!” diye cevaplayan Kelly, final sekansının katiyen kurtaramadığı yorumunda, eşcinsel karşıtlarına koz vermekle kalmıyor, Glatze’nin aracılığıyla her türlü ilim ve bilimin dışında ağdalı bir inanç/Hıristiyanlık propagandası tuzağına düşüyor.
Keşif yolculuğumun en etkileyici duraklarından biri, II. Dünya Savaşı sırasında Sovyetlerin Baltık ülkelerinde evlerinden zorla çıkararak Sibirya’ya sürdüğü insanların Martti Helde tarafından yazılan ve yönetilen öyküsü ‘Risttuules/ Rüzgarların Arasında’.
Helde, yıllarca zor çalışma koşullarında açlıkla, soğukla, ölümle mücadele etmek zorunda bırakılan yüz binlerce insanın öyküsünü, müthiş bir siyah-beyazla, baştaki ve sondaki iki kısa bölüm dışında karakterlerin enstantane fotoğraflardaki gibi hiç hareket etmeden durduğu planlarla anlatıyor. Zamanın donakalmış karakterler gibi durduğu bu planlarda, Helde’nin kamerası kayarak ve yüzerek insanların arasında dolanıyor. Olağanüstü!
İsrail’den ‘Haganenet/ Yuva Öğretmeni’ beş yaşındaki bir şiir dehasının yuvadaki öğretmeni tarafından günümüzün sanatbilmez ve sanatsevmez materyalist dünyasından (tabii ki başarısız olacak) kurtarılma çabalamasına odaklanıyor. Yazar-yönetmen Nadav Lapid’in inandırıcılıktan uzak öyküsü yüzünden sinemasal olarak tam başarılı olamasa da sarsıcı ve rahatsız edici toplumsal eleştirisiyle bize çok yakın duruyor.
Aynı şey, Jon Stewart yazıp yönettiği ‘Rosewater/ Gül Suyu’ için söylenebilir.
Ahmedinecad’ın son seçimleri şaibeli olarak kazanmasından sonra sokağa dökülen halkın görüntülerini gizlice televizyonuna yollayan İran asıllı BBC muhabirinin tutuklanmasını, 188 gün süren tecrit ve işkence sürecini başarılı bir sinema dili ile aktaran film, toplumsal ve siyasal sorunların dünyanın her yerinde birbirine ne kadar çok benzediğinin kanıtı.
Ramin Bahrani’nin Amerika’daki emlâk krizi sürecinde, çaresizlik ve aile sevgisinin bir adamı nerelere kadar götürebileceğini anlattığı ‘99 Homes / 99 Ev’, izleyiciyi rahatlatan, iyimser, romantik ve kanımca o dönem ve durumda imkânsız finali hariç, başarılı bir çalışma.
Arielle Holmes’un kendisini oynadığı, özyaşamsal öyküsünden senaryolaştırılan ‘Heaven Knows What/ Yalnız Cennet Bilir’ cinéma-vérité tarzında bir tutku öyküsü ve bağımlılıkla ilgili en iyi filmlerden biri.
Lizbon doğumlu Pedro Costa Türkiye’de az tanınsa da yaşayan en önemli auteur-yönetmen’den biri. 1994’den beri, Lizbon’da, Cabo Verde’li göçmenlerin yaşadığı Fontainhas adlı gecekondu mahallesinde, bu göçmenlerle beraber, kurmaca ile belgeselin inanılmaz dengeli karışımı bir üçleme oluşturmuş: Aslında sadece ‘Ossos / Kemikler’ (1997) ve ‘No Quarto da Vanda/ Vanda’nın Odasında’(2000) Fontainhas’da çekilebilmiş. ‘Juventude Em Marcha/ Gençlik Yürüyor’ (2006) kentsel dönüşümün bir parçası olarak yıkılmış olan mahallenin sakinlerini yeni yerleşim yerlerinde izlerken, filme yepyeni bir karakter, çok sayıda çocuğunu ziyaret etmekte olan 70 yaşlarındaki evsiz Ventura katılır. Ventura, sekiz yıl sonra ‘Cavalo Dinheiro/ At Parası’ ile yeniden karşımızda. Bu kez izleyici Ventura’ya, karanlıkta, koridorlarda, belki tek sakini olduğu, belki de hapishane olan bir hastanedeki karşılaşmalarında ve yürüyüşlerinde eşlik edecektir. Aydınlıkla karanlığın neredeyse birbiriyle seviştiği bu yolculuk belki sadece yaşam ve ölüm üzerine bir meditasyon, yaşlı adamın belleğinde ve anılarında bir gezinti. Olağanüstü bir başyapıt.
