“IŞİD’e karşı Suriye’ye 5000 asker kovada bir damla”

Geçtiğimiz hafta Boğaziçi Üniversitesi-TÜSİAD Dış Politika Forumu’nun ev sahipliğinde ‘İslam, İslamcılık ve Şiddet: Ortadoğu bir İstisna mı?’ başlıklı bir toplantı düzenlendi. Toplantıya konuşmacı olarak katılan Brookings Enstitüsü Ortadoğu Politikaları Merkezi’nden Dr. Shadi Hamid, yoğun programına rağmen Şalom okurları için sorularımızı yanıtladı.

Selin NASİ Diğer
3 Mart 2015 Salı

Bazı uzmanlar Ortadoğu’da sürmekte olan mezhep çatışmalarını Müslüman dünyasının ‘30 yıl savaşları’ olarak yorumluyor ve bir tür reformasyon sürecine varacağını öngörüyor. Katılıyor musunuz?

‘Reform’ benzetmelerinden çok haz eden biri değilim. Hıristiyanlıkta gerçekleşmiş bir gelişmenin kendini İslam’da da tekrar edeceğine ilişkin tahminde bulunurken dikkatli olmamız gerektiğini düşünüyorum. İslam dini 19.yüzyılın sonlarına doğru zaten bir tür reform sürecinden geçti. Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abdü önderliğinde bir İslami modernizasyon süreci yaşandı. O zamanın modernistleri ilerleyen dönemin İslamcıları oldu. Raşit Rida Muhammed Abdü’nün öğrencisiydi ki Rida’nın Müslüman Kardeşlerin kurucusu olan Hasan el Banna’yı etkilediği bilinir. İslami modernistlerin savundukları proje İslami hukukunu modern ulus devlet ile bağdaştırmaktı.

Dr. Shadi Hamid

Reform kelimesini kullanmadan söylersek, Müslüman Kardeşler İslam dininde modernizasyon sürecinin öncüsü oldu, öyle mi?

Buradaki en önemli nokta reform projesi olarak ele aldığımız bir girişimin muhafazakar sonuçları da olabileceğidir. Reform tıpkı Avrupa’da olduğu gibi sekülerleşmeyle sonuçlanmak zorunda değildir. Avrupa’da böylesi bir sonuca ulaşılmış olmasının ardında birçok başka sebep vardı. Bu yüzden, eğer Selefi hareketini anlamak istiyorsak, onların modern çağın ürünü olduklarını görmemiz gerekiyor. Tıpkı zamanında Protestanların savunduğu gibi onlar da dinde temel kaynaklara geri dönmeyi önerdiler. Bunda elbette 19. ve 20.yüzyılda Müslüman dünyasında ruhban sınıfının (din alimlerinin) giderek zayıflamasının da rolü oldu. Ortaya çıkan boşluğu Müslüman Kardeşler ve Selefiler doldurdu. Dolayısıyla Hıristiyanlıkta sekülerleşmeye varan süreç, Müslüman dünyada, devlet tarafından yozlaşmış ruhban sınıfını gayrimeşru olarak gören İslami hareketlerin güç kazanmasıyla sonuçlandı.

Peki, bu şiddet ve mezhep çatışması dindikten sonra nasıl bir ders alınacak yaşananlardan? Bu şiddeti nasıl yorumlayacak bölge halkı?

Bir noktadan sonra insanlar artık bu durumun sürdürülemez olduğuna kanaat getirecekler. “Çok fazla kan aktı ve artık bir arada yaşamanın bir yolunu bulmalıyız” diyecekler. Yani bir noktada savaşan taraflar, özellikle Irak ve Suriye’deki Sünni ve Şiiler diyelim, şiddetten yorgun düşüp, siyasi bir düzenlemeye razı olacaklar. Bu arada mezhep kavgası sadece mezhepsel farklılıklara dayanmıyor, işin siyasi boyutu da var. Örneğin, Esad rejimini ele alırsak, orada sorun sadece birbirinden nefret eden Sünniler ve Şiiler meselesi değil. Alevi azınlık tarafından temsil edilen fazlasıyla baskıcı bir yönetim var. Sünniler yıllarca haklarından mahrum edilmiş hissettiler.

Bir de dış güçlerin rolü var mezhep çatışmalarında...

Dış güçler çatışmaları adeta körüklüyor. Bir taraftan konunun teolojik boyutu var; Sünnilerin Şiileri dinden dönmüş kafirler olarak görmesi, tıpkı Müslüman olmayanları gördükleri gibi... Aynı zamanda siyasi gelişmelerin de etkisi var. Örneğin, Irak Savaşı’ndan önce mezhepsel ayrışma bu denli canlı değildi.