!f seyircisi Joshua Oppenheimer’ı müthiş belgeseli ‘The Act of Killing/ Öldürme Eylemi’ (2012) ile hatırlar. 1960’larda Endonezya’da ‘komünist avı’ adıyla yüz binlerce insanın öldürülmesini belgelemek için ülkeye giren Oppenheimer, katillerin hâlâ iktidarda olduğunu görünce onları, ‘vatanı nasıl kurtardıklarını’ anlattıkları bir filmde kendi karakterlerini canlandırmaya ikna ederek, bir tür böbürlenme itirafnamesi oluşturmuştu.
‘The Look Of Silence/ Sessizliğin Bakışı’nda (2014), Oppenheimer, hiç tanımamış olduğu ağabeyinin nasıl katledildiğini ‘Öldürme Eylemi’nin çekimleri sırasında öğrenen 40 yaşlarındaki Adi’nin büyük cesaret isteyen onurlu savaşını anlatıyor.
Suçlamak için değil, anlamak ve belki de affedebilmek için katillerle yüzleşmeye karar veren Adi’nin Ganhdi’vari barışçıl yolculuğu, kolektif kâbusun detaylarını ve yarattığı travmaları, bağırıp çağırmadan, Adi’nin ışıl ışıl gözlerindeki o sessiz isyanı içimize akıtarak, belki de ilkinden de daha etkileyici.
Myroslav Slaboshpytskiy, 1974’de Kiev’de doğmuş, sinema eğitimini doğduğu şehirde almış. Çok sayıda ödüllü kısa filmin ardından yazıp yönettiği Cannes Eleştirmenler Haftası galibi ilk uzun metrajı ‘Plemya/ Kabile’ (2014), sağır ve dilsiz öğrencilere eğitim veren bir yatılı okulda geçiyor. Doğuştan sağır ve dilsiz olan bu yeniyetmeler duymadıkları, onları da dışlayan çevre ile de, işaret dilini kullanmalarına karşın, birbirleriyle de devamlı çatışma halindeler. Filmin okula yeni katılan başkarakteri, fiziksel yeterliliği ve iş bilirliğiyle, büyük yaştaki öğrencilerin başını çektiği, bazı öğretmenlerin de dâhil olduğu ders saatleri dışındaki kirli işler ağına uyum sağlamakta zorlanmıyor. Kendi iktidarlarını kurmuş olan öğrencilerin arasındaki güç dengesi, acımasızlık, sertlik, okul dışı ilişkiler, para akışının durakları, kadın ticareti, hırsızlık, darp, polisle işbirliği sadece okuldaki çetenin değil, Ukrayna’da sistemin nasıl işlediğini gösteren bir metafor. ‘Çete’ yerine ‘kabile’ terminolojisini kullanan yazar-yönetmen, film boyunca hâkim olan cinsellik ve aşırı şiddet öğelerini, binlerce yıl öncesinin ilkel toplumlarının av ritüelleri gibi görüyor.
Slaboshpytskiy’nin asıl başarısı, mesajını konuşmasız, altyazısız, anlatıcısız, müziksiz bir sinema diliyle kusursuz biçimde verebilmesinde. İlk kez kamera karşısına geçen, tamamı işitme engelli gençlerin müthiş oyunculuklarıyla film, 130 dakika boyunca kendisini soluk soluğa izletiyor. Olağanüstü bir (sessiz!) şiddet çığlığı.
DÜNYA GENÇLİĞİNİN EVRENSEL SORUNLARI
20. yüzyılın efsanevi fotoğraf ustası, Amerikan gençliğinin marjinal yaşam biçimlerinin devrim yaratan fotoğraflarıyla çok sayıda sinemacının esin kaynağı olan 1943 Oklahoma doğumlu Larry Clark, zamanla kült statüsüne erişen ilk filmi ‘Kids’i çektiğinde 53 yaşındaydı.
O günden bugüne neredeyse tamamı Amerikan yeniyetmelerinin sorunlarına ışık tutan birbirinden çarpıcı filmler yapmış olan Clark, ‘The Smell Of Us/ Bizdeki Koku’ ile bu kez kamerasını Paris gençliğine çeviriyor. Birçok filmindeki gibi yine bir kaykaycı grubuna odaklanan yönetmen, Amerika’da, Fransa’da ya da dünyanın herhangi bir ‘gelişmiş’ metropolünde genç insanların sorunlarının birbirinden çok da farklı olmadığını söylüyor. Filmlerinde cinselliği açık seçik göstermekten hiçbir zaman çekinmemiş olan Clark, burada da can sıkıntısı ve kolay para kazanma arzusuyla bedenlerini fütursuzca satabilen gençlerin hastalıklı ilişkilerini en ince ayrıntılarına kadar veriyor. Müşterilerle gençlerin arasındaki büyük yaş farkı, kimi sahnelere neredeyse pedofil bir alt metin getirirken, ayak fetişizmiyle, finale doğru müthiş Dominique Frot’nun canlandırdığı anne ile oğlu arasındaki aşırı yakınlığa odaklanan iki sahne, kışkırtıcılığı ve yenilikçiliğiyle sinema antolojilerine girecek cinsten.
Öykünün merkezinde, Visconti’nin “Morte a Venezia”sının Tadzio’sunun birkaç yaş büyümüş halini andıran Math (Lukas İonesco) var. Bu biraz aseksüel karakter, eşcinsel olmadığı halde kendini erkeklere satarken bunu para ya da heyecan için yapmadığını söylüyor. Neredeyse sembiyotik bir ilişki halinde yaşayan bu gençleri kaybolmuşlukları ve temelsizlikleri dışında birbirine bağlayabilecek sevgi ve dostluk duyguları yok. Zaten aşkı ve dostluğu yaşayabilen tek karakter yok olmaya mahkûm.
Clark, filmde gençlerin aralarına kabul ettiği rock star’ı canlandırıyor ama, bence asıl nerdeyse her anı filme alıp arşivleyen yeniyetmelerin 14 yaşlarındaki en genci 60 yıl öncesinin Larry Clark’ı.
Bu dört filmi en sona almamın nedeni, yüzü aşkın filmin içerisinde, belki sadece yanlış seçim yapmış olduklarından, aradıklarını bulamayan “!f’de bu sene pek bir şey yok” diyen arkadaşlara cevap verebilmek. Festival süresinin kısa oluşu ve yoğun tempom yüzünden izleyebildiğim 30 filmin arasında, yukarıdaki dört filme geçen hafta sözünü ettiğim ‘Sayat Nova/ Narın Rengi’ ve ‘The Forbidden Room/ Yasaklı Oda’yı, bir de bende DVD’si olduğu için programıma almadığım, ancak çok güvendiğim birkaç sinemaseverin göklere çıkardığı Loznitsa’nın ‘Maidan/ Meydan’ını kattığımda en az yedi başyapıt, bir o kadar da aralarında bu yılın Oscar’larının haklı galibi ‘Birdman’ dahil iyi/çok iyi film vardı.
İzleyemediklerimi de hesaba katarsam hiç de az sayılmaz değil mi?
Yıllarca önce, ilk !f yazımın başlığını “Teşekkürler Serra” koymuştum. Serra, ben sana bir teşekkür daha borçlandım!
Yazının 1. bölümü
https://www.salom.com.tr/haber-94166-f_Istanbul_14_yasinda.html