 

TUNUS

Tunus’a gelmek istiyorum. Ennahda’nın iktidarı bırakma kararı ardında parti lideri Raşid Gannuşi’nin kişisel rolü oldu mu? İnisiyatif kullanma açısından?

Ennahda’nın en büyük avantajı başında tarihi kurucusunun bulunması. Gannuşi hem partinin ideoloğu hem de düşünce adamı. Dolayısıyla çok büyük etkisi var. Kendi ismini tehlikeye atmak pahasına, laik muhalefete ulaşılması ve birtakım tavizler verilmesi konusunda ısrarcı oldu. Kendi parti tabanını, uzlaşmaya varılmasının gerekliliğine ikna etmek için uğraştı. Ennahda liderliği, bunun Tunus’un demokratik dönüşümü korumak açısından en doğru strateji olduğu noktasında halka güvence vermeye çalıştı.  Kendisiyle aynı fikirde olmayanlar dahi saygılarından ses çıkarmadılar. Dolayısıyla Tunus, lider bazında bireylerin önemli bir rol oynadığını ve partiyi nasıl yönlendirebildiğini gösteren bir örnek.

Sosyal bilimciler Tunus’a siyasi bir deney olarak bakıyorlar ve tabi herkes neden Ennahda’nın uzlaşmayı tercih ettiği merak ediyor?

Bir açıdan önlerinde seçenek varmış gibi görünse de aslında seçme şansları yoktu. Muazzam bir baskı vardı. Laik muhalefet hem hükümetin istifasını hem de seçilmiş meclisin lağvedilmesini istiyordu. Mısır benzeri bir retorik ortaya çıkmıştı. Mısır Temerrüd’ünden (İsyan) adını alan Tunus Temerrüd’ü türemişti. Hatta yine Mısır’daki bir benzerinden ilham alan Kurtuluş Cephesi kurulmuştu Tunus’ta. Benim Ennahda liderleriyle yaptığım görüşmelere dayanarak, Mısır’daki darbenin çok büyük etkisi olduğunu söyleyebilirim. Aynı sürecin Tunus’ta da tekrar etmesinden çekindiler. Bir taraftan kendi istekleriyle iktidardan çekildikleri için takdiri hak ediyorlar, öte yandan bir hayli antidemokratik bir sürecin-yani laik muhalefetin Mısır benzeri bir senaryoyu hayata geçirmekle tehdit ettiği-işletildiğini de görmek gerekiyor. Ancak bu şekilde Tunus’ta ne yaşandığı daha iyi anlaşılabilir.

 

MÜSLÜMAN KARDEŞLER

Müslüman Kardeşler temsilcileri örgüt içinde bir dönüşüm yaşandığına ve ilerleyen dönemde daha saldırgan bir politika izleyeceklerine işaret ediyorlar. Sizce böylesi bir dönüşüm Müslüman Kardeşleri tekrar iktidara taşıyabilir mi?

Müslüman Kardeşler’in dönüşüm geçirdiği ve daha devrimci bir söylem benimsediği bir gerçek. Bu örgüt içindeki gerginliklerin neticesi. Tarihsel olarak Müslüman Kardeşler devrim sözcüğünden uzak durmuş, sistemle uyumlu şekilde varlığını sürdürebilmiş (Mübarek zamanında bile), yumuşak dönüşüm taraftarı bir örgüt olmuştur. Ancak son zamanlarda özellikle hareket içindeki gençler Arap Baharı’nda yaşananlardan bir ders çıkartmış durumda. Artık devletle çalışılamayacağını, askerle uzlaşmanın mümkün olmadığını düşünüyorlar. Bu sebeple daha devrimci bir söylem geliştirmek gerektiğine inanıyorlar. Devlet kurumlarının temelden yenilenmesi, eski rejim unsurlarından temizlenmesini kapsayacak şekilde...

Peki, bu strateji başarılı olabilir mi? Tabanda karşılık bulabilir mi?

Şu ana dek Müslüman Kardeşler’e bağlı çok küçük bir kesim şiddete başvurmayı benimsedi. Büyük çapta bir şiddet eğilimi henüz yok. Ancak örgüt içindeki kademeler arasında meşru müdafaa temelinde savunma amaçlı şiddete başvurmanın ciddi bir tartışma olduğunu da not düşmek gerek. Yine de organize bir gerilla savaşı veya El Kaide benzeri bir şiddet üzerine konuşulmuyor.

Ama Mısır’da irili ufaklı terörist saldırılar yaşanıyor...

Kimse o saldırıların Müslüman Kardeşlerle bağını ispatlayabilmiş değil. Ama burada asıl mesele, savunma amaçlı şiddetin, saldırgan bir boyuta kolaylıkla evirilebileceği. Mısır’da baskı devam ettiği sürece Müslüman Kardeşler yanlılarından şiddet kullanımına onay verenlerin sayısı artacaktır. Bu sebeple örgüt liderliği bir hayli baskı altında. Mısır’daki tabanın uzlaşma karşıtı, daha agresif ve daha devrimci talepleri var. Dolayısıyla örgüt de daha meydan okuyucu bir söyleme ihtiyaç duyuyor.

 

IŞİD

Uzmanlar IŞİD’le savaşın uzun yıllar süreceğini öngörüyorlar. Bu bağlamda ABD’nin minimum müdahale ile ‘uzaktan dengeleme’ üzerine kurulu Ortadoğu stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

ABD stratejisinde amaçlar ve araçlar arasında ciddi bir uçurum var. Eğer amaç IŞİD’i yenmekse o zaman bu araçlarla o hedefe ulaşmak mümkün değil. Irak’ta gene bir parça elle tutulur bir strateji var. Yerel halkın ve hükümetin desteği söz konusu. Suriye’ye baktığımızda ise ciddi bir boşluk görünüyor. Birilerinin Suriye’de IŞİD’e kaptırılan toprakları geri alması bekleniyor. Kim geri alacak o toprakları? Suriye muhalefeti fazlasıyla zayıf, ABD de gerektiği kadar destek vermedi onlara. IŞİD ve El Nusra geçtiğimiz altı ayda ciddi kazanımlar sağladı. Beş milyon dolarlık plan kapsamında 5 bin asker yetiştirme sözü kovada bir damla etkisi yaratabilir o kadar. Yüz bin savaşçının olduğu bir ülkede, beş bin askerin varlığının, sahada dengeleri değiştirecek bir etkisi olamaz. Dolayısıyla ABD’nin daha fazla taahhütte bulunması gerekiyor.

Bir de müttefiklerin farklı çıkarlar gütme meselesi var, öyle değil mi?

Kesinlikle. IŞİD’le savaşan müttefikler hem çıkarlar hem de yöntemler açısından ayrışıyor. IŞİD’le mücadele ederken en baskıcı rejimlerle ittifak kurulması da bir hayli problemli. Aşırılıkçılığın yükselmesi ardında baskıcı rejimlerin payı olduğunu kabul edersek, bir kısır döngünün içine saplanmış oluyoruz. Baskıcı rejimlerle aynı tarafta yer alarak, baskıcı yönetimlerin sürmesine katkıda bulunuyoruz.

Radikal İslami hareketlerin retoriğinin önemli bir parçası da İsrail’in şeytanlaştırılması. Sizce bu söylem ideolojik temelini dini kaynaklardan mı alıyor;  Müslüman-Yahudi karşıtlığı şeklinde? Yoksa Filistin sorunu mu kitlelerin harekete geçirilmesinde daha  büyük bir rol oynuyor? Veya her ikisi mi?

Bence ağırlıklı olarak siyasi bir mesele bu. İslamcılar ve gayrimüslimlerin üzerinde anlaştıkları bir nokta var ki, o da Arap dünyasında milliyetçi, laik, solcu veya İslamcı olsun, Arapların İsrail’e karşı net bir nefreti olduğu. Ancak bu öncelikli olarak bir din sorunu değildir. Elbette, dini hareketler İsrail’le ilgili argümanlarını meşrulaştırmak ve tabanlarının harekete geçirmek için dini söylemlere başvurabilirler. Dini unsurların etkisini kabul etmekle birlikte çok abartılmaması gerektiğini düşünüyorum. Arap-İsrail meselesinde asıl belirleyici olan dini iddialar değil toprak iddialarıdır. Ve tam da bu noktada çizgiler bulanıklaşır. Bu grupların söylemlerinde siyaset ve din iç içe geçebilir; siyasi olan dini, dini olanın da siyasi boyutu vardır. Dolayısıyla bu tarz yapay ayrımları, İslamcıların sorunlara nasıl yaklaştığını görmek adına fazla basitleştirilmiş buluyorum.